Kuranda Hz.Musa ve Hızır Öyküsü:
“Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım, demişti.İki denizin birleştiği yere ikisi vardıklarında balıklarını unutmuşlardı ve batık denizi boylamıştı. Oradan uzaklaştıklarında Musa, yanındaki gence “Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük”dedi.O da “Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuşum, bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş” dedi.Musa,istediğimiz zaten bu idi, dedi.
Hemen geldikleri yoldan izleri üzrinde geri döndüler.Bu arada ikisi, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve ilim öğrettiğimiz, kullarımızdan birini buldular.Musa ona, hayra götüren bir bilgi olarak sana öğretilenden bana öğretmen için peşinden gelebilir miyim? dedi.O, şüphesiz sen benim yaptıklarıma dayar^rfiazsm, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirin? dedi.
Musa, inşaallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım, dedi.O da, o halde bana uyacaksan, ben sana açıklamadıkça herhangi birşey hakkında soru sormayacaksın, dedi.
Bunun üzerine kalkıp gittiler. Sonunda gemiye bindiklerinde adam gemiyi deliverdi. Musa, gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir şey yaptın, dedi.Musa’ya, ben sana yaptığım işlere dayanamazsın, demedim mi? dedi. Musa,unuttuğum için beni kınama, gücümün yetmediği şeyden de beni sorumlu tutma, dedi.
Yine gittiler. Sonunda bir erkek çocuğa rasladılar. Adam hemen onu öldürdü. Musa, Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz bir cana mı kıydın? Doğrusu, çok kötü birşey yaptın, dedi. O,ben sana yaptığım işlere dayanamazsın, demedim mi? dedi.Musa,bundan sonra sana birşey sorarsam beni yanında tutma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın, dedi.
Yine yola koyuldular. Sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı bu İkisini misafir etmeyi kabul etmedi. İkisi şehrin içinde yıkılmaya yüz tutan bir duvar gördüler.Arkadaşı onu doğrultu verdi. Musa, difeseydin buna karşı bir ücret alabilirdin, dedi. O, işte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor, dayanamadığm işlerin yorumunu sana anlatacağım, dedi.
Gemi denizde çahşan birkaç yoksula aitti.Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü peşlerinde sağlam her gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.Oğlana gelince; onun
ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk.
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermeseni istedik. Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti.Duvarın altında oların bir definesi vardı. Babalan da iyi bir kimse idi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzü budur.” [194]
Hadislerde Hz. Musa Ve Hızır Öyküsü:
Öyküleri incelerken, alimlerin kararlaştırdığı ve Kur’anda öncekilerin öykülerini inceleyenlerin uymalarını istedikleri bilimsel yönteme uyacağız. Bu yöntem, öykülerle ilgili sahih hadislerde yeralan bilgilere de bakmayı ve bunların ötesine israiliyat, mitoloji ve hurafelere girmemeyi öngörmektedir.
Hz.Musa ve Hızır öyküsünde Rasulullahın bazı ayrıntılara açıklık getirdiğini ve Kur’anda anlatılanlara bazı eklemeler yaptığını görüyoruz. Hadisçilerin büyük
çoğunluğu Rasulullahın bu konuda söylediklerini kitaplarında nakletmişlerdir. Bu hadisler Buharı, Müslim, Ebu Davud,Tirmizi, İbn Mace, Nesai, Ahmed, Hakim ve diğer kitaplarda bulunmaktadır. Aynı şekilde Taberi, İbn Kesir, lbnu’1-Esir gibi tarihçilerin kitaplarında da yer almaktadır. Tefsirciler de öyküyü anlatan ayetleri açıklarken bunları ele almışlardır. Burada öykünün ayrıntıları hakkında sahih/doğru olan rivayetler bizi ilgilendirmektedir. Bunlardan sadece Buhari ve Müslim’de geçenleri nakletmekle yetineceğiz.
Buhari, kitabının birçok yerinde, mesela İlim, icara, Şurut, Bedu’l-Halk, Enbiya, Tefsir, Eyman, Nüzur,Tevhid bölümlerinde öyküyü nakleder. Müslim ise Fadail bölümünün Fadailu’l-Hıdri bölümünde verir. Her iki hadis kitabında da yeralan rivayetlerin özeti şudur:
Buhari ve Müslim, Abdullah tbn Abbas’tan rivayet eder. ibn Abbas, Hz.Musa’nın arkadaşı konusunda Hur ibn Kays ile1 tartışmış ve bunun Hızır olduğunu söylemiştir. Ubey ibn Ka’b ikisinin yanından geçerken, ibn Abbas ona “Ey Ebu Tufeyl, buraya gel, Musa’nın buluşmak istediği arkadaşı konusunda bu adamla tartıştım, Rasulullah onunla ilgili bir şey söylediğini hatırlıyor musun?” diye sormuş, Ubey, Rasulullahın şöyle dediğini işittim, diyerek şunları anlatmıştır: “Musa, israil oğullarından bir topluluk içinde iken ona bir adam gelmiş ve ‘Senden daha bilgili kimse biliyor musun?’ diye sormuş, o da hayır, demiştir.Bunun üzerine Yüce Allah Musa’ya “Evet, kulumuz Hızır daha alimdir” diye bildirmiştir.Musa onunla nasıl buluşacağını sormuş, Allah ona balığı kılavuz yapmış ve kendisine “Balığı yitirdiğin yerde geri dön, onunla karşılaşırsın” demiştir. Musa Allanın dilediği kadar gitmiş, sonra yanındaki gence “Yemeğimizi getir” demiş, genç de “Gördün mü, kayaya çıktığımızda balığı unutmuşum, şeytan unutturduğu için onu hatırlamamışım” deyince, Musa ona “İşte bizim istediğimiz de bu idi” demiştir. Geldikleri yoldan geri dönmüşler, Hızır’ı bulmuşlar ve Kur’anda anlatılanlar ikisinin arasında geçmiştir” [195] Bu hadis, öykünün özeti sayılır. Buhari ve Müslim’de şu uzun rivayet de bulunmaktadır:
“Said İbn Cubeyr’in şöyle dediği rivayet edilmektedir:lbn Abbas’ın evinde idik. Bir ara” bana sorun,dedi. Dedim ki, ey Abbas’ın babası! Canım sana kurban olsun. Kufe’de Nevf el-Bikali denen masalcı bir adam var. Bu adam Hz.Musa’nın Hızır’ın arkadaşı olan Musa değil, İsrail oğullarından olan Musa olduğunu iddia ediyor.
İbn Abbas “Yalan söylüyor Allahin düşmanı”. Rasulullahın şöyle dediğini Ubey İbn Kab’tan işittim: Musa, halka Allanın nimet ve ceza verdiği günleri hatırlattığı sırada insanların en bilgini kimdir? diye kendisine soruldu. O da benim, dedi. Allah daha İyi bilir, demediği için Allahtan azar işitti ve iki denizin birleştiği yerde bulunan kullarımdan biri senden daha bilgilidir, diye vahyetti. Musa, Ey Allahım, onu nasıl bulacağımı söyler misin, dedi.Ona “bir kovanın içinde tuzlu bir balık götür,balığı nerede yitirirsen Hızır oradadır” denildi.
Musa yanındaki Yuşa bin Nun adındaki gençle beraber çıkıp gitti.Kovanın içinde bir balık aldı ve gençle beraber yaya olarak yola düştüler. Kayanın yanına geldiler. Musa da, genç de orada uyudu. Balık kovada çırpındı ve denize düştü. Allah onun için suyun akıntısını kesti ve önünde koridor gibi bir yol açıldı. Balık, Musa ve gencin gözleri önünde oradan ilginç bir şekilde geçip gitti. İkisi yirmi dört saat gittiler, Musa’nın arkadaşı kendisine haber vermeyi unuttu.
Sabah olunca, Hz.Musa yanındaki gence yemeğimizi getir, bu yolculuktan çok yorulduk, dedi. Musa ister istemez yorulacaktı. Çünkü geçmesi emredilen yeri geçecekti.
Genç hatırladı ve “Gördün mü? Kayaya çıktığımız zaman balığı unutmuşum, onu hatırlamamı mutlaka şeytan unutturdu, balık tuhaf bir şekilde denizde yolunu tutmuş gitmiş” dedi.
Musa, bizim istediğimiz de buydu, dedi. Geldikleri yoldan geri döndüler, kayaya vardılar ve balığı buldular.
Musa, işte burası bana tarif edilmişti,dedi. Aramaya başladı. Bir de ne görsün, siyah elbise içinde sırt üstü uzanmış olan Hızır! Ona selam verdi.Hızır yüzünü açtı ve selamını alarak “Selam vermeyi nereden biliyorsun?” dedi. Ben Musa’yım, deyince Hızır, İsrail oğullarının Musa’sı mı? dedi. Evet, dedi.
Hızır: Allah sana benim bilmediğim bir bilgi öğretmiş, bana da senin bilmediğin bir bilgi öğretmiştir.
Musa:”Allahın sana öğrettiği ve beni hayra götürecek bilgiden öğretmen için sana arkadaşlık yapabilir miyim?” dedi.
Hızır: Benim yaptıklarıma kesinlikle sen dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın şeye nasıl dayanabilirsin? Yapmam istenen işler var, sen onları görünce sabredemezsin, dedi.
Musa:Inşaaîah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte başkaldırmayacağım, dedi.
Hızır: Bana uyarsan, sana o şeyi anlatıncaya kadar benden hiçbir şey sorma,dedi. Musa, peki dedi.
Hızır ve Musa sahilde yürümeye başladılar. Gemileri yoktu.Oradan bir gemi geçti. Sahiplerinden kendilerini bindirmelerini istediler. Adamlar Hızır’ı tanıdılar ye ücretsiz bindirdiler.
Bir serçe gelip geminin kenarına kondu ve denizden bir yahut iki defa su içti.Hızır dönüp Musa’ya şöyle dedi: Ey Musa, Allanın bilgisinin yanında ikimizin de bilgisi, ancak bu serçenin denizden içtiği kadar bir şeydir.
Sonra geminin tahtalarından birini çekip çıkardı.Musa ona, adamlar bizi ücret almadan bindirdiler, ne yapıyorsun sen, sahiplerini batırmak için mi gemilerini deliyorsun? doğrusu şaşılacak bir iş yapıyorsun, dedi.
Hızır ona: Ben sana yaptığım işler karşısında dayanamazsın, demedim mi? dedi.
Musa: Unuttuğum için beni kınama, gücümün yetmediği şeyden de beni sorumlu tutma, dedi.
Sonra gemiden İndiler. Sahilde yürürlerken, çocuklarla beraber oynayan bir çocuk gördüler, Hızır oğlanın başını tuttuğu gibi kopardı ve çocuğu öldürdü. Musa şaşıp kaldı ve “Bir cana karşılık olmadan suçsuz bir cana mı kıydın? Doğrusu, çok kötü bir iş yaptın” dedi.
Hızır: Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın, demedim mi? dedi. Bu birinciden daha çetin!
Hz.Peygamber şöyle buyurdu: Allah bize de, Musa’ya da rahmet eylesin,acele etmeseydi tuhaf şeyler görecekti. Fakat acele etti ve arkadaşımdan azar işitti.
Musa: Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayıhrsın,dedi.
Gittiler, halkı kötü olan bir köye geldiler. Halkın arasında dolaştılar ve onlardan yiyecek istediler. Fakat halk oları misafir etmeyi red etti. Köyde yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Hızır onu hemen doğrultu verdi.
Musa ona : Adamlar bizi misafir kabul etmediler, yiyecek vermediler, isteseydin bunun karşılığında ücret alırdın, dedi.
Hızır, artık beraber olamayız,deyip elbisesini aldı ve dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatayım, dedi.
Gemi, denizde çalışan bazı zavallılarındı.Onu kusurlu yapmak istedim.Çünkü ötede bütün gemilere zorla el koyan bir kral vardı. Alacak kişi gelip gemiyi kusurlu görünce, almadı, onlar da bir tahta çakarak tamir ettiler.
‘Çocuğa gelince; kafir olacaktı. Anne babası onun üzerine titreyip şefkat göstermişti. Fakat büyüyecek olursa, onları azdırıp inkara sürüklemesinden korktuk. Rablerinin onlara o çucuktan daha temiz ve kendilerine daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.
Duvar ise, şehirde yaşayan yetim iki çocuğundu. Duvarın altında onların bir definesi vardı, babalan da iyi bir adamdı. Rabbin iki çocuğun erginlik çağına gelmelerini ve definelerini çıkarmalarını istedi.” [196]
Hadislerden Çıkan Bazı Sonuçlar:
İbn Hacer’in Buhari şerhi Fethu’1-Bari kitabında ve Nevevi’nin Müslim şerhinde bu konuyu anlatan hadislerden sağıdaki sonuçlar çıkarılmıştır:
l- Gidilecek yer çok uzak da olsa, ilim öğrenmek için yolculuk yapmak güzeldir.
2- llim öğrenmeğe çalışmak güzeldir.
3- Daha fazla ilim öğrenmek güzeldir. Nitekim kişi ne kadar çok öğrenirse, yine de pek çok şeyleri bilmemeye devam eder.
4- Inatlaşmadan bilgi için tartışmak caizdir.
5- Alim olan kişinin daha alim birisinden ilim öğrenmesi ve onun peşinden gitmesi normaldir.
6- Âlim olan insana karşı edepli davranmak, ona saygı göstermek ve yeri geldiğinde usulüne uygun soru sormak gerekir.
7- Zahiri anlaşılmayan söz, fiil ve hareketer yorumlanabilir.
8- Aksi ortaya çıkıncaya kadar zahire bakarak hüküm vermek.
9- Verilen söze bağlı kalmak ve sözün tutulmaması halinde özür dilemek gerekir.
10- Dua ve ahiretle ilgil diğer işlere kişinin kendisinden başlaması tercih edilirken, dünyalık işlerde başkasını öne almak ve tercih etmek daha iyidir.
11- Alçak gönüllü olmayı teşvik etmek.
12- Bilgi yetersizliğinden bazı hikmetlerini aklımız kavramasa bile, şeriatın getirdiği ve kesin olan her şeyi tam kabullenmek, inanmanın gereğidir. [197]
13- Ihtilaf durumunda bilenlere başvurmanın gerekliliği.
14- Doğru olan vahid haberle amel edilebilir. [198]
15- Daha sonra belirteceğimiz pek çok delilden hareket edilerek Hızır’ın peygamber olduğunun kabul edilmesi.
16- Yüce Allah mülkünde dilediğini yapar ve varlıklar hakkında dilediği kararı verir.
17- Hızır, Hz.Muhammed peygamber olmadan önce ölmüştür. Daha sonra bu konu üzerinde duracağız.
18- Kendini beğenmişlikten uzak olarak bir alimin ihtiyaç halinde çevresindekilere “Benden sorunuz” demesi caizdir.
19- Ölmüş ve tuzlanmış olan balığın canlanması, dirilişin olacağına bir delilidir.
20- Hz.Musa’nın yanında bulunan ve yardımcısı olan genç, Yuşa’ Ibn Nun’dur.
21- Hizmet eden kişinin, hizmet ettiği kişiye itaat etmesi gerekir.
21- Unutan kişiyi mazur görmek gerekir. Çünkü kasten unutmamıştır.
22- Müslüman olmayan bir kişiden bağış alınabilir.
23- Mtislümanm hastalık, fakirlik, yorgunluk gibi durumları nı bildirmesi caizdir.
24- AlIah için yapılan yolculukta Allah yardım eder.
25- Misafirlik, yiyecek ve azık istemek caizdir.
26- Birinci durumda özür geçerli olur, ikincisinde ise delil göstermek gerekir.
27- Allaha karşı saygılı olmak ve onun için sevimsiz olan sözcükleri kullanmaktan sakınmak gerekir. [199]
Hz. Musa’nın Beraberindeki Genç,Yûşa’ İbn Nun’dur:
Yüce Allah “Musa, gencine demişti” buyurmaktadır. Bu genç Yuşa Ibn Nun’dur. Bunu Rasulullahın hadisinden öğreniyoruz. Çünkü hadis belirtmeseydi, kendimizden belirlemez ve Kur’anın belirtmediği şeyler üzerinde durmazdık. Buhari ve Müslim’in Ibn Abbas’tan rivayet ettikleri hadisi daha önce belirtmiştik. O hadiste Hz.Musa’nın genci ile ilgili şöyle denilmektedir: “Gitti, genci de onunla beraber gitti.O da Yuşa Ibn Nun’dur. Musa kova içinde bir balık aldı ve genci ile biraber gitti.”
Yuşa İbn Nun, Hz.Musa’nın yanındaki gençti.Bazı tefirciler HzMusa’ya yakınlık derecesinden söz etmişler ve değişik şeyler söylemişlerdir. Bazıları ise Musa’nın hizmetçisi veya kölesi olduğunu söylemiş ve bunu söylerken Kur’anın “Musa gencine söyledi” sözüne dayanmışlardır. Çünkü “genç” sözü, hizmetçi köle için de kullanılır, demişlerdir.
Halbuki işin daha basit olduğunu ve ayetin söylediklerini söylemediğini görüyoruz, kaldı ki genç sözcüğünün hizmetçi köleden başkası için kullanılmadığını kim söylemiştir? Rağıb Isfahani Müfredat kitabında şöyle der: “Feta.taze genç demektir.Dişisi Fetat olup masdarı Fetaun gelir.Hem köle, hem cariye için kinaye olarak kullanılır.” [200]
Bu sözcük normal olarak Ömrünün baharında olan taze genç için kullanılır.Köleler için kullanılması ise,kinaye ve mecazdır.Mesela Kur’anı Kerim Hz.İbrahim için Feta kelimesini kullanmaktadır. “İbrahim denen bir gencin onları andığını duyduk,dediler” [201]
Ayetten anlaşıldığı gibi,Yuşa Ibn Nun bu yolculukta Hz.Musa’ya eşlik ettiğinde henüz gençliğinin baharında idi. Yuşa Ibn Nun için Genç kelimesinin kullanılmasının bir esprisi daha vardır.O da kölenin efendisine iaat edip uyduğu gibi, Yuşa’ Ibn Nun’un Hz.Musa’ya itaat edip uyduğuna işaret etmektir. Gencin Hz.Musa’ya izafe edilmesi de, onu onurlandırmak ve değer vermek içindir. En büyük peygamberlerden olan Yüce bir peygambere arkadaş olmak, tabi ve hizmetçi olmaktan daha onurlu ve erdemli ne olalilir! [202]
Yûşa’ İbn Nûn Peygamber Midir?
Kimi tefsirciler Yuşa Ibn Nun’un peygamber olduğunu söylemiştir. Bunu da herhalde peygamber olduğunu söyleyen İsrail oğullarından almışlardır. Hz.Musa’nın ölümünden sonra Yuşa Ibn Nun’un İsrail oğullarına liderlik yaptığını, onlarla Filistin’e girdiğini ve Kudüs’ü fethettiğini söylerler. Halbuki bu onun peygamber olduğunu göstermez.
Başkaları da Müslim’de geçen hadise dayanarak peygamber olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber’in şöyle dediği Ebu Hureyre’den rivayet eder.
“Peygamberlerden biri savaşa çıktı. Halkına şöyle dedi:Evlenecek olup da henüz evlenmemiş, bir ev yapıp henüz çatısını çakmamış, koyun veya gebe hayvan satın alıp da doğurmasını bekleyen kişiler benimle gelmesin. Savaşa çıktı ve ikindi namazına yakın bir vakitte köye yaklaştı.Güneşe, Sen memursun, ben de memurum.Aliahım, onu benim için biraz geciktir,dedi. Allah ona zafer verinceye kadar güneş onun için ertelendi” [203]
Bu hadis, Yüce Allahm kendisi için güneşi durdurduğu peygamberin adını vemediği için biz de adını
veremiyoruz [204] . Yuşa’nm peygamberliği konusunda susmanın, kabul veya red etmekten daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Peygamberdir, dersek, peygamber olmayabilir. O zaman peygamber olmayan birini peygamber yapmış oluruz. Peygamber değildir, dersek, peygamber olabilir. O zaman peygamber olan birinin peygamberliğini inkar etmiş oluruz. Onun için en sağlıklı yolun, peygamber olup olmadığı konusunda bir şey söylememektir. [205]
İsrailoğularımn Hayatında Yuşa İbn Nun’un Rolü:
Yuşa İbn Nun için söylenenler, Hz.Musa’dan sonra Israiloğullarına liderlik yaptığı,saiih,mümin ve takva sahibi bir adam olduğu, cihad ve savaş konusunda Allahın hükümlerine uyduğu ve Müslümanların gözünde Hz.Ebu Bekr’in konumu gibi bir konuma sahip bulunduğundan ibarettir.
lsrailiyat haberler, Yuşa İbn Nun’la ilgili ve uydurma düşmanla savaşması, Eriha ve Kudüs gibi Filistin şehirlerini fethetmesi konusunda uydurma bir sürü mitolojiler anlatmaktadır.Halbuki tümü yalan, uydurma ve mitolojidir. Araplardan kimi insanlar bu yalan ve mitolojilere inanmış, bu sebepten Yuşa’yı zulüm, katılık, barbarlık,terör ve bozgunculukla suçlamış, ondan nefret ederek kötülenişlerdir. Halbuki Yuşa’nm bütün bu söylenen ve iddia edilen şeylerden uzak olduğu, salih, mücahit, adaletli ve Allaha davet eden bir insan olduğunu düyşünüyoruz. [206]
Nevf el-Bikali Kimdir?
Az önce, Said ibn Cubeyr’in, :”Ey Abbas’ın babası! Canım sana kurban, Küfe’de Nevf el-Bikali adında masalcı bir adam var, Hz.Musa’nın, Hızır’ın arkadaşı olan Musa değil, Isril oğullarının peygamberi olan Musa olduğunu iddia ediyor, ne dersin?” diye Nevf el -Bikali’yi Abdullah ibn Abbas’a sorduğunu ve ibn Abbas’ın “Yalan söylüyor Allahın düşmanı” dediğini nakletmiştik.
Her halde Nevf el-Bikali’nin böyle söylemesinin iki sebebi vardır;
a- Hızır’ı peygamber veya veli de kabul etsek, Rasul bir peygamber olan Hz.Musa’nın kendisinden daha aşağı olan Hızır’dan öğrenmesinin imkansızlığı.ileride Allahın izniyle bu şüpheye cevap vereceğiz.
b- Bu bilgileri israiliyat haberlerden almış ve Allahın kelamını bu israiliyyatla tefsir etmiştir.
Nevf denilen bu adam, yahudi iken müslüman olan Ka’bulahbar’la sıkı bir diyaloga sahipti.Yemen’de Bikal kabilesine mensup olup Ka’bulahbar’ın dul aldığı eşinin oğlu idi. [207]
Bilindiği gibi Kabulahbar yemen yahudilerinden bir yahudi idi. Hz.Omer zamanında müslüman olmuştur. Onun şahsı, bilgisi,verdigi haberler ve bu haberleri israiüyyattan alması, Allahın kelamını o bilgilerle tefsir etmeye çalışması konusunda alimler çok şeyler söylemiş ve eleştirmişlerdir.
Nevf el-Bikali de bu haberleri her halde babalığı Ka’bulahbar’dan almıştır. Onun için Hz.Musa’nın Hızır’la beraberliğini red etmiş ve bu beraberliğin İsrail oğullarından Musa denilen başka bir kişi ile olduğunu iddia etmiştir.
Nevf el-Bikali’nin bu tavrı, Kur’anın yer vermediği yabancı ön bilgilerle Kur’ana yaklaşması, öncekilerin haberleriyle onu tefsir etmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki bu metod yanlış olup sonuçta yanlışa ve tefsirde kötü sonuca götürür.
Ashap, Kurbanı tefsir ederken, anlamlarını ortaya çıkarır ve hükümlerini ortaya koyarken, öğrencilerine de öğretirken bilimsel sağlam metod üzerinde son derece özen gösterir ve ona bağlı kalmaya çalışırlardı. Bu metoda aykırı davranan herkese de şiddetle karşı çıkarlardı. Bu şiddetli karşı çıkış, Ibn Abbas’ın Nevf el Bikali için kullandığı “Yalan söylüyor Allanın düşmanı” sözünde açıkça ortaya çıkmaktadır.
İbn Abbas’ın bu sözünü açıklayan Ibn Hacer şöyle der:Yalan söylüyor Alahın düşmanı sözleri, şiddetle karşı koymak ve söylenenleri doğrulamayı önlemek içindir. [208]
Doğrusu, Nevf ne yalan söylüyor, ne de Allaha düşmanlık yapıyordu. Çünkü dinine bağlı bir müsîümandı. Ancak söyledikleri Kur’ana yaklaşımda bir yanlışı ifade ediyordu.Yani Kur’ana yaklaşımı yanlıştı. Onun için İbn Abbas onu şiddetle azarlamıştır. [209]
Musa’nın Arkadaşı, Hızır’dır:
Hz.Musa’m buluşmak için gittiği salih kul Hızır’dır. Adı Kur’anda belirtilmediği halde, sahih hadislerde açıklanmıştır. Buhari ve Müslim’in rivayetlerinde Rasulullah onun adını belirtmiştir. Sahih hadisler adını belirtmeseydi, biz de adı üzerinde durmaz ve Kur’anın belirsiz bıraktıkiarındandır, deyip geçerdik.
Hızır, adı verilmesinin sebebine gelince; Buhari, Rasulullahm şöyle dediğini Ebu Hureyre’den rivayet eder: “Hızır adı verilmiştir. Çünkü üzerine oturduğu beyaz pösteki, kalktıktan sonra dalgalanan yeşil ota dönüşmüştür.” [210] Öyle görülüyor ki üzerinde oturduğu kuru ot kaplı yerin veya pöstekinin yeşil olması, tercih edilen ve peygamber olduğunu söyleyen görüşe göre onun mucizelerinden biridir.
Kuru otla kaplı bir toprak parçasına veya pöstekiye oturduğu, oturunca oranın canlandiğı ve yeşil otla dolarak dalgalandığı, yani orada yeşil otların bittiği alaşılmaktadır. Onun İçin yeşil ve yeşillikten gelen bir isim olan Hızır adıyla anılmıştır. Hızır adı verilmesinin başka sebepleri belirtiliyorsa da, onları üzerinde durmaya değer bulmuyoruz. Çünkü bunlar sabit olmadığı gibi, bize sahih hadisle de gelmiş değildir.Onun için bu hadisle yetiniyor, uydurma ve zayıf şeylere iltifat etmiyoruz. [211]
Hızır’ın Hayatında Belirsizlikler:
Hızır’ın kim olduğu konusunda bir şey söylemiyoruz. Kur’an bize sadece Kehf suresinde Hz.Musa ile yaptığı yolcuiuktan sözetmektedir. Sahih hadisler de Hz.Musa ile beraber yaptığı yolculukla ilgili Kur’anın söylediklerinden farklı fazla bir şey söylememektedir. Hayatının ayrıntıları, soyu, yolculuktan önce ve sonra ne iş yaptığı konuları sahih kaynaklarda belirtilmemiştir.
Hızır’ın soyu, sopu,doğumu, çocukluğu ve gençliği hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Hangi millette yaşadığı, israiloğullarından veya başka bir miiletten olup olmadığı ve nerede ikamet ettiği, Hz.Musa ile geçen yolculuğundan sonra ne olduğu konusunda da hiçbir bilgimiz yoktur. Hz.Musa’dan ayrıldıktan sonra nereye gittiği, nerede kaldığı, ne kadar yaşadığı, nerede Öldüğü, nasıl öldüğü ve nerede gömüldüğünü Allahtan başkası bilmez.
Bütün bu şeylerin cevabı yoktur. Çünkü kesin ve sahih kaynaklarda belirtilmemiştir. Haber yayan ve masal anlatanların bu işlerden çokça söz ettikleri, açıklamaya çalıştıkları ve değişik şeyler anlattıkları doğrudur.Ancak bu konuda bütün söylediklerini şüphe ile karşılıyoruz ve onaylamıyoruz. Çünkü bu bilgileri sahih olmayan kaynaklardan ve özellikle İsrail oğullarının haber, masal ve mitolojilerinden almışlardır. Hızır’ın hayatı konusunda Kur’an ve sünnette verilen bilgiler ashaba yeterli geldiği gibi bize de yeterli gelmektedir. Belirtilmeyen şeyleri belitmeye çalışmıyoruz. [212]
Tercih Edilen Görüşe Göre Hızır, Peygamberdir:
Hızır’ın peygamber olup olmadığı konusunda alimler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır.Bir grup peygamber
değil, veli olduğunu söylemiştir. Velinin pegamberden daha üstün olduğu iddialarına delil göstermek İçin tasavvufçuların bir kısmı da veli olduğunu ileri sürmektedir. Mesela tasavvufçulardan biri şöyle der: “Peygamberlik makamı bir yerde olup rasulün biraz üstünde, velinin altındadır.” [213]
Bu görüşe göre veli en üst makamdadır. Nebi ondan sonra gelir.Rasul ise, makamların en aşağısındadır. Aİlah ve peygamberleri bu saçmalıklardan münezzehtir.
Tefsirci, usulcü, tarihçi ve hadisçilerden oluşan alimlerin çoğunluğu ise,Hızır’ın peygamber olduğunu belirtir, açıkça peygamber olduğunu söyleyen bir hadis olmamakla beraber Hz.Musa ile geçen öykünün seyrinden peygamber olduğunun anlaşıldığını söylerler. [214]
Hızır’ın Peygamber Olduğunun Delilleri:
Hz.Musa ile geçen öyküsünden alınan ve peygamber olduğunu gösteren delilleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Yüce Allahm “Katimizden kendisine rahmet verdiğimiz kullarımızdan bir kul buldu” sözünde geçen, rahmet peygamberlik rahmetidir ki Allah onu Hızır’a vermiştir. Nitekim Hz.Musa’ya gördüğü olayları yorumlarken Hızır, kendisine verilen rahmetin peygamberlik olduğunu vurgulamış ve “Rabbinden bir rahmef’sözünü kullanmıştır.Yani her üç işi de rabbinden bir rahmet olarak yaptım, demiştir.
2- Yine Yüce Allah onun için “Kendisine katımızdan (ledunni) ilim öğrettik” buyurmaktadınr. Yüce Allah ona bazı işlerin arka planını görmesini sağlayan bilgi vermiş ve gizli yanlarını ona bildirmiştir.
Ayetteki ledunni ilim, peygamberliktir. Yoksa, tasavvufçuardan bazıların anladığı gibi ilham yolu ile gelen batın ilmi değildir.
3- Hz.Musa ona “Sana verilen ve beni hayra yöneltecek bilgiden bana öğretmen için sana uyabilir rniyi?” demiştir.
Peygamber olmasaydı, Musa ondan öğrenmek istemez ve bu usiupla ona seslenmezdi. Kendisine bu derece teslimiyet gösterip ondan bu ricada bulunduktan sonra onunla Hızır arasında şu konuşma geçmiştir: “Doğrusu, benim yaptıklarıma sabretmeye dayanamazsın. Bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?
Allahm izniyle beni sabredenlerden bulacaksın, senin hiçbir işine karşı başkaldırmayacağım, dedi.
O da, o halde bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın, dedi. Ve gittiler”
4- Peygamber olmasaydı, korunmuş (masum) olmazdı.Bu da bazı işlerinde yanlış yapma ihtimalinin olması demektir.Korunmuş olan bir peygamber, korunmamış olan bir kişiden nasıl bilgi öğrenir ve ona nasıl tabi olabilir? Herhangi bir işte yanılacak olursa, peygamber ona nasıl uyacaktır? Musa’nın ona uyması, ona bağanması, ondan öğrenmesi ve ona itaat etmesi, Hızır’ın yaptığı işlerde masum olduğunu gösterir. Masum olmak da sadece pegamber içindir.
5- Hızır’ın çocuğu öldürmesi peygaber olduğunu gösterir. Çünkü haklı olmadıkça insanı öldürmek caiz değildir. Peygaber olmasaydı ve kendisine bildirmeseydi, çocuğun kafir olduğunu bilememzdi. Nitekim beraberindeki Musa , peygamber oduğu halde çocuğun kafir olduğunu bilmemiştir. Öldürmesinin sebebini Musa’ya açıklaren, kafir olduğu için öldürdüğünü söylemesi de Allahm ona kafir olacağını bildirdiğini ve öldürmesini emrettiğini gösterir.
6- Yaptığı işlerin yorumunu yaptıktan sonra Hızır’ın Hz.Musa’ya “Ben bunları kendiliğimden yapmadım” demesi de peygamberliğini gösterir. Ben bu işleri kişisel kararım olarak yapmadım, bilakis bunları yapmamı Allah bana emretti, demiştir. Bu rabbani emir de vahiy yolu ile olmuştur.
7- “lnsanların en bilgini benim” diyen Hz.Musa’ya Yüce Allanın “iki denizin birleştiği yerde bir kul senden daha bilgindir” demesi de Hızır’ın peygamber olduğunu gösterir.Bu işlerde Hızır, Hz.Musa’dan daha bilgilidir. Bir velinin Peygamberden daha bilgili olması ise mümkün değildir.
8- Hızır’ın Hz.Musa’ya”Allah bana bir ilim vermiştir, sen onu bilmiyorsun, Allah sana da bir ilim vermiştir, ben onu bilmiyorum” demesi de peygamberliğini gösterir. Çünkü açıkça Allahm kendisine bilgi verdiğini söylemektedir. [215]
Hızır’ın Peygamber Olmadığını Söyleyen, Kafir Olmaz:
Alimlerin çoğunluğunun Hızınn peygamber olduğunu gösteren delillerinin dinin açık hükmü (nas) değil, içtihadı deliller olduğunu görüyoruz. Yani Peygamber olduğunu Kur’an açıkça belirtmiş değildir.
Bu demek değildir ki sözkonusu deliller doğru değildir. Aksine Kur’an bu delillere işaret etmekte ve sezdirmektedir. Ancak Hızınn peygamberliği deliller’ değerlendirilerek kararlaştırılmış içtihadı ve zanni olduğundan peygamberliği üzerinde alimler icma etmemiştir. Yani bu konu içtihad konusudur. Konu içtihadı ve zanni olup ihtilaflı olduğundan Hızınn peygamber olmadığını söyeyenler kafir olmaz, sadece alimlerin çoğunluğunun görüşüne katılmamış olur. Kendi görüşleri de doğru olabilir. Halbuki Ilyas, Yunus, Süleyman,Muhammed gibi Kur’an ve sahih hadisle kesin olarak peygamerligi sabit olan birinin peygamberliğini inkar edenler kafir olurlar . [216]
Hızır’ın Şu Anda Yaşadığını Söyleyenlerin Yanılgısı:
Kimi müslümanlar Hızır’ın yaşamakta oiduğu, suyundan içenlerin ancak kiyamet saatine yakın öldüğü hayat pınarından içtiği,Hz. Muhammed’in zamanına yetiştiği, şu anda yaşadığı ve kiyamet saatine kadar yaşayacağını iddia ederler.
Hayatıyla ilgili bir sürü rivayet,masal,söylenti, mitoloji ve hurafeler anlatırlar. Hz.Muhammed’le, Ebu Bekir, Ömer, Ali, Osman ve Ömer İbn Abdulaziz’le görüştüğü, zahid, abid ve tasavvufçu pekçok kişi ile buluştuğu, çöl, vadi ve ıssız yerlerde dolaştığı, ıssız yerlerde ibadete çekilmiş kişilere görünüp onları yedirip içirdiği, onlarla konuştuğunu söylerler, hayatı ile ilgili masal, hurafe, söylenti ve mitolojileri en çok rivayet edip anlatanlar da tasavvufçulardır.
Hz.Muhammed’den sonra Hızır’ın yaşadığını alimlerden Nevevi, tbnu’s-Salah, Süheyli ve başkaları söylemişlerdir. Nevevi şöyle der:
“Alimlerin çoğu Hzırınm yaşamakta olduğunu ve aramızda bulunduğunu söylerler.Tasavvufçular, salih kişiler ve marifet sahipleri bu konuda ittifak etmişlerdir.Onu görmeleri, beraber oturmaları, ondan almaları, karşılıklı soru ve cevaplan, iyilik yerlerinde ve şerefli makamlarda bulunduğu, yaygın ve sayılamıyacak kadar çoktur.
İbnu’s-Salah Fetvalarında şöyle der; Alim ve salih kişilere göre o yaşıyor, halk da onların bu görüşüne katılıyor. Sadece bazı hadisçiler böyle olduğunu kabul etmiyor.” [217]
Bu grup alimler birtakım rivayet, söylenti ve hadisleri delii gösteriyorsa da, dayandıkları rivayetlerin hiçbiri sahih değildir. Bu rivayetlerin tümü ya zayıf, ya uydurma olup hiçbiri sahih derecesine ulaşmamaktadır. Onun için Hz.Muhammed’in peygamberliğinden sonra da Hızırın yaşadığını iddia eden Süheyli’ye cavap veren Ebu’l-Hattab İbn Dıhye’den İbn Hacer şunları nakletmektedir:
“Suheyli’nin gösterdiği rivayetlerin hiçbiri doğru değildir.Hızırın, Kur’anda belirtildiği gibi, Hz.Musa dışında hiçbir peygamerle görüşmesi de sabit değildir. Hayatı hakkında söylenenlerin hiçbiri alimlerin ittifakı ile değildir. Bunları sadece ya bilgisiz olduğundan veya hadisçiler tarafından bilindiğinden, dayanağını ve sebebini belirtmeden haberleri rivayet edenler söylerler.
Şeyhlerden gelen söylentilere ise, şaşmamak mümkün değildir. Tanımadığı biri ile görüşüp”Ben şu kişiyim” dediğinde, onu tasdik eden kişinin aklına şaşarım!” [218]
İbn Kesir de el-Bidaye ve’n-Nihaye kitabında şu anda yaşamakta olduğuna dair rivayet, haber ve söylentileri belirttikten sonra şöyle der:” Şu anda yaşadığını iddia edenler bu rivayet ve masallara dayanıyorlar. Merfu dedikleri bu hadislerin tümü çok zayıf olup dinde hiçir delil olamaz.Hikayelerin çoğunun senedi de zayıftır.Olsa olsa, yanılmaktan korunmuş olmayan sahabi ve başkalarından nakledilmiş olabilir.
Ebu’l-Farac Ibnu’l-Cevzi “Ucaletu’l-Muntazir fi Şerhi Haleti’-Hadir” adlı kitabında bu konuda belirtilen merfu hadisleri incelemiş ve hepsinin uydurma olduğunu belirtmiştir.Ashab, tabiin ve onlardan sonraki kişilerden rivayet edilen haberleri de incelemiş ve ya içerik olarak bozuk yahut sahipleri belirsiz kişiler olduğundan senedlerinin zayıf olduğunu belirtmiştir. Bu konuyu güzel incelemiş ve doyurucu bir şekilde eleştirmiştir.” [219]
Hızır,Hz.Muhammed Peygamber Olmadan Önce Ölmüştür:
Araştırmacı alimler Hızır’ın Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce yaşayıp öldüğünü belirtirler. Ne kadar yaşadığını,nerede ve ne zaman yaşadığını, nasıl öldüğünü sadece Allanın bildiğini, bu konuyu aydınlatan sahih hiçbir hadisin bulunmadığını söylerler. Kiyamet saatinin kopmasına yakın bir zamana kadar yaşayacağını söyleyen cahil kişilerin söylediklerini tümden red ederler. Çünkü bu konuda kabul edilebilecek sahih hiçbir delil yoktur.
Hz.Muhammed gelmeden önce Hızır’ın öldüğünü söyleyen alimlerden Buhari, İbrahim el-Harbi,Ibnu’l-Cevzi,Ibn Kesir gibileri sayabiliriz. Ibn Hacer Askalani yukarıda adı geçen kitabında bu görüşe taraftardır. Alimler öldüğünü söyleyen görüşün doğruluğunu gösteren deliller getirmişlerdir. Ibn Kesir bu delilleri özetle şöyle sıralamaktadır:
1- Yüce Allanın “Senden önce hiçbir kimseye bu dünyada ebedilik vermedik.Sen öleceksin de onlar ebedi mi kalacaklardır?” [220] buyruğu. Ayet, yer yüzünde hiçbir insanın ebedi kalmayacağını belirtmektedir. Hızır da bir insandır ve ayetin kapsamı içindedir.Yer yüzünde herhangi bir kimsenin ebedi yaşayacağını söyleyen sahih hiçbir hadis de yoktur.
Bir insanın kıyamete kadar yaşaması, yüce Allanın “Herkes ölür”(Âli Imran,185, Enbiya,35, Ankebut,57) gibi ayetlerinde belirtiği yasasına aykırıdır. Hiçbir kimsenin bu yasanın dışında olduğunu da söylememiştir. Onun için Hızır4ın ölmediğini söylemek, Kur’anm açık ve kesin ayetleme aykırıdır.
2- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah peygamberlerden söz almıştı; And olsun ki size kitap ve hikmet verdim, sizde olanı doğrulayan bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve mutlaka yardım edeceksiniz, evet deyip bu sözü kabul ettiniz mi?” demişti. Evet, demişlerdi de, “Şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim” demişti.” [221]
Ibn Abbas, ayetin anlamı ile ilgili şöyle der: Yüce Allah, Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde yaşadıkları taktirde mutlaka ona iman edip destekleyeceğine dair her peygamberden söz almıştır. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde kendileri hayatta olursa,ona inanıp destekleyeceklerine dair ümmetlerinden de söz almalarını emretmiştir.
Hızır ya nebidir veya velidir. Her iki durumda da Hz.Muhammed’e iman etmekle yükümlüdür. Acaba Hz.Muhammed’e gelip müslüman olmuş, biat edip kendisine uymuş mudur?
3- Hızır’ın peygamber olduğu görüşü tercih edildiğine göre, Hz.Muhammed zamanında yaşamış olsaydı yapacağı en şerefli iş, ona gelip işbirliği yapması olurdu. Halbuki hizır böyle bir şey yapmamıştır. Çünkü Hz.Muhammed peygamber olduğu zaman Hızır ölmüş ve toprak olmuştu.
4- Hızınn Hz.Peygamberle bir araya geldiği,arkasında
namaz kıldığı, savaşlarda onun yanında savaştığı sahih hiçbir hadiste belirtilmemiştir. Yaşasaydı gelip bunları yapardı.
5- Rasulullah, Bedir savaşında müslümanlara zafer vermesi için Allaha dua edeek şöyle dedi: “Allahım! Bu topluluğu yok edersen, yer yüzünde artık sana ibadet edilmeyecektir” O toplulukta Ebu Bekir, Ömer, ashabın seçkinleri,Cebrail ve seçkin melekler de vardı. Hızır hayatta olsaydı,onlarla beraber olmak onun için en üstün makam olurdu.
6- Birileri Hızırın o savaşlarda Hz.Muhammedin yanında olduğunu, ancak insanlardan kimsenin onu görmediğini iddia edebilir. Fakat bu iddia geçersiz ve dayanaksızdır.Çünkü böyle bir şey hayal, kuruntu ve iddiadan ibarettir.ispatı kesin delil gerektirir.
7- Hızırın gizlenmesi, dağlara, mağaralara ve ıssız çöllere
gitmesinin ne anlamı vardır? Niçin insanlar arasında yaşamıyor, onlarla beraber cuma ve diğer namazları kılmıyor? Bu nitelikler bir peygambere yakışır mı?
8- Hayatta olsaydı insanlar arasında bilgiyi yaymak ve öğretmekle, rasulullahın hadislerini bildirmekle, onlardan zayıf ve sağlam olanları ayıklamakla, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamakla yükümlü olurdu. Halbuki bunların hiçbiri olmamıştır.
9- Muslim, Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah ömrünün sonlarında bir gece bize yatsı namazını kıldırdı. Selam verdikten sonra kalktı ve şöyle dedi: Bu gece düşündüm de, yüz yıl sonra yer yüzünde yaşayanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır.”
İbn Ömer derki; Halk Rasulullahın bu sözünü yanlış anladılar ve bu hadislerde neden yüzyıldan söz ettiğini kavrayamadılar. Rasulullah “Bugün dünyada yaşayanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır” dedi.Yani bu asrın geçeceğini söylemek istedi.” [222]
Müslim, Cabir İbn Abdiîlah’dan şöyle dediğini rivayet eder: “Rasulullahın ölmeden bir ay önce şöyle dediğini işittim: Bana kiyamet saatini mi soruyorsunuz? Onu sadece Allah bilir.Allaha yemin ederim ki yer yüzünde nefes alıp veren kimse yoktur ki yüz yıl sonra yaşamış olsun.” [223]
Hz.Peygamberin zamanına kadar Hızırın yaşadığını kabul etsek-ki bu doğru değildir-bu hadislerin söylendiği andan itibaren yüz yıl içinde ölmüş olması gerekir.
Bütün bu delillerden sonra Hızır’ın hayatta olmadığını ve ancak Allanın bildiği bir zamanda Hz.Peygamberin peygamberliğinden önce öldüğünü söylüyoruz. Onun için Hızır’la ilgili örülen gerçek dışı bütün söylenti, uydurma, rivayet ve mitoloji ağlarının atılmasını istiyoruz. [224]
Ledunniî İlim Masalı:
Kur’an Yüce Allanın Hızır’a katından bir ilim öğrettiğine işaret ederek şöyle der: “Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik”. Hızır’ın bildiği bu bilgiyi Musa bilmediği için ona gelmiş ve kendisinden öğrenmek istemiştir.
Ancak kimi müslümanlar [225] “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” sözlerinden Ledunni ilim masalını çıkarmış, onu bir sürü şeylere delil getirmiş.batıl ve mitolojik birtakım iddialarına temel yapmışlardır.
Tasavvufçular şeriat ilmi ile ledun ilmi, zahir ve batın, şeriat ve hakikat ayırımı yaparken bu ibareyi delil ve dayanak yapmışlardır. Tefsirci Alusi, “Ledunni ilmi kanıtlamada bu ayet onların temel dayanağıdır, ona hakikat ve batın ilmi adının verilmesi yaygındır” der. [226]
Tasavvufçu tefsirciler ledunni ilim hakkında, hakikat ve şeriat, zahir ve batın ayırımı yaparken çok tuhaf şeyler anlatırlar. Bu ve başka ayetlerin tefsirinde hak batıl ayırımı yapmadan ağızlarına geleni söylerler. [227]
Muhayimî’nin Tefsirinden Bir Örnek:
Bu ayeti tefsir ederken Ali İbn İbrahim Muhayimi “Tabsiru’r-Rahman ve Teysiru’l-Mennan” adlı tefsirinde şöyle der:
“ikisi bir kul buldu. Kullarımızdan olduğu ve büyüklüğümüzün göstergesi olduğu için mükemmelliğinin büyüklüğünü kavramak mümkün değildir. Çünkü ona yanımızdan bir rahmet verdik. O da yok olmayan şuhudi tecellidir. Onun için insan veya melek aracılığı olmadan birçok peygambere bile verilmeyen büyük bir ilim kendisine öğrettik.
Yuşa’ ve bütün israiloğuîlarının tabi olduğu Musa, “bir insandan değil, ancak Allah veya meleklerden öğreniyor olsam da, rabbinden sana öğretilen ve zahir ehlinin hidayetinin üstünde olan doğru bilgilerinden bana
öğretmen için, bilgilerimin üstüne çıkarak senin bilgilerine uyayım mı? dedi. Kötü olduğu açık olan bazı işlerde hakkın sırlarını bilmek gibi.
Şöyle dedi: Bu bilgi, en ufak bir nazarla ortaya çıkanlardan değildir. Belki bazısı zahir ehlinin hemen karşı çıktığı ve güzelliklerini bir türlü kavramadığı kötü şekillerde de ortaya çıkmaktadır. O işlere karşı çıkmamak büyük bir sabır ister.
Şöyle dedi: Beraberimde olacağın için şu veys bu şekilde benden etkilensen bile, dayanamayacaksın. Çirkinliği açık olan ve bu çirkinliği örten güzelliği hakkında bilgi sahibi olmadığın bir iş karşısında nasıl sabredeceksin!
Musa şöyle dedi: Gizli şeyleri izlemek için sabır göstermeyen zahir ehlinden de olsam, sana uyarak ve senden etkilenerek huyumu yenmek suretiyle, Allanın izniyle beni sabredenlerden göreceksin. Çünkü sabretmezsem, sana başkaldırmış olurum. Gerçekte Allaha isyan olduğu halde görünürde Allaha itaat olarak görsem ve sana uyacak olsam, hiçbir işine karşı çıkmam.Çünkü tezkiye eden kişi hakkında çirkinliğe inanmak, Allahı suçlamak olur.
Bu söz, “Benimle bulunmaya dayanamazsın” sözüne cevap gibi olsa da, inşaallah demesine rağmen onunla bulunmaya sabredemedi.
Şöyle dedi: Bilgilerime uyacak olursan, karşı çıkmak bir yana, bana hiçbir şey sorma.Bu ilim soru ve cevap yolu ile cJeğil,fayd (taşma) yolu ile olur.Onu beklemek ve fayd yolu veya dil yolu ile de olsa, onda gizlenmiş şeyleri sana anlatıncaya kadar sabretmek gerekir.” [228]
Tasavvufi tefsire bir örnek olması, ledunni ilim masalına inanması,zahir ve batın,şeriat ve hakikat ayırımı yapması açısından Mehayimi’nin tefsirinden uzun bir parça almak zorunda kaldık. Sözlerine baktığımızda Kur’anın anlamlarını nasıl saptırdığını ve amacından nasıl uzaklaştırdığını, ledunni ilim ve ilahi fayd konusundaki batini tasavvuf anlayışına araç yapmak için Kur’anın ifadelerini nasıl çığırından çıkardığını görürüz, [229]
Bursalı İsmail Hakki’nin Tefsirinden Bir Örnek:
Muhayimi’nin söylediklerinden, tasavvufun kutuplarından başka bir tefsircinin söylediklerine geçiyoruz. İsmail Hakkı “Ruhu’l-Beyan” adını verdiği bir tefsir yazmıştır. Hz.Musa ile Hızır olayını anlatan ayetleri tefsir edip ”Kendisine katımızdan bir ilim öğrettik” ayetine geldiğinde ledunni ilimden söz etmiş ve şöyle demiştir:
“katımızdan” demiştir. Halbuki bütün ilimler onun katındandır. Bazıları insanların öğretmesiyle olduğu için onlara ledunni ilim denilmez. Ledunni ilim, kimsenin aracılığı ve bilinen yollardan bir yolla olmaksızın Allahm kaibe indirdiği ilimdir. Allanın kullara öğrettiği ve kulların onu Allahtan başkasından öğrenebildiği her ilim,ledunni ilim türünden değildir.Çünkü Allahtan başkasından öğrenilebilir. [230]
Katımızdan, demek, zatımızın ehadiyet makamı ve mertebesinden demektir.Onun için büyük tasavvufçular ledunni ilim lafzını, ibaresiz ve aracısız sadece Allahın öğretmesiyle meydana gelen bu batın ilmi için kullanmışlardır. Onun için onlardan biri “Onu harfsiz ve sessiz olarak öğrendik, yanhşsız ve eksiksiz okuduk” demiştir.
Yani sözlü öğretim veya sözlü okumtma yolu ile değil,ilahi fayd ve rabbani ilhamla öğrendik. Zahiri ile batini ilim makamı, zahir ile batın gibidir.Çünkü zahir ilim şeriatın zahir ve şekline bağlı iken, batini ilim, evin kapısı gibidir.” [231]
“Ledunni İlim” İddiasının Yanlışlığı:
Kurtubi, tasavvufçuların ledunni ilim iddiasını çürüterek şöyle der:
“Hocamız imam Ebu’l-Abbas şöyle der: Batınıyye zındıklarından bir topluluk seri ahkamın gerekli olmadığını söyleyen bir yol izleyerek şöyle dediler: Şeriatın bu genel hükümleri geri zekalı avam insanlar içindir. Evliya ve özel kişilerin ise, bu hükümlere ihtiyacı yoktur.Onlar kalplerine doğandan sorumlu ve akıllarına gelen şeylerden mesuldür. Çünkü kalpleri bulanıklıktan arınmış, başka şeylerden boşalmıştır. Böylece onlara ilahi bilgiler ve rabbni hakikatler yansımaktadır. Bununla kainatın sırlarını ve cüziyyatın ahkamını bilirler.Onun için şeriatın genel hükümlerine ihtiyaçları yoktur. Tıpkı Hızır’da olduğu gibi. Kendisine açılan bilgilerle yetinip Musa’nın sahip olduğu bilgilere ihtiyaç duymamıştır.Nitekim naklettikleri arasında “müftüler sana fetva verse bile, sen kalbine danış” denilmiştir.
Hocamız,Allah kendisinden razı olsun, şöyle der: Bu sözler zındıklık ve küfürdür. Bu sözlerin sahibi tevbe ettirilmeden öldürülür. Çükü şeriatları inkar eder. Şüphesiz Yüce Allah yasasını uygulamış ve hikmetini gerçekleştirmiş olarak hükümlerinin ancak insanlardan peygamberler yolu ile bilineceğini belirtmiştir.
Peygamberler yolu dışında Allahm hükümlerini bilmenin hiçbir yolu olmadığı kesin bir gerçek ve zaruri bir bilgi olduğu gibi, önceki ve sonraki alimlerin de ittifakıdır bu. Peygamberlerin yolu dışında Allahm hükümlerinin bilindiği başka bir yol olduğunu ve peygamberlere ihtiyaç olmadığını söyleyen kişi kafir olur ve sorgusuz sualsiz, tevbe ettirilmeden öldürülür.
Böyle bir iddia aynı zamanda Hz.Muhamrned’den sonra da peygamberin olduğunu söylemek olur. Çünkü hükümlerini kalbinden aldığı, kalbine gelenlerin Allahm hükümleri olduğu ve onunla amel ettiği, ayrıca bir kitap ve sünnete ihtiyacının bulunmadığını söyleyen kişi, kendisinin peygamber olduğunu söylemiş olur. Böyle bir söz, Hz.Muhammed’in “Ruhulkudüs kalbime üfledi” sözü gibidir.” [232]
Advau’l-Beyan tefsirinin sahibi Şınkiti de ledunni ilim, fayd ve ilhamla ilgili tasavvufçuîarın iddilarını red ederek şöyle der:
“Yüce Allanın Hızır’a lütuf olarak verdiği rahmet ve ledunni ilim, vahiy ve peygamberliktir.Çünkü Hızır, Musa’ya “Bunları kendimden yapmadım” demiştir. Allanın emri ise, ancak vahiy yolu ile bilinir ve vahiyden başka bilinmesinin hiçbir yolu yoktur. Zaten Yüce Allah bunu vahiyle sınırlandırarak “Deki, sizi ‘ancak vahiy ile uyarıyorum” [233] demiştir.
İlke olarak velilerin iddia ettiği ilhamın hiçbir şekilde delil olamayacağı kararlaştırılmıştır. Çünkü korunmuş değildir.İlham alan kişinin aldığı ilhamın başkaları için değil, sadece kendisi için delil olduğunu tasavvufçuîarın
iddia etmesi ise, hiçir delile dayanmayan geçeriz bir iddiadır. Yanılmaktan korunmuş (masum) olmayan bir insanın aklına gelenlere güven olmaz. Çünkü şeytanın hile ve kuruntularından emin değildir.Hidayet şeriata uymakla olur, yoksa akla gelen ve kalbe damlayan ilhamlara uymakla olmaz. [234]
Böylece anlıyoruz ki tasassufçu olduğunu iddia eden cahillerin kendilerinin ve şeyhlerinin, Hızırın yaptıklarının Musa’nın sahip olduğu bilgilerin zahirine aykırı olması gibi, şeiratm zahirine aykırı da olsa, Allahın yanında hakka uygun olan batini bir yola sahip olduklarını iddia etmeleri ve hakkın zahire aykırı olan batında olduğunu söylemeleri zındıklıktır ve İslam dininden tümden çıkmanın bir yoludur.” [235]
Alusi de ledunni ilim iddialarını red etmek ve şeriatın hakikate aykırı olduğu iddiasını çürütmek için cevap verirken, tasavvufçulann şeyh ve alimleri kabul ettiği salih kimselerden bazı sözler nakleder. Örneğin, Abdulkadir Geylani’nin şu sözünü nakleder:”Bütün veliler sadece Allahın ve rasulünün kelamından alırlar ve sadece bunların zahiri ile amel ederler.”
Tasavvufçulann piri Cuneydi Bağdadi’nin de şöyle dediğini nakleder: “Rasulullahın yolundan gidenlerin yolu dışında bütün yollar kapalıdır” “Kur’an ezberlemeyen ve hadis yazmayan kişilere bu ilimde uyulmaz. Çünkü ilmimizin çerçevesi Kitap ve sünnetle çizilmiştir”
Seri Sakatı de şöyle der: “Bir hükmün zahirine aykırı batın bir ilim iddia eden kişi yanılmış olur”. Ebu Hasan Nuri de şöyle der: “Şeriat ilminin çerçevesi dışına çıkaran bir halin sahibi olduğunu iddia eden kişiden uzak dur. Açık bir hıfzın tanıklık etmediği bir hal iddia eden kişinin dininde yanlışlık olduğunu söyle”. Ebu Said Harraz da şöyle der: ■’Kalpte doğan ve zahire aykırı olan her şey batıldır”. Ebu’l-Abbas Dineveri de şöyle der: “Zahirin delilini, batini hüküm değiştirmez”. Gazali de şöyle der:”Batının zahire aykırı olduğunu iddia eden kişi imandan çok, küfre yakın olur”
Alimlerin bu sözlerinden sonra şu kesin sonuca varıyoruz; Ayetin işaret ettiği ve Yüce Allahın Hızır’a öğrettiği ilim, vahiy ve peygamberlik ilmidir. Tasavvuf çuların anlayışlarına göre ledunni ilim veya batın ilmi konusundaki iddiaları ise, geçersizdir, sapıklıktır, islam şeriatına ve Hz.Muhammed’in yoluna aykırıdır. [236]
Hz.Musa ve Hızır Öyküsünde Belirsizlikler:
Hz.Musa ile Hz. Hızır öyküsünde belirtilmemiş (müphem) şeyler çoktur. Kur’anda veya sahih hadiste bunlar belirtilmemiştir. Öncekilerden birçok kişi bu belirsizlikleri belirtmeye, zamanı, yeri ve kahramanlarını açıklamaya çalışmış, bu konuda sahih ve kesin olmayan israiliyyat haberler, rivayetler ve söylentiler nakletmiş, belirtilmeyen şeyler hakkında alabildiğine ihtilaf etmişlerdir. Halbuki bu belirsizlikleri olduğu gibi bırakmamız gerekir. Çünkü onları açıklamak için elimizde sahih ve sağlam bir delil yoktur. Bu belirsizlikleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Öyküde anlatılan olayların geçtiği zaman. Acaba Hz.Musa’nın Mısırda halkı ile beraber olduğu zaman mı, yoksa Mısırdan çıktıktan sonra mı? Yahut Sina çölünde mi idiler veya Fiîistine henüz mü girmişlerdi?
2- lki denizin birleştiği yer neresidir? Değişik ihtimaller olabilir. Akdeniz ile Kızıldeniz olabilir, Ktzıldeniz ve Hint okyanusu olabilir, Akdeniz ve Atlas okyanusu olabilir, bunlardan başkası da olabilir.
3- Hz.Musa’nın yanındaki gençle bareber gittikleri kayanın ve pınarın yeri ve adı.
4- Hızır’la buluştukları yer.
5- Hz.Musa’m Hızırla beraber gemiye bendiği yer ve geminin seyrettiği deniz.
6- Gemi sahiplerinin adı.
7- Hızır’ın Öldürdüğü çocuğun adı, anne babasının adı ve nerede oturdukları.
8- Gittikleri, halkından yemek istedikleri ve yiyecek alamadıkları kentin adı.
9- Hızır’m duvarı düzeltme şekli.
10- Bütün gemileri zorbalıkla alan kralın adı.
11- Define sahibi iki çocuğun ve babalarının adı.
12- Sahip oldukları definenin serüveni ve içinde nelerin bulunduğu.
13- Hızır’a giderken Musanın yanında bulunan Yuşa İbn Nun’un akibeti. Onlarla beraber mi gitti? Halkının yanına mı döndü? Yoksa iki denizin birleştiği yerde onları mı bekledi?
14- Hızır, Musadan nerede ayrıldı ve ne tarafa gitti? 15-Hz. Musa halkına nasıl ve ne zaman döndü?
Bütün bu konular belirsizdir.Araştırmak ve belirtmek için kendimizi yormayacağız. Açıklamak için söylenecek her söz bilimsel, metodlu ve dikkatli değildir. Doğru olmaktan çok yanlışa daha yakındır.Hatta büyük çoğunluğu doğru değil, yanlış olur.Doğru olanı yanlıştan ayırmak da mümkün değildir. Bunları açıklamak için söylenecek sözlerin yanlışlığı, doğruluğundan daha fazladır. Onun için olduğu gibi belirsiz kalmasına, tefsir, tarih ve kıssa kitaplarında anlatılmış olsa da, açıklamak için söylenmiş bütün sözlere itibar edilmemesine çağırıyoruz. [237]
Hz.Musa ve Hızır Öyküsünde Sürprizler:
Hz. Musa ve Hızır öyküsünde Hz.Musa’nın karşılaştığı kapalı çok şeyler olduğu gibi onu dehşete düşüren olağandışı birtakım olaylar da bulunmaktadır. Öyküde bu olaylardan ve kapalı şeylerden bazıları açıklık kazanmış olmakla beraber, bazıları sürpriz ve kapalı olarak kalmıştır. Onlardan şunları görüyoruz:
1- Balıgın kovadan çıkıp denize girmesi. Yüce Allah Hz.Musa’ya tuzlanmış ve kızartılmış bir balığı kova içinde yanına almasını emretmiş, balığı yitirdiği yerde Hızır’ı bulacağını söylemiştir. Hz.Musa ve yanındaki genç uyurken, kovadaki tuzlanmış ve kızartılmış balığa o anda hayat pınarından bir damla su gelmiş, Allah ona ruh vermiş ve balık canlanmış, kovadan çıkarak denize dalmıştır. Böyle bir şey nasıl olabilir? Tuzlanmış ve kızartılmış ölü bir balık yeniden canlanıyor ve hayat buluyor! Şüphesiz bu olay Musa’yı ve yanındaki genci şaşırtan olağandışı büyük bir olay olduğu kadar, her okuyucuyu da şaşırtan olağanüstü büyük bir olaydır.
Bu rabbani mucize Allahın sonsuz gücünü gösteren en büyük delillerdendir. Şüphesiz Allahın gücü herşeye yeter ve dilediğini yapır. O öldürür ve diriltir. Bu mucize aynı zamanda ölümden sonra dirilişin de bir delilidir. Tuzlanmış ve kızartılmış ölü balığı diriltip hayat veren Allah, kiyamet günü insanları da diriltmeye kadirdir.
2- Bahk canlanıp denize daldığında denizde görülmemiş şekilde bir yol açarak ilerlemiştir. Geçtiği yerde suda bir koridor açarak gitmiştir. Öyleki bir insan o açılan yoldan gidecek olsa, balığın gittiği yeri bulur. Nitekim yanındaki gençle beraber Hz.Musa da o yoldan gitmiştir.
3- Hz.Musa ve yanındaki genç balığı yitirdikleri eski yerlerine döndüklerinde beklenmedik bir şeyle karşılaştılar.Hızır’ın sırt üstü uzandığını ve bir örtü ile örtülü olduğunu gördüler.Hz.Musa ona selam verince, Hızır yüzünü açtı ve selamı aldı.Hızır bilinmeyen belirsiz bir yerden gelmişti.Hz.MUsa ve yanındaki genç onun nereden geldiğini bilmedikleri gibi, öyküyü izleyen bizler de nereden ve nasıl geldiğini, daha önce nerede yaşadığını bilmiyoruz. Bütün bildiklerimiz, oracıkta Hz.Msanın kendisiyle karşılaştığı gibi, bizim de ansızın kendisiyle karşılaşmaktan ibarettir.
4- Hz.Musa kendisinden bilgiler öğrenmek için kendisine eşlik etmek istediğini söyleyince, Hızır “benimle beraber olmaya dayanamazsın” diyerek sürpriz yapmıştır. Nitekim Öykünün akışı içinde de bunun böyle olduğunu görüyoruz. Çünkü Hz.Musa olup bitenler karşısında sabredip dayanamamıştır.
5- Hızir’ın Hz.Musa’ya yaptığı sürprizlerden biri de ücret ödemeden bindikleri geminin tahtalarından birini sökmesi ve gemiyi delmesidir. Hz.Musa onun bu yaptıklarına itiraz etmiş ve sabredemediğini bir daha göstermiştir.
6- Hızır’m yaptığı sürprizlerden biri de çocuklarla
beraber oynayan suçsuz bir çocuğu öldürmesidir. Hz.Musa buna da itiraz etmiş ve yapılanlar karşısında dayanamadığını göstermiştir.
7- Hz.Musa’ya ve dolayısıyla bizlere Hızır’ın yaptığı sürprizlerden biri de, köy halkının Hz.Musa’ya ve dolayısıyla bizlere yaptığı sürprizdir.Yemek istemelerine ve misafir olduklarını söylemelerine rağmen, köy halkı onları misafir etmemiş ve yemek vermemiştir.
8- Hızır’ın Hz.Musa’ya yaptığı sürprizlerden biri de, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı doğrultmasıdır.Hz. Musa kendilerini misafir olarak ağırlamayan ve bir yemeyi bile esirgeyen köy halkından bu doğrultma karşılığında ücret isteyebileceğini, çünkü bu iyiliğe layık olmadıklarını söylemiştir.
9- Hz.Musa’ya ve öyküyü dikkatle izleyen bizlere Hızır’ın yaptığı en büyük sürpriz, Her üç işin üstündeki perdeyi açması, üzerindeki örtüyü kaldırması, yorumlaması ve yaptığı işlerin hak, doğru ve iyilik olduğunu belirtmesidir. Bu olayların üzerindeki örtüyü kaldırması ve yorumlaması şüphesiz bir sürpriz olmuştur.
10- Halkın gemilerine zorbalıkla el koyan ve Hızır deimeseydi zavallı bu insanların gemisini de alacak olan bu zorba kişiyi haber vermesi ve önceden bildiğini göstermesi de sürprizlerden biri olmuştur,
11- Hızır’ın öldürdüğü çocuğun geleceğinden haber vermesi, yaşayıp büyüdüğü taktirde kafir olacağını, Yüce Allahın anne babasına hem yarar, hem şefkat bakımından ondan daha hayırlı birini vermek istediğini bildirmesi de büyük bir sürprizdir.
12- Duvarın altında iki yetimin bir definesinin bulunduğunu bildirmesi de bir sürprizdir.Hızır iki çocuğun büyüyüp definelerini çıkarması için duvarı doğrultmuştur.
13- Hızırın bilmediğimiz bir yere gitmesi de bir sürprizdir. Herhalde Hz. Musa da nereye gittiğini bilmemiştir.Yaptığı üç işin iç yüzünü göstererek yorumunu yaptıktan sonra Hz.Musayı dehşet ve tuhaflık içinde bırakıp bilinmeyen bir yere gitmesi bir sürpriz olmuştur.
Öyküde Hızır bilinmeyen bir yerden gelmiş,öykünen sonunda da bilimeyen bir yere gitmiştir. Nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmiyoruz. Kur’an ve hadiste burada anlatılanlardan başka bir bilgi de bulunmamaktadır.
Hızır ve Hz.Musa öyküsü bir nevi belirsizliğin, kapalılığın sürprizlerin, dehşet ve tuhaflığın öyküsüdür. Öyküyü her okuduğumuzda dehşetle ve tuhaflıkla karşılaşırız, olayların iç yüzünü ve sürprizlerin sırrını önceden bilmemize rağmen, her okuyuşumuzda etkileyici sürprizlerinden etkileniriz. [238]
İlim Öğrenmek İçin Yolculuk:
Hz.Musa, genç arkadaşı Yuşa İbn Nun’a ne demişti? “Ben,iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım, demişti”. Burası da Yüce Allahın Hz.Musa’ya Hızır’ı bulacağını söylediği yerdir. Bu yolculuk yıllarca da sürse,iki denizin birleştiği yere gelinceye kadar yürümeye devam edecek.
Mz.Musa’nın bu sözlerinden ilim öğrenmek için yolculuk yapmak, bunun için olabilecek bütün engelleri aşmaya kararlılıkla çalışmak gerektiğini öğreniyoruz. İslam alimleri İlim öğrenmek için yolculuk yapmanın en güzel örneklerini vermiş, bunun için türlü sıkıntılar ve zorluklara katlanmış ve sabretmişîerdir. Hicri beşinci asırda yaşamış olan Hnîib Bağdadi, Rasulullahm bir hadisini bile bulup tespit etmek için başka memleketlere yolculuk yapmış en meşhur alimleri “er-Rihletu fi Talebi’l-Hadis” adında bir eserle kitaplaştırmıştır. Bu kitap bir kaçyıl Önce Dr.Nureddin Itır tarafından tahkik edilerek basılmıştır.
Günümüzde de Dr.Abdulfettah Ebu Gudde ilim tahsili için yolculuk yapan ve bu uğurda her türlü sıkıntı ve zorluklara sabreden islam alimlerinden örnekler topladığı bir kitap yazmış ve “Safahatun min Sabri’l-UIema ala Şedadidi’1-tlmi ve ve’t-Tahsili” [239] adını vermiştir.
Hz.Musa genç arkadaşına “Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım, dedi”. Alimler yıllarca anlamındaki “Hukub” kelimesinin altmış ile yüz yıl arasında bir anlama geldiğini söylerler. Ancak en doğrusu, belirsiz uzun bir zaman anlamındadır. Bu anlam, Hz.Musa’nın genç arkadaşına söylediği “Yıllarca yürümeye kararlıyım” sözünde açıktır. Çünkü ne kadar yürüyeceğini belirtmemiş ve Hızırla buluşuncaya kadar yürümeye devam edeceğini söyleyerek bu süreyi belirsiz bırakmıştır.
Bu anlam Kur’amn, kafirlerin cehennemde uzun süre kalacaklarını belirttiği “Orada sonsuz kalacaklardır” [240] sözünde de açıktır. Bu da sonu olmayan belirsiz bir süredir.Çünkü kafirler cehennemde sonsuz kalacaklardır. [241]
Balığı Unuttular:
Kur’anı Kerim ikisinin unuttuğunu söylemiş ve “iki denizin birleştiği yere geldikerinde balığı unuttular” demiştir. Halbuki gerçekte balığı unutan, genç arkadaşı Yuşa İbn Nun’dur. Musa, genç arkadaşından bir kova içinde balığı taşımasını istemiş ve balığı yitirdiğimiz anda bana haber ver, demişti.Yürüyüp kayaya vardıkları ve kovayı pınara yakın bir yere bırakıp uyudukları anda balığa sudan damlalar ulaşmış, balık dirilmiş, kovadan çıkıp hayret verici bir şekilde denizde yol almıştır.
Uyandıktan sonra yollarına devam etmişler, yorulunca ve Hz.Musa genç arkadaşından yiyeceği isteyince balığı hatırlamışlar. Balığı unutan, Musa değil, genç arkadaşı olmasına rağmen acaba Kur’an niçin ikisinin unuttuğunu söylemiştir? Bunun iki sebebi olduğu anlaşılıyor:
a- Anne ve babaya Ebeveyn, Ebu Bekir ve Ömer’e Ömereyn denildiği gibi, bu olay da tağlib yolu ile ifade edilmiştir.Yolculukta beraber ve ortak oldukları gibi o esnada meydana gelen şeylerde ortak sayılırlar. Unutma da bulardan biridir.
b- Unutmanm sonucu ve etkisi sadece genç arkadaşı değil, ikisini etkilemektedir. Nitekim ikisi de uzun yoluluktan yorulmuş,acıkmış ve bitkin düşmüştür. [242]
Yemeğimizi Getir:
iki denizin birleştiği yeri geçip uzun bir süre yürüdükten sonra yorulup acıkmışlar ve Musa genç arkadaşına “Yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan çok yorulduk” demiştir. Ayete iyice baktığımızda şunları görüyoruz:
a- Yolculuk için kişinin yanına yemek ve azık alması caizdir.Böyle bir şey Allaha tevekküle aykırı değil, ona tevekkülün gereğidir.Çünkü Yüce Allahm alınmasını emrettiği tebirleri almaktır. Kimi zavallılar tevekküle aykırı olur düşüncesiyle yola çıktıklarında yanlarına azık ve yiyecek almazlar. Bunlar tevekkül edenler değil, Allahın istediği sebeplere başvurmayan ve tedbir almayan tenbel kişilerdir.
b- Başkaİanrıdan bir işi yapmasını istemek ve yemeği getirmesini söylemek caizdir. Çünkü Musa, genç aradaşından kendilerine yemeği getirmesini istemiştir.Gerçi müslümanın başkasından istemek yerine kendisinin işi yapması daha uygun olur.
c- Kişinin yorgunluk, acıkma ve diğer durumlarını başkasına söylemesi caizir. Böyle bir şey Allaha inanmaya, ona teslim olup tevekkül etmeye aykırı değildir. Hz.Musa genç arkadaşına “Bu yolculuğumuzdan çok yorulduk” demiştir.
d- Hz.Musa ancak kararlaştırılan iki denizin birleştiği yeri geçtikten sonra açlık ve yorgunluk hissetmiştir.Yukarıda belirtilen hadiste bu durum belirtilerek “Musa, emredildiği yeri geçinceye kadar yorgunluk hissetmedi” denilmiştir. Yorulmak ve acıkmak bir bakıma unutmanın cezası olmuştur. [243]
Onu Ancak Şeytan Bana Unutturdu:
Hz.Musa genç arkadaşından yemeği getirmesini isteyince, genç arkadaşı tuzlanmış ve kızartılmış olup denizde yol almış bulunan balığı hatırladı. Halbuki Musa, balığı yitirdiklerinde kendisine haber vermesini istemişti.Uyandıklarında ve genç balığı bulamadığında Musa’ya balığın kaybolduğunu söylemeyi unutmuş, uzun bir yol yürüdükten sonra yorgunluk hissetmişlerdir. Musa ona “Yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan çok yorulduk’1 dediğinde, genç “Gördün mü? Kayaya vardığımızda balığı unutmuşum, onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır” demiştir.
Yanında uyudukları, balığı yitirdikleri ve Musa’ya haber vermeyi unuttuğu kayanın yanına dönmeyi Musa’ya teklif etmiş, balığı orada unuttuğunu itiraf etmiş, şeytanın unutturduğunu söyleyerek “Balığı unuttum,onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır” demiştir. [244]
Şüphesiz şeytan insana unutturmaya çalışır, insanın rabbini unutması, dinini unutması,görevini unutmasını sağlar. Böylece insana musallat olması ve kalbini esir alması da kolaylaşır.
Şeytan, ancak insan unuttuğu zaman ona musallat olur ve yapacağını yapar. Fakat uyanık ve dikkatli müslümana musallat olması sözkonusu olmaz. Yüce Allah buyuruyor: “Allaha karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir dürtüye uğrayınca Allahı anarlar ve hemen gerçeği görürler.Onların kardeşleri onları azgınlığa sürüklerler ve bundan hiç geri durmazlar” [245]
Şüphesiz şeytan her insanın peşindedir.İnşaların unutmasını o sağlar. Şeytan unutturur, insan da unutur, şeytan unutturur ve hepimiz unuturuz. “Balığı unuttum, hatırlamayı unutturan ancak şeytandır”, [246]
Yolun Açılması ve Hayret Verici Olması:
Kur’an, balığın denizde yürümesini iki kelime ile anlatır. Önce “Balığı unuttular, balık denizde bir yol açarak gitti.” der. Sonra “Balığı unuttum, onu hatırlamamı bana unutturan ancak şeytandır, yolda hayret verici bir şekilde yol aldı” demektedir.
Denizde yürüyen balığın önünde Allah koridor gibi bir yol açıyor ve bu yol kapanmadan açık kalıyor. Hz.Peygamber bunu şöyle belirtiyordu: “Geçtiği yolda Allah suyun kapanmasını önlemiş ve orası bir koridor gibi kalmıştır”
Hayret bir şekilde yol almasına gelince; Tuzlanmış, kızartılmış ve kovaya yerleştirilmiş balığın diriltilmesi, kovadan çıkması, suya girmesi,geçtiği yerde yol açılması ve suyun kapanmayıp açık bir koridor gibi kalması, bütün bu olaylar hayret vermekte ve insanları – şaşkınlık içinde bırakmaktadır.Onun içhı Hz. Musa ve genç arkadaşı bu olaylara hayret etmiştir.
Kur’an bu iki olayı anlatırken açılan bir yol ve hayret veren bir şey anlamındaki kelimeleri kullanır.Birincisi, balığın geçerken suda açtığı yol için kullanılmış, ikincisi de Hz.Musa ve genç arkadaşı için buranın bir yol olarak açık kaldığını belirtmek için kullanılmıştır.Anlatımdaki farklılığın sebebi, Kur’anın yakaladığı yön ve öyküye baktığı açıdır. Birincisinde olaya balık açısından bıkmış ve denizde balığın hareketini dile getirmiştir. Onun için “Denizde bir yol açarak ilerlemiştir” demiştir.
ikincisinde ise, olaya Hz.Musa ve genç arkadaşı açısından bakmış, balığın hareketinin Hz.Musa ve genç arkadaşının psikolojisi üzerindeki etkisini farketmiştir. Şüphesiz ikisi de balığın bu hareketine hayret edeceklerdir. Onun için “denizde hayret bir şekilde yol aldı” demiştir.
Balığın dirilip hareket etmesinin yol açtığı hayret, yadırgama ve onaylamama hayreti değildir. Çünkü Hz.Musa ve genç arkadaşı Allaha, ölüleri diriltme ve mucizeler yaratma gücüne inanırlar. Hayret vermesi, olağandışı olması ve insanı etkilemesidir. [247]
Selam Vermeyi Nereden Öğrendin?
Yuşa1 balığı unuttuğunu söyleyip Hz.Musa’ya kayaya dönmeyi teklif ettiğinde Musa “Bizim istediğimiz bu idi”
dedi. Gelirken bastıkları yerleri izleyip geldikleri yoldan döndüler. İki denizin birleştiği yere gelip kayaya çıktıklarında kullarımızdan bir kul buldular.Rasulullahm belirttiği gibi o da Hızır’dır. Bir örtü ile örtülmüş ve sırt üstü uzanıp yatmıştır.
Hz.Musa ona selam verdi.Hızır üstündeki örtüyü kaldırdı ve selamı aldı.O ülkede bir adamın kendisine selam vermesi tuhafına gitti ve sordu: “Senin burada selam vermek var mı?”
Hızır’ın sorusu üzerinde biraz durmak gerekir. O ülkede selam veren birinin olması sanki Hızırın tuhafına gitmiştir. Bu da belki orada mümin insanların olmamasındandır. Yanına Hz.Musa’nın geleceğini de bilmiyordu.
Ancak Hızırın sormasından daha derin ve daha uzak boyutlu bir şey öğreniyoruz. Sanki bütün yer yüzünü kastediyor ve sanki yer yüzünün tamamında barışın gerçekleşmesinin mümkün olmadığına işaret etmek isityor. Çatışma, mücadele, itişip kakışma ve anlaşmazlığın kaçınılmaz olarak yer yüzünde devam edeceğini sanki anlatmak istiyor.Nitekim yer yüzünün şurada burada ortaya çıkan savaş ve çatışmalardan bir dönem olsun uzak kalmadığını tarih bize anlatmaktadır.
Bu savaşlar çağımızda gittikçe daha çok yayılmakta, alevlenmekte ve amansızlaşmaktadır. Gazete ve dergileri okuyan herkes, neredeyse savaş ve çatışma haberlerinden başka bir şey görememektedir.Basılı ve görsel yayınları izleyen herkes neredeyse savaş ve çatışma haberlerinden başkasını duymamakta ve seyretmemektedir Bu da Yüce Allanın şu buyruğu ile dile getirdiği bir olgudur: “Eğer
rabbin dileseydi, insanları birtek ümmet yapardı.Fakat rabbinin merhamet ettikleri bir yana, ihtilaf etmeye devam ediyorlar. Esasen onları bunun için yaratmıştır” [248] “Allanın insanları birbirleriyle gidermesi olmasaydı, yer yüzü bozulurdu” [249]
Hızır’ın “senin burada selam ne geziyor?” demesi bu anlamı çağrıştırıyor. Her halde yer yüzünde barışın gerçekleşmesi ne gezer! demek istiyor. [250]
Kullarımızdan Biri:
Kur’anı Kerim, Hızır’ı “Kullarımızdan bir kul” diyerek anmıştır. “Allanın kulu” olarak nitelenmesi, onun peygamberliğine engel değildir. Zaten iki niteleme arasında bir çelişki yoktur. Hızır’ın peygamber olduğunu belirten görüşü tercih ettiğimizi daha önce belirtmiştik.
Şüphesiz Allaha kul olmak, peygamberliğin alametlerinin en açık olanıdır. Nitekim Yüce Allah Hz.Nuh için “Nuh’la beraber taşıdığımızın zürriyeti.Şüphesiz o şükeden bir kuldu” [251] ve Hz.Muhammed için “Geceleyin kulunu yürüten Allah eksikliklerden uzaktır”174 der. Kur’anın “Ibâd” kelimesini genellikle müminler için, “Abîd” kelimesini de kafirler için kullandığına işaret etmek işitiyoruz. [252]
Rahmet ve İlim Arasında:
Kur’an, Yüce Allanın Hızır’a verdiği nimeti belirterek şöyle der:”Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik”. Anlatımda görüldüğü gibi rahmet Allah tarafından kullara verilmektedir.Çünkü Allanın bir lutfu olup kişiyi kuşatmakta, mutlu ve afiyet içinde yaşamasını sağlamaktadır.
ilim de Allah tarafından öğretilmektedir. Çünkü öğrenmek için çaba, gayret ve emek gerekir.İnsan kendini ilme vermez ve kazanmak için çalışmazsa, ondan birşey kazanmaz.
Anlatımda dikkati çeken şeylerden biri de, rahmet için “Allanın yanından” ifadesi kullanılırken, ilim için “Allanın katından” ifadesinin kullanılmasıdır. Rahmet için “min indina” derken, ilim için “min ledunna” demektedir. İkisi için farklı iki kelime kullanılmaktadır. Bu konuda Rağıb Isfahani şöyle der:
“Ledun, kelimesi, “min indina” ifadesinden dıilta özeldir. Çünkü bir sonun başlangıcını belirtir. Mesela Güneşin doğuşundan batışına kadar onun yanında kaldım, demek gibi.Ledun kelimesi, fiilin nihayeti yerine kullanılır. Yanında anlamındaki “inde” kelimesi yerine de kullanılır. Onun yanında ” indehu ve ledunhu” mal kazandım, gibi. Bazıları ledun kelimesinin inde kelimesinden daha beliğ ve özel olduğunu söyler” [253]
Isfahani’nin belirttiğine göre ledun kelimesi, inde kelimesinden daha beliğ ve daha özeldir. Acaba ilim için Kur’an neden bu kelimeyi kullanmıştır?
İlim ve rahmete bakacak olursak, rahmetin ilimden daha genel olduğunu görürüz.Allahın rahmeti bütün yaratıkları kapsar. Allahın rahmeti olmadan canlıların yaşaması mümkün değildir.Aynı şekilde Allahın rahmeti mümin ve kafir bütün insanları kapsar. Onun rahmeti olmazsa yaşayamazlar.
Halbuki ilmi Allah yaratıkların hepsine vermediği gibi, özellikle Allahın Hızır’a öğrettiği ledunni bir ilmi de insanların hepsine vermez. Rahmet genel olduğu için genellik belirten “inde” kelimesiyle kullanılırken, ilim özel olduğu için özellik belirten “ledun” kelimesiyle kullanılmıştır.
Hızır’a verilen ilmin Allah tarafından verilmiş ledunni bir ilim olarak nitelenmesinden anlıyoruz ki onun yaptığı bütün işlerin Allahın verdiği ledunni ilim sonucu yapıldığı için doğru ve yerinde olup Yüce Allah tarafından Hz. Musa ‘ya bildirmiştir.
Bir de “Ona yanımızdan bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik” ayetinde ilimden önce rahmetin getirilmesi üzerinde de biraz durmak istiyoruz. Acaba ilim ile rahmet arasındaki bağ nedir? Niçin rahmet ilimden önce gelmiştir?
Şüphesiz rahmet, ilimden önce gelen temeldir.ilmin yarar sağlaması için rahmet,ortam ve uygun çevredir.llim rahmetten soyutlanır ve rahmet ondan sonraya kalırsa, yani ona temel ve hazırlık oluşturmazsa, ilim kötülük, yıkım ve zarar olur. Onun için rahmet ilimden Önce gelmiştir.
Hızırın Ümi rahmetle dolu idi.Ramet o ilim için uygun bir zemindi. İlim onunla bütünleşmiş, içinde büyümüş, hayırlı,yararlı ve bereketli olmuştur. Bu ilmi ile geminin zorbalıkla ğaspedilmesini önlemiş, ilmi ile Allahın kendilerine mümin başka birini vermesi için kafir olan çocuktan anne babayı kurtarmış, ilmi ile yetim olan iki çocuk için duvarı doırultmuş ve definelerini korumuştur.
Bütün bunları rahmetle kuşatılmış ilmi ile yapmış, ilmi de rahmet saçmıştır. Başkaları da bu ilimden yararlanmıştır.
Müslmümaniarın ilimleri de böyle olmuştur. Çünkü türlü ilimleri rahmetle dolu olmuş, onunla bütünleşmiştir. Onun için hem müslümanlara hem de başkalarına yarar sağlamıştır.
Ama rahmetten yoksun olan ve rahmetin önünde giden, onunla bütünleşmeyen ve kaynaşmayan ilim, zararlı, kötü, yıkıcı, zehirleyici ve sömürücü olur. Bunu da çağdaş batılı ilimlerde açıkça görüyoruz. Batılılarda ilim var, ilerleme var, ilimde daha öncekilerin hayal bile edemedikleri seviyelere yükselmişler, ilimleri dalbudak salmış ve çeşitlenerek hayatın tüm alanlarını içine almıştır.
Ancak bu ilimler, buluş, keşif ve sanatlar hem sahipleri hem başkaları için bir felaket ve musibet olmuştur. Yıkım, tahribat, azgınlık, ahlaksızlık, bozgunculuk, haksızlık ve sömrgecilik için kullanılmıştır. O ilimlerle insanlığın bedbahtlığı ve perişanlığı daha da artmıştır.
Bu söylediklerimizden şüphesi olan varsa söylesin; Acaba nükleer, balestik, biyolojik ve elektronik silahlar insanlığın yararına mı, zararına mıdır? Acaba atom bombalan Hiroşima ve Nagazaki medeniyetlerini yıkmış mıdır, kurtar mış mıdır? Dünya svaşmda biyolojik ve kimyasal silahlar acaba ne yaptı? Acaba napalm bombaları, misket bombalan, fosfor bombaları kurbanlarında neler yaptı? Acaba kimyasal silahlar savaşlarda ne yapıyor? Allah bilir, savaş zamanında düşman üzerine saçılmak üzere cani ve katil ülkelerin depolarında veba, kanser, kolera ve laboratuvarlarda üretilip depolanan Aids mikropları içeren öldürücü biyolojik ve yıkıcı ne kadar silah bulunmaktadır!
Modern kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar, insanlık dünyasının kin dolu şeytanca zekasının sonucunda ulaştığı en aşağı, en yıkıcı, en çirkîn ve en barbar düzeyi göstermiyor mu?
Bütün bu açıklamalar ışığında “Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik” sözlerinde rahmetin niçin ilimden önce gelmiş olmasının sebebini daha iyi anlıyoruz. Yine bu açıklamar ışığında ilmin rahmetle bütünleşmesinin, yararlı, bereketli, şefkatli ve kurtarıcı olması için ahlak unsuru taşımasının ne kadar önemli olduğunu kavrıyoruz. [254]
İlim Öğrenmenin Şekli:
Hz.Musa Hızırla buluştuğunda Hızır ona :”Allah sana, benim bilmediğim bir ilim öğretmiş, Bana da, senin bilmediğin bir ilim öğretmiştir” deyince, yararlanmak için sana öğretilen ilimden bana öğretmek üzere sana uyayım mı? dedi.
Hızır’ın Musaya söylediğinden anlıyoruz ki bir kişinin bütün ilmi elde etmesi veya bilmesi mümkün değildir.İşte peygamber olan Hz.Musa, bazı bilgileri bilmiyor, yine bir peygamber olan Hızır bazı bilgileri bilmiyor. Her birine Allah, diğerine öğretmediği bir ilim öğretmiştir.
Hızır bunu Hz.Musa’ya alatmak istemiş, denize açıldıklarında bir serçe gelip geminin kenarında konmuş, denizin suyundan bir iki damla almış,Hızır bunu Örnek göstererek Musa’ya “Ey Musa, benim ilmim de, senin ilmin de Allanın ilminin yanında ancak bu serçenin denizin suyundan içtiği kadardır”demiştir. Allanın ilmine oranla insanların bütün ilimleri anılmaya bile değmez. Onun için Yüce Allah “Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir” [255] buyurmaktadır. Bir şair de “Alim olduğunu iddia eden kişiye söyle; bir şey öğrenmişsin, ama nice şeyler bilmiyorsun” demiştir.
Hz.Musa’nın “Yararlanmak için sana öğretilen ilimden bana öğretmek üzere sana uyayım mı?” sözünde şu iki şeyi öğreniyoruz:
a- llim istenirken edeple istenmeli, saygı ve nezaket içinde alimle konuşulmalıdır. “Sana uyayım mı?” gibi. Evet, bu zarif ve yumuşak isteme üslubuyla seslenmek!
Sonra,ben sana uyuyorum, sana tabi oluyorum, sana karşı bilgiçlik taslamak veya sana rakip olmak için değil! Sana uymamım bir hedefi var, seninle beraber yolculuk yapmamın amacı var. O da senden öğrenmek ve sana
öğretilenlerden bana öğretmendir.
İlim, edep içinde istendiği zaman yararlı ve verimli olur.Ama edpten yoksun olarak istenildiği zaman hem sahibine, hem başkasına zararlı olur. İlim isteyen kimi insanlar öğrenme edebini yitirmekte, bir iki mesele okuyup bir iki konu ezberleyince kendini parmakla gösterilmesi gereken alim sanmakta, alimlere karşı bilgiçlik taslamakta, onların hesabına meşhur olmakta ve karalayıp küçümsemeye başlamaktadır. İlim edebinden yoksun olan kişiler, hem ilimden,hem de ilmin yararından yoksun olurlar, ilim öğrenmenin edebini anlatan en güzel kitaplardan biri Ibn Cumaa’nın “Tezkiratu’s-Sami’ ve’l-Mutekellim fi Âdâbi’1-Alim ve”l-MuteaIlim” kitabıdır.
b- Ilim öğrenmekten amaç, yarar sağlamaktır. “Olgunluk kazandıracak ilimden bana öğretmen için sana uyayım mı?”
Hz.Musa, “Olgunluk için” diyerek ilim öğrenmek istemesinin hedefini açıklamaktadır. Olgunlaşmak ve olgun olmak için ilim öğrenmek istiyor. Kendisini olgunlaştıracak, insanlarla olgunlukla ilişkiler kurmasını ve aralarında olgun bir şekilde yaşamasını sağlayacak yararlı ve doğru ilmi öğreniyor.
Bazı öğrenciler ilmin kendisini amaç ve hedef yaparlar.Öğrenmek için öğrenirler,”ilim için ilim ve öğrenmek için öğrenmek ” sıloganını benimserler. Halbuki Hz.Musa onlara ilmin yüce bir amaç için olması, hedef değil, olgunluğu kazanmak için araç olması gerektiğini öğretiyor.
Diğer taraftan bazı öğrencilerin zarar ve kötülük doğuran yahut çirkin ahlak ve sıfatlar üreten değersiz ve rezil bilgileri öğrendiklerini, onlar için çok mal, zaman, para,emek ve enerjiler tükettiklerini görüyoruz. Değilse, acaba çılgınlar gibi debelenen ve sarhoşlar gibi nara atanların öğrendikleri müziklerde ne yarar vardır? Haram etlerin teşhir edildiği dans, anlamsız resim,heykel ve kötülüğü canlandıran tiyatrodan insanlara ne yarar geliyor?
Yararlı ilim, olgunluk kazandıran, güzel meyveler veren mübarek ağacı yetiştiren, çalışmaya ve güzel davranışa yönlendiren ilimdir. [256]
Yaptıklarım Karşısında Dayanamazsın:
Hızır, Hz.Musa’nın isteğine “Benim yaptıklarım karşısında dayamazsın” diyerek cevap vermiştir. Hz.Musa’nın kendisine arkadaşlık yapmaya ve beraber yürümeye dayanamıyacağını söylemiştir.
“Benimle beraber sabredemiyeceksin” sözü ile, “Benim yaptıklarıma karşı dayanamazsın” sözü arasında fark vark vardır. Birincisinde sadece sabredilemiyeceği belirtilirken, ikincisinde sabretmek için Musa’nın çaba göstereceği, ama b^na rağmen dayanamıyacağı belirtilmektedir.
Hızır bunu Hz.Musa’ya vurgu belirten birtakım harfler ve fiil kipi kullanarak söylemiştir. Hz. Musa’nın yapamıyacağı şeyin sabretme değil, güç yetirme ve dayanmadır. Sabretmek için çaba gösterecek, kendini zorlayacak, ama bütün bunlara rağmen yapılanlar karşısında dayanamıyacaktır.
“Benimle beraber” demekle, içerdiği meydan okumaya rağmen, Hz.Musa’nın sabretme ve dayanma gücünü küçümsemek istemediğini anlatmaktadır. Hz.Musa’nın, Hızından başkasıyla beraber sabredebilir, ama sadece Hızır’ın yaptıkları karşısında sabretmekten aciz kalacağını anlatır.
Bu sözler karşısında Hz.Musa herhalde şaşırmış ve dehşet içinde kalmış olmalıdır. Çünkü Hızır nasıl oluyor da bunu böyle kesin olarak söylüyor ve birtakım vurgularla bunu vurguluyor? Hz.Musa’nın sabretmeye çalışacağı, ama dayanamıyacağını Hızır nereden biliyor?
Hızır “Bilmediğin bir şeye karşı nasıl sabredebilirsin ki?” diyerek niçin sabredemiyeceğini açıklamış olmaktadır.
Hadis’te belirtildiğine göre Hızır,Hz.Musa’ya “Bilmediğin bir şeyin karşısında nasıl sabredebilirsin ki? Yapmam istenen bir şeyi sen gördüğün zaman sabredemiyeceksin” demiştir.
Şüphesiz Hz.Musa sabredemiyecektir. Çünkü Hızır’ın iç yüzünü bitmediği tuhaf birtakım davranış ve uygulamalarını görecek, onun için bu işlerine karşı çıkacak ve kendisiyle beraber artık yürümeye sabredemiyecektir.
Hızır’ın “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeye karşı nasıl sabredebilirsin ki?” sözü, insan psikolojisinin niteliklerinden birine işaret eder. Bu bakımdan psikolojik bu boyutları olan ayetlerin psikolojik boyutlarını ortaya çıkarmak için doğru analiz yapan psikoloji bilimi ışığında bu olaya bakmamız gerekir.
Yüce Allah insanı öğrenme merakı taşıyan bir yapıda yaratmıştır, insan etrafında olup bitenleri, görüp işittiği şeyleri öğrenmeyi sever. Onun için yeni bilgiler öğrenmek amacıyla çok soru sorar ve araştırır. Anlamadığı şeyler gördüğü zaman hemen karşı çıkar ve itiraz eder yahut en azından bir açıklama ister.
İnsanın tabiatı, aklını ve düşüncesini işlevsiz kılarak yürümemektir. Onun için insan anlamadığı şeylere karşı sabretmez ve kavrayamadığı şeyler karşısında susmaz.
İnsanın bu psikolojisini Hızır kavramış ve Hz.Musa’ya “bana emredilen şeyi gördüğünde sen sabredemezsin” demiştir. Sen ona karşı sabredemezsin. Çünkü psikolojin onun iç yüzünü bilmiyor ve aklın onu kavramıyor. Çünkü onu bilmiyorsun. Bilmediğin için de karşı çıkılması gereken bir iş sanıyorsun. [257]
Arkadaşlık ve Yolculuk Âdabı:
Hz.Musa’ sabırlı olacağına dair Hızır’a söz verdi. “Allanın izni ile beni sabredenlerden bulacaksın, senin hiçbir emrine de karşı çıkmayacağım”dedi. Bununla beraber Hızır bunu garantilemek için bir tedbir aldı ve
Bana uyacak olursan, sana bilgi verinceye kadar, benden bir şey sorma” dedi. Kendisine bir şey sormaması, bir şeyine itiraz etmemesi ve kendisinden açıklama beklemesini istedi.
Bununla Hızır sanki yolculuğa hızırhk yaptığını, Hz.Musa’ya görünürde haksız ve doğru olmayan bir takım davranışlar, uygulamalar ve sürprizler göreceğini, onlar için itiraz edip konuşmamasını ve kendisinden bir şey sormadan açıklama beklemesini söylemektedir. Yüce iki peygamber arasında geçenlere iyice baktığımız zaman Hızırın yol arkadaşlığı adabına işaret ettiğini, yolculuğun İşbirliği ve yardımlaşma içinde her türlü anlaşmazlık ve çekişmeden uzak geçmesini sağlamanın yolunu gösterdiğini görürüz. Hz.Musa sabredeceğini söylüyor ve bunu gerçekleştirmek için de Allahtan yardım diliyor.
Sabır, yolculukta kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü sabredilmeyen bir yolculuk, anlaşmazlık, çekişme ve sıkıntı ile geçer. Bilindiği gibi yolculuk bir tür eziyettir. Yolcu huzursuz, yorgun, bitkin ve sinirleri gergin olur. Çabuk öfkelenir ve reaksiyon gösterir. Onun için mümin bir yolcu yolculukta karşılaşacağı sıkıntılar için Allahtan yardım ister. Hz.Musa “Allahın izniyle beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.
Yolculuk adabından biri de, başkana itaattir. Onun için Hz.Musa “Senin hiçbir emrine karşı çıkmam” demiştir. Yolculukta itaat edilecek bir başkanın olması kaçınılmaz olduğu gibi, işlerin yürütülmesi, görev, iş ve rollerin belirlenip taksim edilmesi, emirlerin yerine getirilip istenenlerin gerçekleştirilmesi için de kaçınılmazdır.
Yolculuğun adabından biri de yoldaşların çok itiraz etmemesi, olur olmaz hemen her şeye karşı çıkmaması ve problem çıkarmamasıdır. Hızır onun için “Bana uyacak olursan, hakkında sana açıklama yapıncaya kadar, bana bir şey sorma” demiştir. [258]
Hızır Ve Geminin Delinmesi:
Kendisine açıklama yapıncaya kadar herhangi bir şey hakkında sormamak şartıyla Hz.Musa ve Hızır birlikte yolculuk yapmak üzere anlaştılar.Hz.Musa ondan bilgi öğrenecekti.
ikisi çıktılar.Sahilde yürüdüler. Bir gemiye binmek istediler. Onlara ber gemi uğradı. Durdurdular ve bindiler. Gemi sahipleri Hızın tanıdılar, ikisinden ücret almadılar.
Gemicilerin Hızın tanımaları, onun oralı olduğunu, toplumla ilişkileri bulunduğunu, başkalarını tanıdığını ve mağaralara yahut dağlara çekilip halktan ayrı bir hayat yaşamadığını gösterir. İkisi gemide iken bir serçe gelip denizin suyundan gagasıyla iki damla alır. Hızır, bilimsel bir konuyu mantıklı ve delilli bir şekilde Musaya anlatmak istemiş ve şöyle der:
Serçenin denizin suyundan ne kadar aldığını biliyor musun? Hızır,ne almış olabilir ki! Olsa olsa bir damla almıştır, dedi.
Hızır şöyle dedi: Allalın ilmine oranla benim ilmim de, senin ilmin de, ancak şu serçenin denizin suyundan aldığı kadardır.
Yolculuk devam ederken Hızır gemin tahtalarından birini söktü. Musa bu işe şaştı, neden yaptığını sordu, kendi kendine değerlendirdi, fakat buna bir anlam veremedi.
Böyle bir şey gemiyi bozmak ve delmek olur, geminin ve içindekilerin denizde boğulmalarına sebep olur, böyle bir şeyi başkalarına karşı yapmak doğru olmazken, kendilerine ikram eden ve ücretsiz bindiren gemi sahipleine karşı nail doğru olabilir? İyiliğe karşı iyilik böyle mi yapılır? diye düşündü.
Onun için Hz.Musa, Hızır’a verdiği sözü unutmuş ve ona itiraz etmiştir. İçindekileri batırmak için mi deldin? Doğrusu, çirkin bir iş yaptın, demiştir.
Hızır ona önceden söylediğini hatırlattı ve benim yaptıklarıma karşı sabredemezsin, demedim mi? dedi. Musa itiraz ettiği için Özür diledi ve unuttuğunu itiraf etti. Unuttuğum için kusura bakma ve elimde olmayan bir işten dolayı beni sorumlu tutma, dedi. Olayı değerlendirdiğimizde şu sonuçları çıkarabiliriz:
a- Peygamberler de unutabilirler.Unutmaları masum olmalarını engellemez. Yüce Allah Hz.Muhammed’e ” Unutacak olursan, Rabbini.an” buyurmuştur. Yine Hz. Adem için şöyle buyurmuştur: “Daha önce Adem’den söz almıştık, o ise unuttu ve kendisinde azim görmedik” [259] Peygamberlerin unutması insan olmalarının bir özelliğidir. Böylece diğer insanlar gibi birer insan oldukları ve insan üstü bir konuma sahip bulunmadıkları ortaya çıkmaktadır.Unutmak insanın temel niteiikierindendir.
Yuşa İbn Nun’un “Şüphesiz balığı unuttum, onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır” sözü ile, Hz.Musa’nın “Unutursam kusura bakma”demesi arasındaki büyük farkı görüyoruz. Yuşa ,şeytanın unutturduğunu söylerken, Musa kendisinin unuttuğunu söylemiştir.
b- Müslümanın şeriata aykırı gördüğü şeylere karşı çıkması ve susmaması. Hz.Musa’nın Hızırın yaptığı işlere karşı çıkması ve tepki göstermesi gibi.
c- Kötü işin zahirine bakmak ve verilen söze bağı kalmak.Hz.Musa bu konuda duyarlılığını göstermiş ve kötülüğe karşı tepkisini ortaya koymuştur.
d- Geminin delinmesi,tahtalarının sökülmesi demektir. Alimler “Halaka” ve “Haraka” kelimelerini birbirinden ayırmışlardır.Halaka, bir şeyi şekil vermek ve düzenlemek için yaratmaktır. Yüce Allanın yeri ve gökleri yaratması gibi. Onun önceden var ettiği bu şeyleri yaratması, ıslah etmeci, düzenlemesi ve şekil vermesi demektir. “Cinleri o yaratmışken {halaka), kafirler onları Allaha ortak koştular. Körü körüne Ona oğullar ve kızlar uydurdular (haraku), Allah, onların nitelemelerinden uzak ve yücedir” [260] ayetinde görüldüğü gibi her iki kelime kullanılmıştır.
Her iki kelimenin harfleri ve bir arada oluşları hoş bir anlamı çağrıştırıyor. Halaka kelimesi üç harften oluşuyor. Ortada lam harfi var. Lam harfinin kelimedeki görevine baktığımızda, uzlaştırma ve arayı bulma rolü oynadığını görürüz. Çünkü Ha ve Kâf harflerini birbirine bağlamış ve uzlaştırmıştır.
Haraka kelimesinin ortasında ise Ra harfi var. Bu harf yarmak, bozmak ve ayırmak anlamını çağrıştırıyor. Çünkü Ha ve Kâf harflerinin arasını ayırıyor.
e- “Batırmak için ” anlamındaki kelimenin başında bulunan lam harfi, sebep, değil, sonuç bildirir. Çünkü gemiyi batırmanın akibeti ve sonucu içindekilerin batırılmasıdır.
Gemiyi batırmak için değil de, içindekileri batırmak için, demesi insana değer verildiğini, madde ve eşyadan önde tutulduğunu göstrir. Çünkü insan madde ve eşyadan daha üstün ve değerlidir.Bu da maddeyi insandan üstün tutan maddeci materyalizmin red edilmesidir.
Aynı şekilde “içindekileri batırmak için” sözü bu işin önemine işaret etmek ve büyüklüğünü göstermek içindir. Çünkü sonunda gemide bulunanların batmasına yol açacaktır. Bu sebepten Musa ona itiraz etmiştir.
Hızır işin içyüzünü Hz.Musa’ya şöyle açıklamıştır:”Gemi, denizde çalışan miskinlerindi. Onu kusurlu yapmak istedim.Çünkü onların ilerisinde her gemiyi zorbalıkla alan bir kral vardı”. Bu açıklamadan aşağıdaki sonuçlan çıkarıyoruz:
1- Zavallıların bir gemisi var. Bu da miskinin bazı mal veya eşya sahibi olabileceğini gösterir.Ancak bu mal veya eşya, ihtiacını karşılamaya yetmiyor.Fakir ise, hiçbir şeyi olmayandır.
2- Ayette “Verae” kelimesi, ötelerinde anlamında kullanılmıştır.Yani önlerinde zalim bir kral var. Ne zaman kusursuz bir gemi geçse,ona zorbalıkla el koyar, istila edip sahiplerinden ğaspeder. Ne Hz.Musa, ne başkası bunu bilmiyordu. Yüce Allah bunu Hızıra bildirmiş ve kralın ğaspetmesini önlemek için delmesini vahyetmiştir.
3- Hızır’ın davranışından anlıyoruz ki kral sadece kusursuz gemileri alıyordu.
4- Kralın yaptıklarını alamak mümkün değildir. Çünkü kralın temel görevi vatandaşların canlarını, mallarını ve sahip oldukları şeyleri korumaktır. Onun görevi bu şeyleri korumak olduğu gibi, onlara saldıracak veya zarar verecek başkalarına da engel olmaktır. Ama kralın yol kesen eşkiyaya dönüşmesi ve bu işi gerçekleştirmek için makam, mevki, ordu ve adamlarını kullanması en büyük musibet ve öldürücü felakettir. [261]
5- Yöneticilerin bozulması durumunda halkı ancak hakkın davetçileri ve ıslahatçılar kurtarır. Çünkü onlar ümit
ve kurtarıcı olurlar.Hızırın yaptığı gibi haksızlık, azgınlık, zorbalık ve bozgunculuğa karşı dururlar.
6- Hızır gemiyi delerek korumuştur.Bu da genel reform (ıslahat) sırasında küçük çapta zarar vermelerin olabileceğini,ıslahat sırasında kimi aksaklıkların meydana gelebileceğini gösterir.Genel reformun gerçekleşmesi için reformcu buna mecbur kalırsa, bu küçük zarar vermeleri de göze alır. islam, insanı, dini ve ahlakı korumak için cezaların uygulanmasını farz kılar. Mesela katilin öldürülmesi, zina eden ve hırsızlık yapanların cezalandırılması görünürde öldürme ve bozgunculuktur, ancak ıslahın gerçekleştirilmesi ve güvenliğin sağlanması için bir zorunluluktur. [262]
Hızır ve Çocuğun Öldürülmesi:
Hz.Musa unuttuğu için Hızırdan özür diledi, ikisi gemiden ayrıldılar, sahilde yürüdüler, oynayan bir grup çocuk gördüler.Hızır onlardan küçük birine baktı, yanına gitti ve boynunu koparıp öldürdü. Çocuk önünde öidü.
Musa gördüğü manzara karşısında dehşet içinde kaldı, bir tuhaf oldu ve isyan etti. Hızır’ın, hiçbir suçu olmayan ve kimseye zararı dokunmayan küçük bir çocuğu öldürmesine hiçbir anlam veremedi. Onun için Hızıra yönelip tepki gösterdi ve “Kimseyi öldürmediği halde suçsuz bir canı mı öldürdün? Şüphesiz senin yaptığın çok çirkindir” dedi.
Burada Hızır daha önce kendisine söylediği “Sen benim yaptıklarım karşısında sabredemiyeceksin” sözünü hatırlattı. Hızır sanki Musa’dan itiraz ve tepki bekliyordu. Çünkü zahirle yetinen ve görünüşe bakan bir gözle baktığında kendisinin kabul edilemez işlerini görecekti.
Musa, verdiği söze rağmen sabretmeyip karşı çıkmada acele ettiğini anladı.Çok acele ettiği ve tepki gösterip karşı çıktığı için de mahcup oldu. Onun için Hızır’a “Bundan sonra sana bir şey sorarsam, bana arkadaşlık yapma. Benim tarafımdan artık mazur sayılırsın” dedi.
Hızır çocuğu niçin öldürdüğünü Hz.Musa’ya açıklayarak şöyle dedi: “Çocuğa gelince;Onun anası babası mümin insanlardır. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk. Rablerinin kendilerine ondan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik”. Bu ayetlerden aşağıdaki sonuçları çıkarabiliriz:
a- Hızırın çocuğu öldürmesi, görünürde karşı çıkılması gereken bir iştir. Onun için Hz. Musa ona karşı çıkmıştır. Hz.Musanın böyle- bir işe karşı çıkması, bizim de gördüğümüz kötü işlere karşı çıkmamız ve tepki göstermemiz için bir çağrıdır.
b- Hz.Musa’nın Hızrra “Bir cana karşılık olmadan masum bir canı mı öldürdün?” demesi, haksız yere insanı öldüreni öldürmenin meşru olduğunu gösterir. Çünkü haksız yere birini öldürenin cezası öldürülmektir. Haksız yere kimseyi öldürmemiş olan birini öldürmek, karşı çıkılması gereken bir haksızlıktır. Onun için Hz. Musa kimseyi öldürmemiş olan çocuğun öldürülmesine karşı çıkmıştır.
Bilindiği gibi Kur’an ve sünnetin kısas konusundaki hükmü, yani haksız yere öldürmeyi ölümle cezalandırmada çok açıktır. Hz.Musa’nın bu işe karşı çıkması aynı zamanda Tevrat’ta da bu işin cezasının ölüm olduğunu gösterir. Kur’an buna açık bir şekilde işaret eerek şöyle der: “Orada onlara cana can,göze göz, buruna burun,kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarına keffaret olur.Allahın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin kendileridir” [263]
Yüce Allah Tevratta İsrail oğullarına cana can cezası olan kısası yazdığını belirtmektedir. Bu da semavi kitapların birçok hüküm ve yasada birlik olduğunu gösterir.
c- Hz.Musa Hızıra itiraz ederken değişik kelimeler kullanmıştır. Gemiyi delmesine itiraz ederken “Imran” kelimesini kullanmış iken, çocuğu öldürmesine itiraz ederken “Nukran” kelimesini kullanmıştır.
“Nukran” kelimesi, “imran” kelimesinden daha fazla tepki ve yadırgama ifade eder. Sanki birinci aşamadan sonra daha açık ve sert tepki aşamasını belirtir. Bunun sebebi de yapılan iki iş arasınaki farktır. Çocuğu Öldürme ve gemiyi delme fiillerinden acaba hangisi daha çirkin ve daha çok tepki çeker? Şüphesiz çocuğu öldürmek daha çirkindir. Onun için bunu daha çok yadırgama ve tepki göstermeyi belirten bir kelime ile dile getirmiştir. ;
d- Nukran kelimesi, bir işin görünürde yanlış ve geçersiz olduğu için insanlar tarafından yadırganır olduğunu belirtir.
Halbuki gerçekte çocuğun öldürülmesi yanlış mıdır? Hayır. Aksine doğrudur.Özellikle Hızınn Yüce Allanın kendisine vahiyle gizli olarak bildirdiklerini açıkladıktan ve büyüdüğünde çocuğun kafir olacağını söylemesinden sonra yaptığı işin doğru olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu sebepten ‘münker’ kelimesi değil, ‘nukran’ kelimesi kullanılmıştır. Kur’an anlatımında iki kelime arasında fark vardır. Nukran kelimesi. Allahın ölçüsünde doğru ve yerinde olduğu halde, insanların karşı çıkılması gereken batıl bir iş sandığı işleri anlatır. Münker ise, birtakım insanlar onaylasa ve kabul etse de, Allahın ölçüsünde batıl, yanlış ve makbul olmayan işleri anlatır.
Bir şeyin iyi veya kötü, makbul veya merdut sayılmasının öiçüsü, insanların hoşnut olup olmaması değil,Kur’an ve sünnetin.yani islamın kararlaştırmasıdır. [264]
e- Hızır, Musa’ya “Ben sana benim yaptıklarım karşısında sabredemiyeceksin, demedim mi?” dedi. Halbuki gemiyi delerken itiraz ettiğinde Hızınn yaptığı hatırlatmada”Sana” anlamındaki “Leke” kelimesini kullanmamıştır. Burada bu kelimeyi getirmesi vurguyu belirtmek içindir. Buluştuklarında kendisine söylediğini vurgulamıştır. Çünkü Musa ikinci defa arşı çıkmıştır. Sanki hızır ona “Sana, sana söylemedim mi? Biliyorum, benim yaptıklarıma karşı sabredemiyeceksin, itiraz edeceksin. Bunu sana, bizzat sana söylemiştim” demiştir.
f- Hızıra itiraz ettiği için Hz.Musamn mahcup olması. Onun için kendisine “Bundan sonra sana bir şey sorarsam, bana arkadaş olma” demiştir.Bu da Hz.Musa’nın acele ettiğini gösterir. Bu sebepten Rasulullah “Allah bize de, Musa’ya da rahmet etsin, acele emeseydi daha neler görecekti. Fakat arkadaşına karşı yaptığı itirazlardan utandı”. Bu da gösteriyor ki Musa acele etmeyip devam etseydi, tuhaf başka şeyler de görecek, onları bize sunacak ve bilgilendirecekti. Ama itirazlarından utanmış ve beraberliği sürdürememiştir.
g- Hızır, anne babasının mümin olması ve büyüdüğünde çocuğun kafir olması sebebiyle çocuğu öldürdüğünü açıklamıştır.Anne baba mümin olmakla beraber kafir bir çocukları olmuştur. Bu da iyi müslüman olan bir kimsenin iyi olmayan, hatta kafir olabilen çocuklarının olabileceğini gösterir. Ancak bu, anne babanın çocuğa öğüt vermeyi ve doğru yolu göstermeyi ihmal edebileceği yahut yapmayabileceği anlamına gelmez. Bunu yapması görevidir. Yapmadığı zaman ihmal etmiş ve günah işlemiş olur.
Ne varki bu görevini yapmış ve elinden gelen bütün çabayı göstermş olmasına rağmen çocuklarından biri veya bazıları onun dediğini tutmamış olabilir. Babasının yolundan başka bir yol seçebilir ve itaatsiz yahut kafir olabilir. Böyle olan çocuğu baba isyandan ve küfürden kurtarmaktan aciz kalabilir. Bundan dolayı da kınanmaz.
h- Şüphesiz iyi bir baba oğlunun kafir, günahkar ve itaatsiz olmasını istemez ve onaylamaz.Aksine bundan çok v rahatsız ve mutsuz olur. Bu da Hızırm “Çouğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk “sözü ile anlatılmaktadır. Azdırarak ve inkara sürükleyerek tedirgin etmek, üzmek,sıkıntıya sokmak ve dünyalarını karartmak!
Oğlu hak yoldan saptığı, hayır çağrısını red ettiği ve iman hayatı dışında bir hyat sürdüğü zaman baba ne kadar üzülür, ızdırap duyar ve tedirgin olur! Hatta keşke böyle bir oğlum olmasaydı, diye ne kadar dilekte bulunur! Fakat elinden ne gelir. Allah ona bu belayı vermiştir. Öldürmek caiz olsaydı, onu herhalde öldürürdü.
iyi bir babanın oğlu kendisinden daha iyi olmalı, daha itaat ve ibadet eden olmalıdır. Baba bunun için çalışmalı ve oğlunu o şekilde yetiştirip yönlendirmelidir. Bunu gördüğü zaman baba ne kadar sevinir ve dünyalara sahip olmuş kadar mutlu olur! Ama oğlu böyle olmayıp itaat ve ibadeti red ettiğinde ise ne kadar üzülür, dünyası kararır ve bütün dünya malını yitirmiş gibi üzüntüden kahrolur.
i- Bazan iyi olmayan çocuğun ölümü, babası için bir rahatlama ve kurtuluş olur. Nitekim Hızır bunu “Rablerinin o çucuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik” sözleriyle dile geirmiştir. O kötü ve yanlış yolda olan çocuk öldüğü taktirde Allahtan daha iyisini vermesini ister, kendilerine daha yararlı ve merhametli bir evlat vermesi için dua ederler.
Şüphesiz önemli olan, çocukların sayısı değildir. Önemli olan şey o çocukların sahip oldukları itaat, ibadet, iyilik, anne babaya karşı güzel davranış ve Allaha kulluktur.Bu niteliklere sahip olan bir veya iki çocuk, onlara sahip olmayan altı veya on çocuktan çok daha iyidir.
j- Şunu da belirtelim ki bu uygulamada kimsenin Hızın taklit etmesi caiz değildir. Büyüdüğü zaman kafir olacağını biliyor, gerekçesiyle kimsenin bir çocuğu öldürmesi kesinlikle caiz olmaz. Çünkü böyle bir şeyi Hızıra Allah kendisi bildirmiş ve çocuğun geleceğini ona göstermiştir. Zira çocuğun geleceği ğayb (meçhul)dendir ve ğaybı Allahtan başkası bilmez. Ğaybı sadece Allah, peygamberlerinden dilediği kişilere dilediği kadar açar ve bildirir.
Peygamber olmayan başka insanlar ise, ğaybı (meçhulü) bilemezler. Önündeki çocuğun büyüdüğünde kafir olacağını bu adama Allahtan başka ki bildirebilir? Hz.Muhammed’den sonra vahiy yoktur. Yani Allahtan bilgi alıp insanlara bildirecek başka bir insan olmayacaktır. [265]
Hızır, Duvar ve Define:
Hızır, Hz.Musa’nın özrünü kabul etti ve çekip gittiler. Hz.Musa’nın bir hakkı kalmıştı sanki. Herhangi bir işe itiraz edecek olursa, Hızır’dan ayrılmaktan başka yolu yoktu. Kendisi “Bundan sonra senden bir şey soracak olursam, bana arkadaş olma” dememiş miydi? Öyle de oldu.
İkisi cimri bir köye uğradılar.” Halkından yiyecek istediler. Fakat halk onları misafir etmeyi red etti. Köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, Hızır onu doğrulttu”.
Musa bu işe şaştı ve cimri köy halkının bu iyiliğe layık olmadığını düşünüp bu işe itiraz etti. Hızır’a “İsteseydin bunun karşılığında bir ücret alabilirdin” dedi. O anda Hızır kendisinden ayrılma zamanı geldiğini bildirdi ve “İşte ikimizin ayrılma anı geldi, dedi.”
Duvarı doğrultmanın sebebini Musa’ya açıklayınca şöyle dedi: “Duvar, şehirde yetim iki çocuğundu. Onun altında bir defineleri vardı.Babalan da iyi bir adamdı. Rabbin kendisinden bir rahmet olarak onların erginlik çağma ulaşmalarını ve definelerini çıkarmalarını istedi”. Bu ayetlerden aşağıdaki anlamları tespit ediyoruz:
1- Yiyecek istedikleri köylüler son derece cimri olmuşlar. Çünkü yiyecek hiçbir şeyleri olmayan yabancı iki adam yanlarına gelmiş, kendileri yemek istemeden onlara ikram etmeleri gerekirken, onlara yiyecek vermemişler.Bunun üzerine Musa ve Hızır kendi ağızlarıyla yemek istemek zorunda kalmış, fakat aşırı cimriliklerinden onlara yemek vermeyi red etmiş ve misafirliğe kabul etmemişlerdir.
2- Köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar bulmuşlar.Kur’an, yıkılma filini duvarın kendisine nisbet eder. Kimi alimler bunun Kur’anda mecazla anlatım olduğunu söylemişler. Çünkü duvarın kendisi cansız ve iradesizdir,irade canlılarda olur, demişlerdir.
“Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar” anlatımında çok canlı bir tasvir ve duvara can verme sanatı olduğunu görüyoruz.Çünkü ona canlıların özelliği olan bir irade verilmiştir.Tabloya iyice baktığımız zaman, duvarın yıkılmaya yüz tuttuğunu ve Hızırm doğrultması olmasa yıkılacak oluğunu görürüz.
3- Kimse kendisinden istemediği ve kendisi kimseden ücret almak için anlaşmadığı halde, Hızırın duvarı
doğrultması, müsiümanın iyüik işlemeye eğilimli olduğunu ve kendilerinden kimseler istemese bile, başkalarına iyilik yapmağa özen gösterdiklerini anlatır.Çünkü müslüman iyilik severdir, sosyal işlerde aktiftir,başkalarına iyilik yapmaktan zevk alır.
Bu anlatım aynı şekilde iyilik yapmanın izin gerektirmediğini de anlatır. Çünkü müslümanın önünde iyilik ve hayır işlemeye fırsat olduğu sürece onu kullanmalı ve fırsatı kaçırmamalıdır. Aynı zamanda bu anlatım bir ücret beklemeden ve önceden anlaşma yapmadan gönüllü olarak iyilik işlemenin caiz olduğunu da gösterir. Müslümanın buna kendini alıştırması ve başkalarına yarar sağlayan iyiliksever olması gerekir.
4- Hızır haklı olarak duvarı düzeltmiş ve doğrultmuştur.Çünkü Yüce Allah duvarın altında bir definenin bulunduğunu kendisine bildirmiştir. Duvar yıkılıp cimri köylüler defineyi görecek olursa alıp götürürler.
5- Define şehirde yetim iki çocuğundu. Yaşları küçüktü.Define açığa çıkacak olursa onu cimri köylülerin elinden almaya güçleri yetmezdi. Onun için Hızır, çocuklar büyüyene kadar duvarın ayakta durması için onu doğrultmuştur.
6- “Babaları iyi bir adamdı” sözü, babaların salih kişiler olmasının çocukların iyi olması ve korunması üzerinde etkisinin olduğunu gösterir. Babaları iyi olduğu için Yüce Allah duvarı doğrultmak üzere Hızın göndermiştir. Kuran bu anlamı çağrıştırmaktadır: “Arkalarında güçsüz ve haklarında endişe ettikleri çocuklar bırakacak olanlar, haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allahtan sakınsınlar,dürüst söz söylesinler” [266]
7- Iyi adamın malı duvarın altında saklaması, malı saklama,artırma ve ihtiyaç zamanı için biriktirmenin caiz olduğunu gösterir. Hatta beklenmedik olaylar ve olağanüstü durumlar için müslümanın malından bir miktarı saklaması daha iyi olur. Böyle bir şey Allaha tevekkül etmeye de aykırı değildir. [267]
Rabbinden Bir Rahmet Olarak:
Yapılan üç işin iç yüzünü açıkladıktan sonra Hz.Musa yaptıklarında Hızırın haklı olduğuna ve yararın yaptığı işlerde bulunduğuna inandı. Hızır da ona yaptığı bu üç işi kendiliğinden yapmadığını, bilakis Allanın kendisine yapmasını emrettiğini söyledi. Bu işlerin Allahtan bir rahmet olduğunu belirterek “Rabbinden bir rahmet olarak” diye niteledi.
Burada Allanın rahmetinin belirtilmesinin bir anlamı ve delaleti vardır. Nitekim öykünün baştarafında geçen “Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik” ifadeleriyle de bağlantılıdır. Hızırın yaptığı her üç işin başında “Yanımızdan bir rahmet” olarak Allanın rahmeti geçtiği gibi, sonrasında da “Rabbinden bir rahmet olarak” rabbani rahmet geçmektedir. Bu da yapılan işlerin Allanın rahmetinin bir ifadesi olduğunu gösterir.
Geminin delinmesi, zavallı sahipleri için bir rahmettir. Çünkü bu delme neticesinde zalim kralın zorbaca elkoymasmdan kurtulmuştur. Delinmeseydi, onun eline geçmekten kurtulamazdı. Çocuğun öldürülmesi de anne babası için bir rahmettir.Çünkü kendilerine ondan daha hayırlısını verecektir.Çocuk öldürülmeseydi anne babasını azdırıp inkara sürükleyecekti. Duvarı doğrultması da Allahtan bir rahmettir. Çünkü duvarla şehirde bulunan yetim iki çocuğun definesi korunacaktır. Duvarın dikilmesi olmasaydı, define açığa çıkar ve cimri köylüler onu yağmalarlardı.
Önemli olan,her üç uygulamada da bu rabbani rahmetin olayların sadece zahirine bakan gözlemcilere görünmemesi ve Hızırın yaptıklarına Hz.Musanın karşı çıkması gibi, ilk bakışta bu davranışın tasvip edilmeyen bir davranış olarak görünmesidir. Bu da rahmetin insanların gördüğü ve beklediğinin zıttı olan şeylerde de olabileceğini gösterir. Onun için Yüce Allanın müminler için yaptığı bütün işlerin ondan bir rahmet olduğunu söylüyoruz.
Yüce Allah nimet verdiği zaman mümine rahmet ettiği Sİbi, bir musibet verip de sınadığı zaman da rahmet eder. Mümin sevinçte de, tasada da rahmete mazhardır. Bu rabbani rahmeti farketmesi ve karşılaştığı her şeyde onu gözlemlemesi şartıyla, Allanın takdir.ettiklerinden başına ne gelirse, onun için bir rahmettir.
“Yanımızdan ona bir rahmet verdik” ayetinde geçen ilk rahmet, Hz. Hızır’ı tanıtmak içindir. “Katımızdan ona bir rahmet verdik” ayetinde geçen ikinci rahmet ise, yaptığı işlerin yorumu içindir.Yahut şöyle de diyebiliriz;lkinci rahmet,birinci rahmetin uygulamalı,pratik ve nesnel bir açıklamasıdır. [268]
Onu Kendiliğimden Yapmadım:
Hızır yaptığı her üç işi de kendiliğinden yapmadığını ve kendi kararı olmadığını Hz.Musa’ya itiraf etti. Bunların kendi kararı değil, Allanın emri olduğunu belirtti.” Bunu kendiliğimden yapmadım”.
Bu ifadenin Hızır’ın peygamberliğinin delili olduğunu söylemiştik. Çünkü bunları kendi içtihadı ve kararı ile değil, Allahtan aldığı vahiy ve emirle yaptığını belirtmiştir. Bu sözü ile “Katımızdan kendisine bir ilim öğrettik “sözünü biraraya getirip yaptığı her üç işin Yüce Allanın kendisine öğrettiği ledunni bilginin bir dış yansıması ve görünümü olduğunu söyleyebiliriz.
Allanın kendisine öğrettiği bilginin şekillerinden biri, önünde gördüğü olayların hakikatini kendisine bildirmesidir. Bu hakikat, görünen dış görünüşe aykırı bulunmaktadır. Esas yarar ise, onun içinde saklıdır.
Hızırın uygulamaları sanki bizi gördüğümüz davranış, olay,şekil ve görüntülerle ilgili bakış açımızı gözden geçirmeye çağırmaktadır. Bazılarımızın bakışı sığ ve dar olmakta, sözkonusu olaylardan sadece dışa yansıyanı görmekte ve bunu da herşey sanmaktadır. Halbuki olaylara daha derin, daha dikkatli ve daha temkinli bakmamız gerekir. Dış görünüşün bizi bir şeyin hakikat ve içyüzüne nüfuz etmekten alıkoymaması lazımdır. Çünkü dış görünüş nice kez aldatıcı olmakta, nice tahrif, saptırma, yaldızlama ve bulandırma bizi aldatmakta, niceleri sadece dış görünüşe bakıp kanmaktadırlar.Halbuki müminin görüşü derin, analizi doğru ve değerlendirmesi yerinde olması gerekir. [269]
Öyküde Tevil:
Hz.Musa ve Hızır Öyküsünde biraz da tevil üzerinde durmamız gerekir. Hızır,Hz.Musa’dan ayrılacağı zaman ona “Sabretmeye dayanamadığın şeylerin tevilini sana bildireceğim” demişti. Yani gördüğün davranış ve uygulamaların içyüzünü sana açıklayacağım. Bunların iç yüzünü bildirip hakitalerini açıklayınca, “İşte sabredemediğin şeylerin tevili budur” demişti. Bu ifade bizim Kur’anın kullanımında tevil kelimesinin anlamını açıklamamızı gerektirmektedir.
Rağıb Isfahani tevil için şöyle der: “Tevil, asla dönmektir. Dönülen yere de “mevil” denir. O da bilgi olsun, iş olsun, bir şeyi kendisinden amaçlanan gayeye döndürmektir.” [270]
Kurandaki bütün kullanımlarında tevil kelimesi bu anlamın içindedir. Bu kelime Kur’anda onyedi kez geçmektedir. Bunlardan sekiz tanesi Yusuf suresindedir. Yusuf suresinde bu kadar geçmesinin sebebi herhalde surenin belkemiğinin ve ana konusunun tevil olmasıdır.
Nitekim sure henüz küçük yaşta olan Hz.Yusuf’un rüyasını belirterek başlamaktadır. Babası Hz.Yakub, Yüce Allahın kendisine olayların tevilini öğreteceğini bildirmiştir. “Bu şekilde rabbin seni seçecek ve olayların tevilini sana öğretecektir” [271]
Hz.Yusuf’un rüyası Önceden gördüğü gibi gerçekleşip olaylar sahnesinde ortaya çıkınca, babası ve kardeşleri onun huzuruna girmiş ve Yusuf babasına “İşte önceki rüyamın tevili/gerçekleşmesi budur, Rabbim onu
gerçekleştirmiştir” [272] demiştir.
Tevil, bir şeyin varacağı yeri ve zamanı gelince gerçekleşmesidir. Haberi olguya, teoriyi pratiğe ve resmi maddi bir şekle dönüştürmektir. Hz.Yusuf’un rüyası uykuda görülen bir rüya olarak kalmış, ama realiteler dünyasında gerçekleşip somutlaşınca tevil olmuştur.Çünkü onun teviji,gerçekleşmesi ve meydana gelmesidir.
Hz.Musa ile Hızır öyküsünde de durum bu şekildedir. Hızır “Sabredemediğin şeylerin tevilini sana bildireceğim” dedi. yani gördüğün olayların ne demek olduğunu sana açıklayacağım. Bana karşı çıktığın ve tepki gösterdiğin o işlerin hakikatini sana bildireceğim ki yaptıklarımın doğru ve “yerinde olduğunu anlayacaksın. Olayları kendisine açıklayıp gördüklerinin tevilini/açıklamasını yapınca, kendisinden saklı olan gerçeği kendisine gösterince, “tşte bu, sabredemedigin şeylerin tevilidir” dedi. Yani gördüğün olayların gerçeği budur.
Öyleyse tevil gerçeğin,dönüş ve varış yerinin, sonucun belirtilmesi veya meydana gelmesidir. Daha açık bir deyişle, bu şeylerin kendisidir. Yani işin bildirildiği şekilde meydana gelmesi,görünen pratik dış şekliyle ortaya çıkması, haberin realiteye ve teorinin uygulamaya dönüşmesidir. [273]
“Testi'” ve “Testati” Sözcükleri:
Bu öyküde nüanslardan biri de, güç yetirme anlamındaki testati’ kelimesinin ilk kullanımında “te” harfi bulunduğu halde, ikincisinde bu harfin bulunmamasıdır. Hızır yaptığı işlerin yorumunu kendisine yapmadan önce Hz.Musa’ya “Dayanamadığın olayların tevilini sana açıklayacağım” dedi. Bunların iç yüzünü kendisine açıkladığında ise, güç yetirme anlamındaki bu kelimeyi “te” harfi olmaksızın kullanmış ve “işte dayanamadığın olayların açıklaması budur” demiştir. Acaba ikinci kullanışta bu kelimeden “te” harfi neden düşmüştür?
Düşürülmüş olan bu “te” harfine “hafifletme te’si” diyebiliriz. Düşürülmesinin sebebini açıklamak ise, ayetlerin psikoloji ilminin gerçekleri doğrultusunda tefsiri olur.
Birinci kullanışta harfin getirilmesi, Hz.Musa’nın içinde bulunduğu psikolojik yapıya uygun olmuştur.Çünkü Hızırın yaptığı işlerin üçü de kendisine ağır gelmiş ve hikmetini anlayamamıştır. Hz.Musa’nın içinde bulunduğu ağır psikolojik duruma uyum sağlamak üzere kelimeye ağırlık kazandıracak ‘te’ harfi getirilmiştir.
Ama olayların içyüzünü öğrenince psikolojik ağırlığı gitmiş ve ruh haleti hafiflemiştir. İşte bu hafifliği gerçekleştirmek ve Hz.Musanın içinde bulunduğu hafif ruh hali ile kelimenin hafifliği arasında uyum sağlamak içinbu kullanışta te harfi düşürülmüştür. Elbette en doğrusunu Allah bilir. [274]
İstedim, İstedik, Rabbin İstedi, Fiilleri:
Kur’an anlatımının inceliklerinden biri de, öyküde Hz.Musa’ya olayların iç yüzünü anlatan Hızırın kullandığı ifadelerdir. Bu açıklamada istemeyi belirtmek için üç ayrı ifade şekli kullanmıştır.
Gemiyi delmek istemesini “Delmek istedim” ifadesiyle belirtmiştir. Çocuğu öldürüp onun yerine başka bir çocuğun gelmesini istemesini de “Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik” demiştir. Yetim iki çocuk büyüyünceye kadar duvarın korunmasını istemesi için ise,”Rabbin büyümelerini ve definelerini çıkarmalarını istedi” ifadesini kullanmıştır. Böylece anlatımda isteme olayı “istedim,istedik, Rabbin istedi” şeklinde olmuştur. Birincisinde geçmiş zaman kipinin öznesi Hızır, ikincisinde yine aynı kipin öznesi Allah ve Hızır, üçüncüsünde ise özne sadece Yüce Allah olmuştur. Bu değişik kullanışın sebebi üzerinde düşünürsek şunları söyleyebiliriz:
1- Her üç kullanım arasında aşamalı (tedrici) yöntem vardır. Çünkü her defasmda bir aşamadan diğerine geçilmektedir, istemeyi Hızır önce kendisi yapmıştır. Sonra hem kendisi hem Yüce Allah yapmıştır. Sonra da sadece Yüce Allah yapmıştır.
2- Fiilin öznesi sözü edilen işe göre değişmekte,AIlaha karşı edebe ve imanın kesin ilkelerine uyumlu olmaktadır.
Birincisinde Hızır kendisinin istediğini belirtmiştir. Çünkü gemiyi delmek tasvip edilmeyen, hatta görünürde yıkıcı olan bir iştir. Herhalde bu sebepten bu istemenin Allaha isnadı şık görülmemiştir.
Acaba istenen şey nedir? “Onu kusurlu yamak istedim”. Görüldüğü gibi istenen şey geminin kusurlu yapılmasıdır. Kusurlu yapılması da tahtaları sökülerek veya delinerek tahrip edilmesidir. Onun için bu istemenin Allaha nisbet edilmesi yakışık olmaz. “Rabbin kusurlu yapmak istedi” demek şık olmaz.
Hz.ibrahim’in Yüce Allahı tanıtırken kullandığı şu ifadeler de bu. türdendir:”Dostum ancak alemlerin rabbidir.Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de Odur.Beni yediren, içiren de odur.Hastalandığımda o beni iyileştirir. Beni Öldürecek, sonra da diriltecek odur. Ahiret gününde günahlarımı bağışlamasını umduğum odur.Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat” [275] Görüldüğü gibi hastalanma dışında bütün işlerin öznesi olarak Allahı göstermiştir.
ikincisinde ise,istemenin hem Allaha, hem Hızır’a nisbet edilmesi en uygun olanıdır.Çocuğun ölmesine sebep olan ve öldüren kendisi olduğu için isteme fiilinin öznesi olarak Hızır gösterilmiştir. Niçin öldürmüştür? Çünkü Yüce Allanın ondan daha hayırlısını onlara vermesini istemiştir. O halde daha iyisinin verilmesinde Hızır’ın istemesi, yani iradesi vardır. Ama Hızır bu isteği gerçekleştirmeye kadir midir? Elbette hayır! Çünkü bunun gerçekleştirilmesi ancak Allanın elindedir.
Anne ve baba da çocuklarının olmasını isterler. Ama realite dünyasında bu isteklerini gerçekleştirmeye güçleri yetmez.Onların elinden gelen sadece birleşmek ve sebeplere sarılmaktır. Çocuğun verilmesi ve yaşaması ise sadece Allanın elindedir.
Bu inançtan dolayı istemenin ikinci boyutta öznesi olarak Allah gösterilmiştir.Yani ikinci boyutta fiilin faili Allahtır. Çünkü böyle bir işi ancak ve ancak Allah yapabilir ve çocuğun hayat sahnesine çıkmasını da ancak o sağlayabilir. Bu sebepten birinci boyutta Özne Hızır, ikinci boyutta da Allah olmuştur.
Üçüncüsünde de, isteme fiilinin öznesi sadece Allah olmuştur. Anlatımın akışı da öznenin ancak Allah olabileceğini gösterir. Çünkü bu aşamada istemeyi Allahtan başkasının gerçekleştirmesi mümkün değildir.
Yetim iki çocuk! Acaba definelerini çıkarmaya elverişli yaşa gelinceye kadar onların büyümesini kim garantileyebilir? Şüphesiz hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bunu garantileyemez. Çünkü gelecek ve ömür yalnızca Allahm elindedir. Onun için “Rabbin ikisinin erginlik yaşına gelmesini ve definelerini çıkarmalarını istedi” demiştir. Bunu Allah istediğine göre, elbette olacaktır. Çünkü Allanın istediği mutlaka olur. En doğrusunu Allah bilir! [276]
[194] Kehf,60-82 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/150-152.
[195] Buharı,Enbiya,27,hadis no,3400, Müslim,Fadait,46, hadis no,2380
[196] Değişik yollarla rivayet edilen bu hadis için Buhari ve Müslim’in şu baplarına bakınız: Müslim, Fadail,46, hadis no,2370,Buhan,ilim, 19,hadis no,78,122, Ehadisi’l-Enbiya,27 hadis no,3400,3401,Tefsir,2,hadis no,4725,4726,4727. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/152-157.
[197] Bu sonuçlar hakkında bilgi için için bakınız. Nevevi’nin MuslimŞerhi,15/137,146-147
[198] Bu sonuçlar için bakınız.Fethu’i-Bari, 1/169
[199] Bu deliller için de bakınız,Fetu’l-Bari,8/409-422. Çıkarılan sonuçlardan bazıları anlamsız olduğu için çevrilmemiş ve bazıların yerleri değiştirilmişlir.(çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/157-159.
[200] Müfredat,372-373
[201] Enbiya,60
[202] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/159-161.
[203] Müslim, Cihad,11,hadis no,1744
[204] Birileri için güneşin durması, Allahın sosya! ve tabiat yasalarına aykırıdır. Hz.Peygamberin ölen oğlu İbrahim gömüleceği sırada güneş tutulması meydana gelmiş ve bazıları “Güneş bile ibrahim için yas tutuyor” deyince, Rasulullah, ay ve güneşin Allahın ayetlerinden birer ayet/gösterge olduğunu ve kimsenin ne doğumu, ne ölümü için tutulmayacağını belirterek bu yanlış anlayışı düzeltmiştir. Bkz.Buhari, küsuf,1,13, bedu’l-halki,4, Müslim, küsuf, 6,9,22,28 Ebu davud, istiska,3, Nesai, küsuf,16, İbni mace, ikamet,152. Nitekim z.Muhammed ve ashabının da namazı vaktinde kılamadıkları olmuştur ama onlar için güneş durmamış veya durdurulmamıştır. Herhalde Hz.Muhammed1 ve ashabı o peygamber ve arkadaşları kadar namazlarını önemsiyordu. Onun için bir Peygamber için güneşin durdurulduğu rivayeti doğru değildir, (çeviren)
[205] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/161-162.
[206] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/162-163.
[207] Bkmız, Fethu’l-Bari,8/413
[208] Fethu’l-Bari,8/413
[209] Ka’bulahbar ve Net el-Bikali başla olmak üzere bazı raviler, çok zaman israiliyyat kültürünü islam diye anlattıkları için rivayetleri haklı olarak eleştirilmiştir. Bu kişiler güvenilir bir ravi kabul edilmezler. Nevf el-Bikali, Kabu’l-Ahbar’ın evlatlığıdır ve biri diğerinin bir tür sözcülüğünü yapmıştır. Çoğu rivayetlerini kabul etmek, red etmekten daha sakıncalı olabilir, (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/163-164.
[210] Buhari, Enbiya,27,hadis no,3204. (Bu deliller için bakınız: Ahmed Davudoğlu. Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi,5/200-201, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1979. En azından peygamber olduğu görüşü makul ve mantıklı olmakla beraber, ülülazim peygamberlerinden olan Hz. Musa’ya bu kadar tark atan ve doğrudan Allanın yönlendirmesiyle hareket ederek bu şekilde olağanüstü işler yapan birinin melek olması daha uygun ve daha mantıklı gelmektedir. Nitekim Ma’rudi, melek olduğunu söyler. Bkz.Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim tercüme ve Şerhi, 10/201. çeviren.)
[211] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/165.
[212] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/166.
[213] Tasavvufçuların dindışı bu tür görüşleri ve eleştirisi için bakınız. Prof.Dr.İbrahım Sarmışjasavvuf ve İslam. Ekin Yayınları, istanbul, 3. baskı, (çeviren).
[214] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/166-167.
[215] Bu deliller için bakınız, ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye.1/328 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/167-169.
[216] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/169-170.
[217] Tehzibu’l-Esma ve’i-Luğat,1/176-177
[218] ibn Hacer el-Askaiani, ez-Zahru’n-Nadir fi Nebei’l-Hadir,2/203, er-ResaiIu’l-Muniriyye, içinde
[219] el-Bidaye ve’n-Mihsye,1/334 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/170-172.
[220] Enbiya,34
[221] Ali imran, 81
[222] Müslim, FadailiJ’s-Sahabe.53,hadis no, 2537
[223] Müslim, aynı yer, hadisno,2538
[224] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/172-175.
[225] Bunlar sufilerdir. (çeviren)
[226] Alusi, Ruhu’l-Maani, 16/330
[227] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/175-176.
[228] Mehayimi, age. 1/451-452
[229] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/176-178.
[230] ismail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Mani,5/270
[231] İsmail Hakkı Bursevi, age.5/272 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/178-179.
[232] Kurtubi, Tefsir, 11/40-41, Özet.
[233] Enbiya,45
[234] eş-Şınkiti, Advau’l-Beyan,4/159,özet.
[235] eş-Şınkiti, age.4/160
[236] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/179-182.
[237] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/182-184.
[238] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/184-187.
[239] Kitabın adı, “Alimlerin ilim tahsili ve zorluklarına katlanmaları” anlamındadır. Yakın zamanda ölen yazarına ve diğer islam alimlerine Allahtan rahmet dileriz.fçeviren],
[240] Nebe,23
[241] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/187-188.
[242] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/188-189.
[243] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/189-190.
[244] Ayette geçen “Ensanîhu” kelimesindeki “Ha” zamirinin zammeli okunması ile ilgili bazı dil açıklamaları yapılmaktadır. Onları vermemeyi uygun gördük, (çeviren).
[245] Araf,201-202
[246] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/190-191.
[247] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/191-192.
[248] Hud,118-119
[249] Bakara, 251
[250] Yazarın bu yorumu ayetlerden uzaklaşma sayılır.Yer yüzünde insanların çatışıp savaşmaya ve birbirlerini yok etmeye devam edeceklerini anlatan başka ayetler vardır. Ancak öyküde geçen ve Hızır’ın işittiği selam karşısında şaşkınlığını anlatan bu ifadelerin yer yüzünde barışın gerçekleşmeyeceği anlamına çekilmesi bize göre yerinde olmamıştır. Herhalde Hızır4ın bu şekilde sorması, o bölgede böyle bir uygulamanın veya geleneğin bulunmadığını gösterir, (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/192-194.
[251] isra,3
[252] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/194.
[253] Mufredat,449
[254] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/195-198.
[255] İsra, 85
[256] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/198-200.
[257] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/200-202.
[258] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/202-204.
[259] Taha, 115
[260] Enam, 100
[261] Böyle bir felaketi görmek için toplumların başında bulunan krallıklara bakmak yeterlidir. Her çeşit güvenlik güçlerini yanına alarak halklarına “Ya ben, ya siz” diyen yönetimler, halklarının başında işte böyle bir felakettir. Fakat Allah insanlara haksızlık yapmadığına göre, demek ki bu halklar, bu krallara layıktır. Nasıl olursanız.öyle yönetilirsiniz! ( çeviren).
[262] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/204-208.
[263] Maide,45
[264] Bu konuda bilgi için Letaif Kuraniyye, kitabımıza bakınız.
[265] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/208-214.
[266] Nisa,9
[267] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/214.216.
[268] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/216-218.
[269] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/218-219.
[270] Mufredat.31
[271] Yusuf,6
[272] YusuMOO
[273] Tevil konusunda geniş bilgi için bakınız, Prof.Dr.Yusuf Işıcık, Kur’anı Anlamada Temel Bir Problem TEVİL, Esra Yayınları, Konya, 1997{Çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/219-220.
[274] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/221.
[275] Şuara,75-83
[276] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/221-224.