Kuranda Ashabı Kehf Öyküsü:
“Yoksa sen, mağara ve kitabe ehlini şaşılacak eyetlerimizden mi sandın?! Birkaç genç mağaraya sığınmış, “Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl” demişlerdi. Onları mağarada yıllarca uyuttuk. Sonra, ne kadar kaldıklarını iki taraftan hangisinin daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık.
Onların olayını biz sana gerçek olarak anlatıyoruz.Onlar rablerine inanmış birkaç gençti.Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik.
Bir ara kalkmış ve şöyle demişlerdi: Rabbimiz, yerin ve göklerin rabbidir. Onu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız. Yoksa and olsun, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz,Allahı bırakıp ondan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek tanrılar olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi?*Allaha karşı yafan uydurandan daha zalim kimdir?
Onlara: “Siz onları ve Allahtan başka taptıklarını terkettiniz. Bunun için mağaraya girin ki rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde size kolaylık versin” denildi. Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allahın mucizelerindendir. Allahın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık onu doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın.
Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. Köpekleri dirseklerini eşikte uzatmıştı. Onları görseydin, içini korku kaplar ve geri dönüp kaçardın. *
Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık.İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız? dedi.”Birgün veya daha az bir müddet kaldık” dediler. Ne kadar kaldığınızı rabbiniz daha iyi bilir, paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin, orada nazik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın, dediler, zira onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak ölürürler veya dinlerine döndürürler, bu taktirde asia kurtulamazsınız. Böylece Allahın sözünün gerçek olduğunu ve kiyametin kopmasından şüphe edilemiyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladı.k Nitekim halk, bunların hakkında çekişip durarak: “Onların üzerine bir bina yapın” diyorlardı. Oysa rableri onları çok iyi bilir. Egemenler: Onların üzerinde bir mescit yapalım” dediler. Karanlığa taş atar gibi, mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir, derler. Yahut beştir, altıncıları köpekleridir, derler. Yahut yedidir, sekizincileri- köpekleridir, derler. Deki Onların sayısını en iyi bilen rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bunun için onlar hakkında, bu açık bilgiler dışında, kimse ile tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma.
Herhangi bir şey için Allahın dilemesi dışında: Ben yarın onu yapacağım, deme.Unuttuğun zaman rabbini an ve şöyle de: Umulur ki rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.
‘Onlar mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar, derler. Deki, onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin ğaybı ona attir. O ne mükemmel görendir, o ne mükemmel işitendir. İnsanların ondan başka
dostu yoktur.O, hiçbir kimseyi egemenliğine ortak etmez. “[40]
Ashab-ı Kehf Öyküsünün Özeti:
Ashab-ı Kehf öyküsüne bakarken, Kur’anın çizdiği çerçeve içinde kalacağız. Tarihçi ve tefsircilerin naklettiği rivayetler,israiliyyat haberlere ve söylentilere girmeyeceğiz. Çünkü öncekilerin öyküleri İncelenirken izlenecek doğru yol budur. Kur’an bize bunu böyle vermekte, kendimiz de bunu tercih etmekteyiz.
Ashab-ı Kehf, Allaha inanmış bir grup gençtir. Kur’anın belirttiği gibi yedi kişidirler.İsimleri, işleri, içinde bulundakları şehir, zamanında yaşadıkları kral, inandıkları din veya sığındıkları mağara hakkında bir şey bilmiyoruz.
Bu mümin gençler araştırmışlar, soruşturmuşlar ve sonunda şu kesin gerçeğe varmışlar: Allah birdir ve alemlerin rabbi sadece odur. Sadece ona inanacaklar ve yalnız ona ibadet edecekler.
Halklarının Allahtan başkasına taptıkları için kafir olduğunu anlamışlar, kafir oldukları için de zalim, yalancı ve müfteri olduklarına inanmışlar. Allaha iftira edip yalan söyleyen kimseden daha zalim kimdir? demişler.
Mümin gençler ondan sonra düşünüp taşınmışlar ve toplumun kendilerine hayat hakkı vermediğini görerek ondan ayrılmaktan başka yol olmadığına karar vermişler. Böylece milletlerinden ayrılmayı kararlaştırmışlar, kendileri mümin, ama milletleri kafir olduğu için aralarında yaşamalarının mümkün olmadığını görmüşlerdir.
Şehirden dağlara çıkmışlar ve dağda bir mağaraya sığınmaya karar vermişler. Mağarada Allahtan kendilerine rahmetinden bolca vermesini dilemişler.
Allah dualarını kabul etmiş ve rahmetini vermiştir. Çünkü Allah oların işlerini kolaylaştırmış ve ayetlerini musahhar etmiştir. Güneşe, eziyet etmemek için vücutlarına dokunmamasını emretmiş, o da sabah ve akşam vücutlarına dokunmadan geçip gitmiştir. Mağaranın ortasında boş bir alanda kalmışlardır.
Allanın ayetlerinden biri olarak mağarada gözleri açık olmuştur. Uykuda olmalarına rağmen onlara bakan kişi uyanık olduklarını sanırdı. Toprağın vücutlarını çürütmemesi için de Yüce Allah onları bir sağa, bir sola çevirirdi.
Yanlarında beraber gelen köpek de vardı.Mağaranın eşiğine oturmuş, dirseklerini eşikte uzatmış ve onlar gibi uyumuştu.
Onlar uyurken kimsenin zarar vermemesi için bakanların kalbine Allah büyük bir korku salmış, onları gördüğü zaman kendisini korku sarar ve gerisin geri kaçardı.
Uzun bir uykuya daldılar.Bu şekilde üçyüz dokuz yıl kaldılar. Bu süreden sonra Allah oları diriltmiş, birbirlerine ne kadar uyuduklarını sormuşlar, ama ne kadar kaldıklarını bilememişler. Biri, bir gün veya bir kaç saat uyudunuz, demiş.
Fakat ne kadar kaldıklarını bilmedikleri için sürenin tespitine dalmamışlar, bunu ancak Allanın bildiğini söylemişler ve ne kadar kaldığınızı rabbiniz en iyi bilir, demişlerdir.
Önemli olan şeye yönelmişler, içlerinden birini şehre göndermişler, yanlarındaki paraları ona vermişler ve yemek için kendilerine yiyecek satın almasını söylemişler, helal ve temiz yiyecek seçmesini istemişler, aynı zamanda kendilerini kimselere sezdirmeden ve burada olduklarını kimseye çaktırmadan zarif ve dikkatli olmasını da tenbih etmişler, çünkü milletlerinden korkmuşlar, onları farkeder ve nerede olduklarını öğrenirlerse kendilerini öldürür yahut dinlerinden şirke döndürüp haktan alıkoymalarından endişelenmişler.
Adam yiyecek almak için şehre gitmiş, dikkatli ve uyanık olmaya, gizlenmeye özen göstermiş, ama Allah başka bir şey dilemiştir. Yüce Allah onları kendisinin bir ayeti ve diriltmeye kadir olduğunu gösteren bir delil yapmak istemiş, durumlarını açığa vurmuş ve milletlerinin onları bulmasını sağlamıştır. Milletleri artık Allaha inanmışlardı. Çünkü gençlerin kendisinden kaçarak mağaraya sığındıkları o kafir nesil gitmiş ve Allaha inanan bir nesil gelmişti.
Kasabanın mümin halkı mümin adamı görünce, mağaraya kadar izlemişler, ama mağaraya vardıklarında mümin yedi adamın bu kez gerçekten doğal ölümleriyle öldüklerini görmüşler.
Onlar için ne yapacaklarını tartışıp ihtilaf etmişler. Kimileri, rablerinin onları en iyi bildiğini söyleyerek üzerlerine bir bina yapılmasını söylemiştir. Ama egemenler, üzerlerine bir mescit yapmaya karar vermişler, böyîe de olmuş ve üzerlerine mescit yapılmıştır.
Böylece iman, ihlas, dünyalığa iltifat etmeme ve Allaha sığınma sayfalarından bir sayfa kapanmış, Ashab-ı Kehf öyküsü, üzerinde müminlerin düşünmeleri, ondan iman, ihlas ve direniş dersleri çıkarmaları için insanların ve semavi din mensuplarının anlattıkları bir öykü olarak kalmıştır.[41]
Öyküde Belirtilmeyen Şeyler:
Kuranın belirtmediği (müphem) şeyler, sağlam, kesin ve güvenilir olmayan kaynaklara bakılarak açıklanamaz.Kur’an belirtmediği için onlar belirsiz (müphem) kalmıştır. Onlarla ilgili bilgi için Kur’andan sonra sahih hadislere bakılır. Onları açıklayan sahih bir hadis varsa, alınır. Sahih bir hadis yoksa, o konuda susmak ve olduğu gibi bırakmak gerekir.Israiliyyat ve başka güvenilir olmayan kaynaklardan alman bilgilerle onları açıklamak caiz değildir. Ashab-ı Kehf öyküsünde Kur’an veya sahih hadiste belirtilmemiş şeylerden şunları sayabiliriz:
1- Ashab-ı Kehfin yaşadığı zaman. Yahudilerden önce mi, sonra mı, Hz.İsa’dan önce mi, sonra mı yaşamışlar?
2- Hangi dine mensup olmuşlar? Yahudilik mi, Hıristiyanlık mı? Yosa bu iki dinden başka bir tevhid dini mi?
3- Hangi krai devrinde yaşamışiar?Bu kral Romalı mı, Yunanlı mı,İranlı mı, Yahudi veya Arap mıdır?
4- Yaşadıkları şehir Efes mi, Tarsus mu, Ürdün’ün başkenti Amman veya başka bir şehir mi?
5- Sığındikları mağara Ürdün, Suriye,Türkiye veya başka bir yerde midir?
6- Mağaraya sığınmadan önce gençler ne İş yapıyorlardı? Hükümdar çocukları mıydılar? Kralların yanında görevli miydiler? Yoksa çoban mıydılar?
7- Allaha nasıl inandılar? Halklarının kafir olduklarını nasıl anladılar?
8- Nasıl buluştular? Şehirden nasıl çıktılar ve mağaraya nasıl gittiler? Halk onları farketti mi, etmedi mi? Kral onlara katıldı mı, katılmadı mı?
9- Köpekleri onlara nasıl ve nerede katıldı? Onların yanında ne iş yapardı?
10- Adları, köpeğin adı, rengi ve büyüklüğü nedir?
11- Mağaraya ne zaman girdiler ve ne zaman çıktılar?
12- Onlara yiyecek getirmek için şehre giden adamın adı ne idi? Yanına ne kadar para almıştı ve şehirde hangi sürprizlerle karşılaştı?
13- Şehir halkının onları bulması olayının ayrıntıları, yanlarına nasıl gittiler, haklarımda nasıl tartıştılar,üzerlerine nasıl mescit yaptılar, bunda kralın rolü ne oldu?
14- Onlar bulunduktan sonra ne oldular, sonra gelenler onları gördü mü, görmedi mi? Ashaptan onları gören oldu mu, olmadı mı? Oları kimse görebilir mi, göremez mi?
15- Gelecekte Ashab-ı Kehf ne olacakiar? Hz.İsa indiğinde dirilip onunla beraber olacaklar mı?
Bu ve benzeri bütün soruların Kur’an ve sahih hadislerde ikna edici,açık bir cevabı yoktur. Ne yazık ki önceki tefsirci ve tarihçi birçok kişi bu konulara dalmış, bir sürü israiliyyat ve hurafeler nakletmişler, onlarla ve içerdiği çelişkilerle insanları meşgul ederek Kur’anın metnini okuyup anlama, ders ve anlamlarını kavramaya çalışmalarına engel olmuşlardır.
Belirtilmeyen bu şeyleri araştırmak ve bu tür sorulara cevap vermeye kalkışmak, Kur’anda belirtilmeyen şeyler konusundaki sahih metodla uyuşmadığı gibi, insanlara hiçbir yarar ve bilgi de sağlamaz.[42]
Öyküde Allahin Bazı Ayetleri/Delilleri:
Ashab-ı Kehf öyküsü, Yüce Allanın kudretinin, geçerli iradesinin, karşı konulmaz gücünün, hikmet, rahmet ve tedbirinin açık bir ifadesidir. Kur’an öyküyü anlatırken Yüce Allanın parlak ayetlerinden birtakım ayetler ve mucizeler, ancak kendisinin bildiği ve mümin Ashab-ı Kehfi koruyup gözetmekle görevlendirdiği gizli erlerinden örneklerde sergilemiştir. Yüce Allahın ayetlerinden sayılan rabbani bu erlerden bazıları şunlardır:
a- En uygun yerde bulunan mağara. Çünkü onda gençlerin hayatı tam bir kolaylık ve rahatlıkla geçmiş, sabah akşam onları güneşten de korumuştur.
b- Onlara eşlik eden köpek. Kendileri mağaraya girdikten sonra kapının eşiğinde dirseklerini uzatarak onları korumuş ve onlar gibi uyumuştur.
c- Sıcaklığıyia onlara eziyet etmemeğe özen gösteren güneş.Onun için akıllı, bilgili ve anlayışlı biri gibi davranmış, doğduğu zaman ışıklarını onlardan uzaklaştırıp sağ tarafa gitmiş, battığı zaman da sol tarafa gitmiştir. Kendileri de mağaranın ortasında güneşin ışıklarından uzak geniş bir yerde olmuşlardır.
d- Uzun uyumaları sonucu vücutlarının toprakta çürümemesi için Yüce Allah onları sağa ve sola çevirmiştir. Sağa çevrildikleri zaman sol tarafları hava almış, sola çevrildiklerinde de sağ tarafları hava almış, böylece yanlan ve vücutları sağlam ve sağlıklı kalmıştır.
e- Kimsenin onlara zarar vermemesi için Yüce Allah, görenleri ürkütüp kaçıracak şekilde gürünümlerini korkutucu ve ürkütücü yapmıştır. Herhalde ürkütücü olmalarının sebebi,uykuda olmarına rağmen, onlara bakan kişi uyanık olduklarını sanacak şekilde gözlerinin açık olmasıdır.
f- Üçyüz dokuz yıl süren uzun uykularından yüce Allahın onları diriltmesi.[43]
Sayıları ve Kaldıkları Süre:
Önceki ümmetler bunların sayısı hakkında ihtilaf ettikleri gibi, sayılarını bilmenin mümkün olup olmadığı konusunda islam alimleri de ihtilaf etmişlerdir. Kur’anı Kerim onların sayısı konusunda önceki ümmetlerin üç görüş belirttiklerini söylemektedir.
“Üç kişidirler ve dördüncüleri köpekleridir,
diyeceklerdir”, “Bilgisizce, beş kişidirler, atmcıları köpekleridir, derler”, “Yedi kişidirler ve sekizincileri köpekleridir”derler. Deki, sayılarını Rabbim en İyi bilir. Onları çok az kişi dışında kimse bilmez”
Tefsircilerden bir grup onların sayısını bilmenin mümkün olmadığını, çünkü Kur’anın bunu açıklamadığını ve “Deki, sayılarını rabbim en iyi bilir” diyerek sayılarını sadece Allahın bildiğini söylemişlerdir.
Araştırmacı (muhakkik) tefsircilerden. bir grup ise, sayılarının yedi olduğunu ve bunun bilmeden konuşmak değil, Kur’anın işaret ettiği bilgi olduğunu söyleyerek delillerini de şöyle sıralamışlardır:
1- Kur’an, sayıları hakkındaki ilk iki görüşü redederek onları bilmeden konuşma olarak nitelemiştir.
2- Kur’an, (sayıları yedidir ve sekizincileri de köpekleridir” diyen üçüncü görüş hakkında bir şey söylememiştir. Bu görüş yanhş olsaydı, onu zayıflık ve geçersizlikle nitelerdi.Kur’anın bunun için – bir şey söylememesi, bu görüşün doğru olduğunu gösterir.
3- “Sayıları sekizdir” ifedesinîn başında vav harfinin getirilemsi, bu görüşün doğruluğunu gösterir. Araplar bu vav harfine “sekiz vav’i” derler.[44]
4- Kur’an, onların sayısını insanlardan az kişinin bildiğini söylemektedir. “Deki, onların sayısını rabbim en iyi bilendir Onların sayısını az kişiden başkası bilmez”. Sayılarını kimsenin bilmesi mümkün olmasaydı, Kur’an bunu açıklar ve Allahtan başka kimse bilemez, derdi.
5- Ashaptan bazıları, onların sayısını bilen az kişilerden olduklarını söylemişlerdir.Abdullah Ibn Mesud “Onların sayısını bilenlerdenim, sayılan yedidir” demiştir. îbn Abbas da, “Ben Allanın bildiğini söylediği kişilerdenim, sayıları yedidir” demiştir. Tabiin’den Katade ve Ata’nm da böyle dediği rivayet edilmiştir.[45]
Mağarada ne kadar kaldıkları konusunda da ihtilaf edilmiştir. Tefsircilerden kimileri ayete bakarak bu sürenin üçyüz dokuz yıl olduğunu söylemiştir. Kimileri ise, bu süreyi belirten bir delilin bulunmadığını, çünkü ayette “Deki, ne kadar kaldıklarını Allah en iyibilir” dediğini belirtmektedir.
Kaldıkları süre konusunda ihtilaf etmelerinin sebebi,”Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar” sözünden maksadın ne olduğu ve bu sözü kimin söylediğidir.
İbn Kesir “Bu söz, mağarada uyutttuktan uyandırıncaya ve o günün halkı onları buluncaya kadar geçen süreyi belirten bir söz olup Yüce Allah onu Peygambere bildirmiştir, bu süre, ay takvimine göre üçyüz dokuz yılıdır” der.[46]
Başka tefsirciler ise, bu sözü kitap ehlinin söylediğini ve sayıları konusunda söyledikleri doğru olmadığı gibi, bu söylediklerinin de doğru olmadığını belirtmiştir. İbn Abbas şöyle der:
“Kişi “Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar” ayetini tefsir ederken, yerden göğe kadar doğruluktan uzaklaşır. Sonra “Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar” ayetini okudu. Sonra “Ne kadar kaldılar, dersiniz? diye sordu. “Üçyüz dokuz yıl, dediler”. Öyle olsaydı “Ne kadar kaldıklarını Allah en iyi bilir” demezdi. Allah, bu sözlerinde insanların ” sayılan üçtür, dördüncüleri köpekleridir….bilmeden söylüyorlar sözlerini nakletmiş ve onu bilmediklerini, ama “Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar” dediklerini anlatmıştır. ” der.
Bu görüş Katade, Mutarrif, İbn Ishak ve başkalarından da nakİedilmiştir.
İbn Kesir, Yüce Allahın “Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar” sözü ile “Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir” sözünü uzlaştırarak şöyle der:
“Deki, ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir”. Yani, ne kadar kaldıklarını bilmiyorsan ve Allahtan sana bir bilgi de gelmemişse, “Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, yerin ve göklerin ğaybı onundur” cevabını ver.Yani bunu Allahtan ve bildirdiği kişilerden başkası bilmez”[47]
Biz de ne kadar kaldıkları konusunda Ibni Kesir’in söylediklerine katılıyoruz ve bunun üçyüz dokuz yıl olduğunu kabul ediyoruz. Üstelik bu görüş, müfessirlerin çoğunun da görüşüdür.[48]
Öykü Önce Toplu, Sonra Ayrıntılı Olarak Verilmiştir:
Kur’an, en güzel sanatsal anlatım üslubuna uygun olarak Ashab-ı Kehf öyküsünü hoş, etkileyici ve gönülleri okşayıcı bir üslupla anlatmaktadır. Öce toplu ve özet olarak vermekte, sonra açarak ortaya koymaktadır.
Toplu anlatım şu ilk dört ayette bulunmaktadır:”Yoksa sen mağara ve kitabe ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? Birkaç genç mağaraya sığınmış, Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl, demişlerdi. Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk.Sonra iki taraftan hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi saydığını ortaya çıkarmak için onları dirilttik.”
Aaçarak anlatma ise, “Onların haberini sana gerçek olarak biz anlatıyoruz” ayetinden başlayıp sonuna kadar sürmektedir.
Toplu olarak verilen kısım,öykünün ana hatlarını içermektedir. Şöyleki; Bunlar mağarada bulunan ve kitabede adları geçen kişilerdir. Allahın ayetlerindendirler. Mağaraya sığınmışlar. Aliahtan yardım istemişler.
Rahmetini, doğru yolu göstermesini ve başarısını istemişler. Mağarada Allah onları uyutmuş ve uyumuşlardır. Uykuları yıllarca sürmüştür.Sonra Allah uykularından uyandırmıştır. Sayıları, kimlikleri ve ne kadar kaldıkları konusunda insanlar iki gruba ayrılmışlardır. Kur’an bu konuda doğru olan görüşü belirtmiş ve yanlış olan diğer görüşü iptal etmiştir.
Herhalde ilk ayet olan”Yoksa sen mağara ve kitabe ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?” ayeti,insanların onların durumlarını yadırgamalarına bir cevap verdiği gibi, peygambere bu konuda soru soran yahudi ve müşriklere de cevap vermektedir.[49]
Rabbimiz! Katından Bize Bir Rahmet Ver:
Mağaraya sığındıklarında mümin gençler Allahtan yardım ve rahmet istemişler ve “Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver ve işimizde doğruyu göster” demişlerdir. Böylece müminler Aİlaha sığınma, ondan yardım ve rahmet isteme ve bütün işlerde doğru yolu göstermesi, işimizi kolaylaştırmasını istememizi öğretmektedirler. Rahmetin ancak Ailah tarafından verileceğini bildikleri için onu sahibinden istemişler ve “Katından bize bir rahmet ver” demişlerdir.
Kehf suresinde “yanında-katında” anlamındaki “;Ledun” kelimesinin aşağıdaki ayetlerde dört defa geçtiği görülmektedir.
“Yanından şiddetli bir baskını haber vermek ve müminleri mjdelemek için…”[50]
“Rabbimiz! yanından bize bir rahmet ver ve işimizde bize doğru yolu göster”[51]
“Yanımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve katımızdan bir bilgi verdiğimiz kullarımızdan bir kul buldulaı [52]
” O zaman senden Özür dilerim (yanımdan sana Özür bildiririm)”[53]
Surede ayrıca rahmet kelimesinin de şu yerlerde altı defa geçtiği görülmektedir;
“”Rabbamiz! katından bize bir rahmet ver ve işimizde bize doğru yolu göster.”[54]
“Mağaraya sığının, rabbîniz size rahmetinden çokça verir”[55]
“Rabbin çok bağışlayıcı, rahmet sahibidir. Kazandıkları sebebiyle onları cezalandırırsa, azaplarını çabuklaştırır.”[56]
“Yanımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve katımızdan ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular”[57]
“Rabbin, kendisinden bir rahmet olarak, ikisinin erginlik çağına gelmelerini ve definelerini çıkarmalarını istedi.”[58]
“Bu, rabbimden bir rahmettir. Rabbimin belirttiği zaman gelince, onu yerle bir eder”[59]
Allahm rahmeti Kehf suresinde ve anlattığı öykülerde öne çıkmaktadır. Ashab-ı Kehf’e mağaraya sığınmalarını
Öğretmesi ve ona sığınıp müşrik milletlerinden ayrılmalarını sağlaması Allahm onlara bir rahmetidir.Bu kadar uzun yıllar mağarada kalmalarını sağlaması, kaçtıkları kafir kuşak gidip yerine mümin bir kuşak gelinceye kadar yüzlerce yıl uyumalarını sağlaması onun bir rahmetidir.Mağaranın içinde onlar için ayetler ve kudretini gösteren deliller sergilemesi onun bir rahmetidir.
Rahmetin ancak Allahtan olduğunu bildikleri için de ondan istemişler, layık insanlara doğru yolu ancak kendisinin göstereceğini bildikleri için ona yalvarmışlar. “Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver ve işimizde bize doğru yolu göster”.
Bunu. kendisinden tam bir içtenlik ve yönelişle, doğruluk ve ümitle isteyince, Allah isteklerini kabul etmiş, gölgelerinde yaşamalarını sağlayacak rahmetini vermiştir.
Allahm rahmeti onlara mağaranın içinde gelmiş ve mağaranın içini nimet ve emniyete çevirmiştir.Yüce Allah ne güzel buyuruyor: “Allahm insanlara vereceği bir rahmeti hiçbir kimse önleyemez. Vermeyeceğini de onun dışında hiçbir kimse veremez”[60]
Onların Haberini Sana Gerçek/Doğru Olarak Anlatıyoruz:
“Onların haberini sana gerçek olarak anlatırız” sözü bazı şeyler anlatmaktadır:
1- Yüce Allahm Ashab-ı Kehf’in durumunu bize anlatması, rahmet ve öğretmesinin bir ifadesi ve öncekilerin öykülerinden bize yararlı şeyleri bildirmesidir.Bu da ondan bir ihsan ve lütuftur.
2- Ayetlerin, Ashab-ı Kehf konusunda yahudi ve müşriklerin peygamberi sınadıkları bir ortamda indiğini unutmayalım.Bu soruya bizzat yüce Allahın cevap vermesi, peygamber için bir destek ve zaferdir.
3- Bu olay, Hz.Muhammed’in peygamber olduğunu kanıtlayan bir delil ve Yüce Allahın bir tanıklığı sayılır.Peygmber olmasaydı, yüce Allah onu doğrulamaz ve ayetlerini ona indirrnezdi.
4- Yüce Allahın “Biz onların haberini sana gerçek olarak anlatıyoruz” sözünü hak olarak nitelemesi, öyküde anlatılan bütün şeyleri gerçek ve doğru olarak kabul etmemize bir çağrıdır.Öyküde anlatılan bazı şeyler maddi ölçülerin dışında olan şeylerdir.Mümin akıl, Yüce Allahın her şeye gücü yeten bir güç, evrenin yasalarından dilediğini değiştiren veya işlevsiz kılan sınırsız bir irade sahibi olduğunu kabul eder.
5- Hak ile nitelemesi, Kur’andan aktardığımız öncekilerin öykülerinde, çalıştığımız alanda, aldığımız kaynaklarda ve vardığımız sonuçlarda doğruluk, isabet ve gerçeklik demek olan hak niteliğine çağırmamız demektir.Bütün bunların hak niteliğine sahip olması gerekir.Bu da ancak Kur’an ve sahih sünnet olan sağlam ve güvenilir kaynaklar için mümkündür.
Ashab-ı Kehf Öyküsünde anlatılanların hak ile nitelenmesi, araştırmacı ve okuyucuların gerçek ve doğru rabbani kelam ile yetinmeleri, israiliyyat ve mitolojilerle dolup taşan başka kaynaklara gitmemeleri, aksine onları anlatan bütün rivayetleri bir tarafa atmaları için bir çağrıdır.
6- Ayetteki haber anlamındaki “Nebe'” kelimesi, Ashab-ı Kehf öyküsünün önemli olduğunu anlatır. Çünkü “Nebe’ ” kelimesi, aynı zamanda önemli ve doğru haberler için kullanılır.[61]
Gençlerdir:
Yüce Allah Ashab-ı Kehf’in gençler olduğunu bildirmektedir. “Rablerine inanmış ve hidayetlerini artırdığımız gençler”.
Gençlik delikanlılık, canlılık ve coşku dönemidir. Fedakarlık, verimlilik, sorumluluk ve görev üslenme çağıdır. Kur’anda gençlik, övülen bir niteliktir. Genç de güzel ve önemli işler yaptığı zaman övülmektedir.
Milletinin putlarını kıran Hz.ibrahim genç diye nitelenmiş ve “ibrahim denilen bir gencin onlardan söz ettiğini duyduk”[62] demişlerdir.
Halk onu genç diye nitelerken küçümsemeyi, horlamayı ve suçlamayı düşünüyorlardı. Sanki yaptığının sonucunu ve davranışlarının akibetini düşünmeyen soytarı bir delikanlıdır, yetişkin ve olgun bir büyük olsaydı, böyle bir işe kalkışmazdı, demek istiyorlardı.
Ancak, Kur’anın genç diye nitelemesi onun için ve yaptıkları için bir övgü olduğunu düşünüyoruz.Kötü şeylere karşı çıkmaya ve putları kırmaya gençlik onu sürüklemiştir.Gençliği, şirkin tanrıları olan putları görmeye dayanamıyordu.Onun için münkeri kırıp dağıtmıştır.
Günümüzde dinine bağlı müslüman gencin gençliği, islam- düşmanlarının küçümseme, horlama ve suçlama sebebi olmaktadır. Çünkü islam düşmanları onları köktenci gençler ve tepkici taşkın delikanlılar olarak görmektedir.Akh başında büyük adamlar olsalardı, anlayışlı, ferasetli ve olgunluk sahibi olurlardı, derler.
Halbuki dinine bağlı bu gençlerin gençliği, himmet ve enerjisinin, çalışma ve fedakarlığı, gayret ve aktivitesinin kaynağıdır. Bunlar her zaman gerçek gençliğin olgun meyveleridir. Belirttiğimiz gibi gençlik dönemi, fedakarlık, verimlilik ve hamaset dönemidir.Gençlik atılganlık ve değerlere bağlılık demektir.
Değiştirme ve reformun enerjisi gençlerdir. Çağrılar ancak gençlerin çabalarıyla yayılmış ve egemen olmuştur. Değişim ancak onların çabalarıyla gerçekleşmiştir. Peygamberlerin, reformcu ve ıslahatçıların mensuplarının çoğu gençler olmuştur.
Gençlerin gözle görülür enerji ve rollerinin büyüklüğünü bilen ve müslümanların onlardan yararlanmasını istemiyen islam düşmanları, onların inanç ve düşüncelerini bozmak, başıboş ve hayvan gibi yaşamalarını sağlamak, duyarlılık, girişkenlik ve sorumluluk duygularını köreltmek, hayatta anlamsız ve değersiz işlere yöneltmek için ellerinden geldiği kadar çalışmışlardır. Günümüzde olduğu kadar müslüman gençliğe karşı savaşılmamış ve her yönden saldırılara maruz bırakılmamıştır. Bugün olduğu kadar müslümanlar gençlerini yitirmemiş ve gençler bugünkü kadar batıl yollara düşerek kaybolup ziyan olmamıştır. Gençlerini yitirdiği zaman ümmet ne kadar çok zarar eder! Dayanağı ve geleceği olan gençlerini yitirdiği gün ümmet ne kadar büyük felakete uğramış olur!
Ancak ümmet bütün gençlerini yitirmiş değildir.İçinde iyi gençler ve çalışan delikanlılar vardır. Yüce Allanın Ashab-ı Kehf için buyurduğu gibi “Onlar rablerine inanmış ve hidayetlerini artırdığımız gençlerdir”sözüne uygun olan gençlerdir. Bu gençler İslama yönelmiş, gereği gibi öğrenmiş, İçtenlikle ona sarılmış, aşk ve şevkle çağrısını yapmışlardır.
Onlar, Allaha iman etmiş gençlerdir.Ona iman edip yolunu tercih edince, Allah da içtenliklerini ve ve doğruluklarını görünce, desteğiyle desteklemiş ve hidayetlerini artırmıştır.
Bu ayet, iman ve hidayet konusunda gerçeği söyleyen Kur’anın şu gerçeğini kararlaştırmaktadır: Şüphesiz seçimi ve tercihi yapan, mümin insanın kendisidir.imanı seçip içtenlikle,ciddiyet ve sorumlulukla tercih ederse, Allah ona daha çok verir.Ama kendisi ilk adımı atmaz ve istekte bulunmazsa, Allah ona daha çok vermek bir yana, hidayeti kesinlikle vermez.
Onun için insana düşen, istemektir. Allah da, küfür veya iman, istediğimiz şeyi bize fazlasıyla verir. Kur’an ayetlerinin kararlaştırdığı ilahi yasa budur. Mesela yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Dünyayı isteyene, istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar, hemen veririz. Sonra ona cehenneme hazırlarız.Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer.Ahireti isteyip inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin çalışmaları da ödüllendirilecektir. Onların ve bunların her birine rabbinin vergisinden bol bol veririz. Esasen rabbinin vergisi kimseye yasaklanmış değildir.Onları birbirlerinden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Şüphesiz ahirette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler vardır.”[63]
Kalplerini Pekiştirdik:
Allaha inanan ve hidayeti yakalayan mümin gençler kafir bir toplum içinde bulunmuşlar, ama kalplerini imana açarak onlardan ayrılmış, hak ve iman tarafını seçmişlerdir.
İman kalplerine girince Allah iman ve hidayetlerini artırmış ve kalplerini onunla doldurmuştur. İman ve hidayetle dolan kalplerini Allah korumuştur. “Kalplerini bağladık” . Bağladık demek, iman üzerinde sabitleştirdik,azim, sabır ve sebat içinde iman üzere devam ettirdik, demektir.
Bu cümlenin çizdiği tabloya hayranım. Çünkü kalplerinin iman ve hidayetle dolu olduğu gözümün önünde canlanıyor.Tıpkı dolu bir su tulumu gibi. içindeki suyun akmaması için sahibi ağzını bağlıyor ve suyu içinde tutuyor.
imanı ve hidayeti seçen bu kalplerden kafir toplumun fitnesiyle iman ve hidayetin sızmasından endişe ediliyor.Bu sebepten içinde iman ve hidayetin tutulması için Allah o kalpleri bağlıyor.
imanı seçen kalpler, onu sızdırıp yitirmemek için bağlanmaya muhtaçtır. Nitekim Yüce Allah Bedir’de savaşan müminlere şöyle buyurmuştur: “Sizi kendisiyle temizlemek, şeytanın pisliklerinden arındırmak, kalplerinizi bağlamak ve onunia ayakları sağlamlaştırmak için üzerinize gökten su indiriyor.”[64]
Kıyam Ederek Dediler:
“Onların kalplerini bağladık. Kıyam ettiler ve Rabbimiz yerin ve göklerin rabbidir,onun dışında hiçbir tanrı kabul etmeyeceğiz, aksi halde saçmalamış oluruz, dediler.”
Mümin gençler, iman yolunda şu aşamalı yolu izlemişlerdir:
a- Önce Rablerine iman etmişler ve ondan rahmetini vermesini ve doğru yolu göstermesini istemişler.Allah onların isteklerini kabul etmiş, iman ve hidayetlerini artırmıştır.
b- Allahın lütuf, iyilik ve nimetini kazanmışlardır.Çünkü içinde imanı diri tutmak için iman dolu kalplerini
bağlamıştır.
c- Ondan sonra azim ve ciddiyetle kalkmışlar, gayret ve çaba ile araştırmışlar, yerin ve göklerin rabbinin sadece Allah olduğunu ilan etmişler, bundan böyle onun dışında başka bir tanrı kabul etmiyeceklerini açıklamışlar ve başka tanrılara tapan milletlerinin yanlış yaptığını söylemişlerdir. Bu üçüncü aşamayı Kur’anı Kerim şöyle belirtir: ” kalktılar ve Rabbimiz yerin ve göklerin rabbidir, onun dışında başka bir tanrı kabul etmiyeceğiz. Aksi halde saçmalamış oluruz, dediler”.
Tefsirciler, kıyamın anlamında ihtilaf ederek şöyle açıklarlar:
1- Bazıları kıyamın, mümin gençlerin kafir kralın
huzurunda dikilmeleri olduğunu söylemiştir. Bu ifade kralın huzurunda duruşlarını nitelemektedir. Kral kendisine ve dinine muhalefet ettiklerini öğrenmiş, onlar da çağrılıp kralın huzuruna çıkarılmışlar, ona “bunlar senin dininden ayrılmışlar ve seni tanımaz olmuşlar” denilmiştir.
Kral, gençlerin kendi dinine dönmelerini emretmiş ve dönmedikleri taktirde öldürmekle tehdit etmiştir. Ama onlar hak üzere sebat etmiş ve rabbimiz, yerin ve göklerin rabbidir, demişlerdir. Rasulullahtan böyle sahih bir rivayet gelseydi, bu görüş doğru olabilirdi.Ama sahih bir rivyet olmadığından, bu görüşün doğru veya yanlış olması sözkonusudur.
2- Bazıları da gençlerin şehirde önde gelen kişilerin çocukları olduğunu, aralarında randevulaşma olmaksızın şehirden çıkıp banliyoda buluştuklarını, içlerinden birinin
Rabbimin yerin ve göklerin rabbi olduğunu düşünüyorum, dediğini, diğerlerinin de aynı şekilde kalkarak aynı şekilde söylediklerini belirtmektedir. Bu kalkışlarının ayrıntıları da sahih rivayetlerde geçmemektedir.
3- Başka tefsirciler ise,gençlerin halklarından ayrılmalarının, onları bırakıp Allaha doğru kaçışlarının kıyam ile ifade edildiğini belirtmektedir. Tıpkı bir işi tam bir çaba ile yapmaya azmeden kişi için “Falan kişi bu işe kalkıştı” demek gibidir.[65]
Ancak burada biz kıyamdan başka bir şey anlıyoruz. Bu, ayağa kalkmak veya ayakta dikilmek anlamında somut bir kalkış olabilir. Bunlar Allanın yolunu seçmiş ve Allah da mümin kalplerini bağlamış olduğu için kalkıp dikilmişler ve rablerinin yerin ve göklerin rabbi olduğunu açıkça ilan etmiş olabilirler.
Kıyamdan maksat, çalışma, gayret, çaba, ihtimam ve araştırma da olabilir. Allanın yolunu seçmede tam bir azim ve gayret, çaba ve samimiyet içinde bulunmuş olabilirler.
Kıyamın hareket, çalışma ve çaba anlamında olduğunu da düşünüyoruz. Yani imanı, soyut zihinsel bilgi planında bırakmadan, soyut bilgilenme ile yetinmeden ayağa kalkarak, hareket ve gayret göstererek bu zihinsel bilgi ve akli kültürün doğal bir meyvesi ve mantıklı sonucu sayılan bir adım daha atmışlardır.
Kalkmaları ve çaba göstermeleri imanlarının güçlenmesinde etken olduğu gibi, harekete geçmeleri ve pratik adım atmaları da imanlarının zorunlu bir gereğidir.
Şüphesiz imanın, bu gençlerin imanı gibi diri, canh,dinamik ve güçlü olması gerekir.Bu imanın, bütün
hayatımızı kendisine uyduracak ve başkalarını da ona çağıracak şekilde, bizi pratik adımlar atmaya ve uygulayarak göstermeye sevketmesi gerekir.
iman ve islam ile kıyam etmek, üzerinde sebat edip ona davet etmek,onu seçen, onunla dolan ve Allahtan üzerinde bağlamasını isteyen kalpler gerektirir. Yüce Allah, Ashab-ı Kehfin kalplerini bağlayınca, kendilerine kuvvet, azim ve gayret vermiş, onlar da imanlarıyla kıyam etmişlerdir. Mücahit mümin kalpler her zaman böyledir.
Şüphesiz Kur’an bizden azim,araştırma, düşünme, çalışma ve aktivite olan kıyam istemektedir. Bu gerçekleşirse, insan imanı ve onun gereğini yapmayı seçecektir.Yüce Allah buyuruyor: “Deki, size tek bir öğüdüm vardır; Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, göreceksiniz ki arkadaşınızda bir delilik yoktur. O, yalnız çetin bir azabın öncesinde sizi uyarmaktadır”[66]
Ne tuhaftır ki tasavvufçular Ashab-ı Kehfin kıyamına ve “Rabbimiz, yerin ve göklerin rabbidir” sözüne dört elle sarılmış ve bunu ayakta durmaları, zikir, dervişlik ve gazel okuma halkalarında dans edip sallanmaları için bir delil saymışlardır. İmam Kurtubi, böyle bir şey için bunu delil göstermenin yanlış olduğunu belirterek yaptıklarını eleştirmiş ve şöyle demiştir:
“Bunu delil göstermek yanlıştır.Mümin gençler kalkıp hidayet üzere Allahı anmışlar, verdiği nimet ve hidayet için ona şükretmişlerdir. Bu nerede, özellikle bu zamanda kadınların ve tüysüz gençlerin güzel sesleri eşliğinde ayaklan yere vurarak sarıklarla dans etmek nerede! Allaha yemin ederim aralarında yerle gökler arası kadar fark vardır. Kaldıki sofuların bu yaptıkları bütün müsiümanlara göre haramdır.
imam Ebubekir et-Tarsusi’ye sofuların mezhebi sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: Dans etmeyi ve kendinden geçmeyi ilk uyduranlar, Samiri’nu adamlarıdır. Onlara öküz gibi ses çıkaran bir buzağı yapınca, kalkıp etrafında dans ettiler ve coştular.”[67]
Tanrıları İçin Açık Bir Delil Getirsinler:
Ashab-ı Kehf kalktılar ve rabbimiz yerin ve gölerin’ rabbidir, onun dışında hiçbir tanrı kabul etmeyeceğiz, aksi halde saçmalamış oluruz, dediler. Şu halkımız Allahı bırakmış ve başka tanrılar edinmişler, bunların tanrı olduklarını göstererek apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allaha iftira ederek yalan söyleyenden daha zalim kimdir? dediler.
Milletlerinin içinde bulunduğu küfrü,şirki ve Allahtan başka varlıklara tapmalaranı red etmişlerdir.İçinde bulundukları küfür, şirk ve batıl yolun.doğru olduğunu gösterecek açık ve kesin bir delil getirmelerini istemişler. Bu yaptıklarının Allaha yalan ve iftira olduğunu belirtmişler ve Allaha iftira ederek ona ortak koşanlardan daha zalim kimse olamıyacağım söylemişlerdir.
“Tanrıları için açık bir delil getirmeleri gerekmez mi!” sözü, inanç, düşünce ve görüş alanında Kur’anın kesin,
zorunlu ve açık bir kuralını ortaya koymaktadır. Allahtan başka varlıklara tapan veya tanrılar edinen kişiler taptıklarının ilah olduğunu kanıtlayacak açık bir delil getirseler ya! Gittikleri yolun doğru olduğunu gösterecek bir delil getirmeleri gerekmez mi?
Kur’an bütün insanların inanç, düşünce ve görüşlerinde bilimsel, ilkeli ve objektif olmalarını, bilimsel, objektif ve ilkeli olmayan, doğruluk ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir düşünceyi veya görüşü kabul etmemelerini ister. İçinde bulundukları durumlarına bu niteliği kazandırabilmeleri için sağlam her aklın kabul edeceği ve doğru her mantıkla bağdaşan açık seçik zorunlu delilleri göstermesi gerekir.
Her insan, inandığı veya söylediği şeyler için bir delil ararsa ve delile dayanmayan her türlü inanç, düşünce ve görüşü bir yana atarsa, insanlar inandıkları ve söyledikleri, hatta açık kesin şeyler olarak saydıkları birçok şeylerden vazgeçer ve delilden, bilimsellikten, ilkesellikten ve objektiflikten yoksun dünyada yayılmış pek çok inanç, teori, düşünce, slogan, ilke ve ideoloji ortadan kalkardı.
Kur’an, insanlardan delil ve kanıt istemektedir. Özellikle inanç, düşünce ve prensiplerini tartıştığı kafirlerden bunu istemektedir. Şöyle buyuruyor;” Deki, Rabbim sadece açık ve gizli ahlaksızlıkları, günahı, haksızlığı, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allaha ortak koşmanızı, Allaha karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”[68]
Kur’an, müşriklerin Alİahın oğlu olduğuna ilişkinsözlerini aktarmış ve hiçbir delile dayanmadığı için red etmiştir. “Allah bir çocuk edindi, dediler. Haşa! Bu sözlerinden tamemen uzaktır. Zengin Odur. Bu sözünüzü kanıtlayacak herhangi bir deliliniz var mı? Allah hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz!?”[69]
Kur’an, Allaha koştukları ortaklık için bir delile bile sahip olmayan, buna rağmen şirk inançları üzerinde ısrar eden ve Alİahın ayetlerini kabul etmemekte direnen müşriklerin içlerinde gizledikleri kibir ve aldanmaktan
dolayı böyle davrandıklarını kararlaştırır. “Kendilerine gelmiş bir delile sahip olmaksızın Allanın ayetleri hakkında tartışanların içlerinde ulaşamayacakları büyüklenmeden başka bir şey yoktur. Sen Ailaha sığın. Şüphesiz O işitendir, görendir”[70]
Yüce Allah müşriklerin hiçbir delile dayanmadan putlara yaptıkları ibadeti redetmesini emrederek şöyle buyurur: “Ey inkarcılar! Şimdi Lat, Uzza ve diğer üçüncüleri olan Menat’m ne olduğunu söyler misiniz? Demek erkekler sizin,dişiler Allanın, öyle mi? O zaman bu haksız bir paylaşma! Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir.Onlar sadece zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa onlara rablerinden and olsun ki doğruluk rehberi gelmiştir.”[71]
Şüphe yok ki kafirler bulmak için ömür boyu çalışsalar, her şeylerini harcasalar, akıllarını bitirseler ve canlarını tüketseler bile, içinde bulundukları şirk, küfür ve batılın doğruluğunu kanıtlayacak hiçbir delil bulamazlar. Çünkü Allanın ilahlığı ve rablığı gerçeği dışında, Allahtan gelen bütün emirlere, hükümlere, gerçek ve prensiplere sarılmanın doğruluğu dışında, söyledikleri şeylerin hiçbir delili yoktur.
Günümüzde Allanın sisteminin dışına çıkan ve yolundan başka yollara uyan insanlara Ashab-ı Kehfin söylediklerini söylüyoruz. “Şu halkımız, Allahı bırakıp birtakım tanrılar edinmişler.Onlann tanrı olduğunu kanıtlayacak açik bir delil getirmeleri gerekmez mi? Ailaha iftira edip yalan söyleyen kimseden daha zalim kimdir?”[72]
Onlardan Ayrıldığınız Zaman:
Mümin gençler, araştırma ve doğru yolu bulmada bu aşamaya geldikten, halkın güç ve kuvveti karşısında kendi güç ve kuvvetlerini görerek onlara karşı çıkıp değiştirmeye güçlerinin yetmiyeceğini anladıktan sonra, milletlerinden ayrılmaya karar vermiş ve mağaraya gitmeyi tercih etmişlerdir. Birbirlerine seslenerek “Onları ve Allahtan başka taptıkları şeyleri bıraktıktan sonra mağaraya sığının, rabbiniz size rahmetinden bol bol versin ve işinizi kolaylatırsın,7′
Kafir olan milletinizi ve Allahı bırakıp taptıkları putlara tapmayı red ettiğinize göre, mağaraya gidiniz ve ona sığınınınız. Çünkü halktan ayrılmak için orası en iyi yerdir. Orada Allah size rahmetinden bol bol verir ve kalmanız için gerekli şartları hazırlar.[73]
Milletlerinden Ne Zaman Ayrıldılar?
Mümin gençler acaba milletlerinden ne zaman ayrılmaya karar verdiler? Şüphesiz içinde bulundukları durumu iyice değerlendirdikten sonra buna karar vermişlerdir. Kafir milletlerinin gücüne bakmışlar ve her türlü güç ve imkana sahip olduklarını görmüşler. Bir de kendi durumlarına bakmışlar, o kuvvet ve imkanlardan hiç bir şeye sahip olmadıklarını görmüşler. Bu da milletleri ile karşı karşıya gelip savaştıkları taktirde, savaşın dengesiz ve sonucunun önceden belli olacağını gösterir. Çünkü bu savaşta galip gelemiyecekleri açıktır. Öyleyse niçin böyle bir savaşa girsinler?!
Milletlerinin tavrına bakmışlar. Küfür üzerinde ısrar ettiklerini, Ailaha inanmaları için yapılacak çağrının bir kelimesine bile tahammül etmediklerini ve çağrı yapan kişinin söylediklerini kabul etmiyeceklerini, aksine işkence ve eziyet altında kendilerini öldüreceklerini görmüşler, bu sebepten onlarla tartışmanın ve davet etmenin bir yararı olmadığına karar vermişlerdir. Onlardan ayrılmaktan, imanlarıyla yaşamak ve Allah’a ibadet etmek için mağaraya gidip sığınmaktan başka yapabilecekleri bir şeyin olmadığını görmüşlerdir.
Milletlerinden ayrılma ve mağaraya gitme yönündeki kararları yerinde ve isabetli olmuş, içinde bulundukları durum ve realitelerine uygun düşmüştür. Onun için Allah dualarını kabul etmiş, bol bol rahmetinden vermiş ve mağarada yaşamaları için gerekli imkanları hazırlamıştır.[74]
Onlar Gibi Uzleti/Toplumdan Ayrılmayı Seçebilir Miyiz?
Kimi müslümanlar Ashab-ı Kehfin milletlerinden ayrılmalarına bakarak şunu sorabilirler: Ashab-ı Kehf mümin kişiler olduklarına ve milletlerinden ayrılıp uzlete çekilme kararları da yerinde olup bu tavırlarını Kur’anı Kerim onayladığına göre, bu konuda onlara uymamız caiz olamaz mı? Biz de milletimizden ayrılsak, evlerimize kapansak, dağlara veya mağaralara sığınsak ne olur?
Cevap olarak belirtelim ki müslümanın insanlardan fiziki olarak ayrılması, onlarla karışmayacak, konuşmayacak, görüşmeyecek, öğüt vermeyecek ve davet etmeyecek şekilde vücut olarak onlardan ayrılıp ilişkileri kesmesi caiz değildir. Bu konuda Ashab-ı Kehf’e uyması caiz olmaz. Bizimle onlar arasında ne fark vardır? denilebilir.
Şüphesiz müslümanların dumumu ile Ashab-ı Kehfin durumu arasında temel farklar vardır. Bu farklar müslümanların durumunun Ashab-ı Kehfin durumuna kıyas edilmesine engeldir. Bu farklar şunlardır:
1- Ashab-ı Kehfin şeriatı bizim şeriatımızdan ayrıdır. Onların şeriatı, milletlerinden ayrılmalarını ve tebliğ etmemelerini caiz görmüştür. Bu hükümde onlara uyamayız. Usul alimlerine göre en makbul görüş, bizden öncekilerin şeriatının bizim için geçerli olmadığıdır.
2- Uzletin yasakhğı, insanlara tebliğ ve davet etmenin vacipliği konusunda şeriatımızın hükmü açıktır.Kur’anda bunu açıklayan çok ayetler vardır.Mesela;
“Ey peygamber! Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et.Eğer tebliğ etmezsen, risaletini tebliğ etmemiş olursun. Seni insanlardan Allah korur. Şüphesiz Allah, fasık olan milleti doğru yola eriştirmez. “[75]
“Deki, beni hiçbir kimse Allaha karşrsavunamaz ve ben ondan başka bir sığmak da bulamam. Benim yaptığım, sadece Allah katından olanı, onun gönderdiklerini tebliğ etmektir”[76]
Şüphesiz islam, ancak insanların arasında olmak ve onları davet etmekle yayılır. Müslüman da ancak insanları İslama davet ettiği, açıklayıp öğrettiği taktirde sorumluluktan ve cezadan kurtulabilir.
3- Rasulullah bizi insanlarla beraber yaşamaya ve onların eziyetlerine katlanmaya teşvik etmekte, onları bırakıp uzlete çekilmeyi yasaklamaktadır. Bu konudaki öğretilerinden sadece şu hadisi belirtmekle yetineceğiz, îbni Mace, Abdullah İbn Ömer’den Rasulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Halkın arasında yaşayan ve eziyetlerine katlanan müminin ecri, onlara karışmayan ve eziletlerine sabretmeyen müminin ecrinden daha büyüktür. “[77]
İnsanlara karışmak, onlara öğüt vermek ve uyarmak içindir.Yoksa dini, takvayı ve Allaha itaati bırakmak için değildir. Şüphesiz insanlara karışma gerekçesiyle müslümanın dinini bırakması, prensiplerini terketmesi veya haram ve ahlaksızlık şeyleri yapması caiz olmaz. Abdullah İbn Mesud’un şu sözü ne kadar yerinde, bilimsel, dengeli ve objektiftir:”İnsanların içinde yaşa, ama dinini de yaralama” [78]
Yani insanların arasında dengeli ve ölçülü olarak yaşa ama vacibi bırakmaktan, haram ve ahlaksız şeyleri işlemek suretiyle dinini yaralamaktan sakın.
4- Ashab-ı Kehfle bizim aramızda bir fark daha vardır. O da yaşadığımız hayat şartlandır.Onlar küfürde ısrar eden, davet ve nasihati red eden kafir bir millet içinde yaşıyorlardı.Onlardan ayrılıp uzlete çekilmekten başka yapacakları yoktu.
Biz ise, genellikle müslüman olan bir halk içinde yaşıyoruz. Bizimle milletin bireyleri arasında ortak payda olan islam ortaklığımız vardır. Bu ortak paydadan hareket etmemiz, onun üzerine bina etmemiz, beraber yaşama yolu ile onlara tekrar İslama sarılmayı ve Allaha itaat etmeyi kazandırmamız mümkündür.[79]
Fiziki Uzlet İle Zihinsel Uzlet:
Burada zihinsel uzlet iie bedensel uzlet arasındaki farka işaret etmemiz gerekir. Bedensel uzlet, insanlardan fiziki olarak ayrı yaşamak, vücut olarak evde, dağda veya bir başka yerde onlardan ayrı yaşamayı tercih etmektir. Bunun caiz olmadığını belirttik.
.Zihinsel uzlet ise, düşünce ve anlayışta, ahlak ve davranışta aradaki farkı koruyarak insanlarla biriikte yaşamaktır, insanların içinde bulundukları batıl şeyleri bilinç ve zihin olarak paylaşmamaktır. Onlarla beraber yaşarken, ece İslama bağlanmaktır. Onlarla beraber yaşamanın hedefi de, onlardan etkilenmemeye özen göstererek, onları etkilemektir.[80]
Dünyanın Darlığı ve Mağaranın Genişliği:
Mümin gençler rablerinin rahmetinden kendilerine )olca vermesini umarak milletlerinden ayrılmaya ve
mağaraya sığınmaya karar verdiler. Allah dualarını kabul îtti, umut ve dileklerini gerçekleştirdi ve mağarada onlara rahmetini bolca verdi.
İnsan bu duruma şaşıyor! Kafir toplumda yaşadıkları îeniş dünya kendilerine dar gelmiştir. Bütün genişliğine rağmen, Allaha imandan yoksun olduğu için, isyan ve îüfürle dolduğu için dünya mümin gençlere dar gelmiştir.
İmandan yoksun olduğu, küfür, fasıklık ve sapıklık yayıldığı zaman dünya ve hayat mümine dar gelmekte, içinde boğulacak kadar onu dar görmektedir. Ama daracık ıağara müminlere genişlemiş, geniş olduğunu hissetmişlerdir. Acaba bu duygu nereden gelmiştir?
Şüphesiz bu bir teselli veya kuruntu değil, gerçek bir duygudur. Çünkü mümin, inancının gerçeklerini yaşadığı ve İslama göre bir hayat sürdüğü zaman bir ferahlık, bir genişlik ve bir rahatlama hisseder.
Mümin gençler mağarada bunu bulmuşlar. Mağarada mümin olarak yaşamışlar. İçinde ibadetin lezzetini, Allaha yakarmanın ünsiyetini, imanın tadını almışlar, böylece bir genişlik hissetmişlerdir.
Şüphesiz mağaralarını geniş, rahat, yaşamaya elverişli yapan, istedikleri Allanın rahmetidir. Allah dileklerini kabul etmiş ve rahmetinden bol bol vermiştir,”Rabbiniz size rahmetinden bol bol verir”.
Rableri onlara rahmetinden bol bol vermiştinBu rahmet; mağaralarını dodurmuş, onlar da bu rahmet içinde mutlu ve huzurlu yaşamışlardır.Yüce Allah .ne güzel buyuruyor”Allahın insanlara vereceği kir rahmeti hiçbir kimse engelleyemez. Vermediğini de önün dışında hiçbir kimse veremez”.[81]
Rahmetsiz hayat ne acımasızdır! Rahmetsiz dünya ne kadar dardır! Şefkatli ve sevimli rabbani rahmet hangi şeye verilirse, onu kolaylaştırır,hazırlar, yaşamak için elverişli ve güzel yapar. Rabbani şefkatli rahmet mümini kuşattığı zaman onu mutlu, huzurlu, neşeli yapar ve hayatını izzetle, mutluluk, afiyet ve şerefle yaşamasını sağlar.[82]
Seyyid Kutup, Allahın Rahmetinin Etkilerini Anlatıyor:
Seyyid Kutup, Allahın dünyada yayılan ve mümini kuşatan rahmetinin hayat üzerindeki etkilerinden sözettiği gibi, rahmetsiz hayatın nice bir hayat olduğundan da sözmekte ve şöyle der:
“Yüce Allahın rahmet vermediği her nimet, insan için bir musibet ve felakete dönüşmekte, ama Allahın rahmetle kuşattığı hir sıkıntının kendisi bir nimet olmaktadır. İnsanın üstünde yattığı diken Allahın rahmeti ile yumuşak yatak olmakta, ama rahmetten yoksun ise, üzerinde yattığı ipek, diken olmaktadır. Allahın rahmeti ile en zor işler kolay ve basit olmakta, ama Allahın rahmetinden uzak ele alınan işler zorluk ve meşakkat olmaktadır. Allahın rahmeti ile daldığı macera ve tehlikeler güvenlik ve barış olmakta, ama rahmetsiz geçtiği her yer ve her yol, tehlike ve felaket getirmektedir.
Allahın rahmeti olan yerde darlık olmaz. Esas darlık rahmetinin gelmemesindedir. Karanlık zindanlarda, azap cehennemlerinde veya helak vadilerinde de olsa rahmete nail olan kişi için darlık yoktur. Ama nimetlerin bolluğu ve zenginliğin refahı içinde de yüzse, rahmetten yoksun insan için genişlik ve rahat yoktur. Allahın rahmeti ile insanın içinden mutluluk,hoşnutluk ve huzur pınarları kaynamakta, rahmet olmadığında da insanın içinde huzursuzluk, meşakkat, yorgunluk ve bitkinlik çanları çalmaktadır. “[83]
Kutup, daha sonra Allahın verdiği rahmetle her şeyleri rahat, huzur ve kolaylık olan Peygamberler ve salih kişilerden örnekler vererek şöyle der:
“Allah hiçbir yerde ve hiçbir zaman rahmetini isteyenlerden esirgemez. Hz.ibrahim onu ateşin içinde, Hz.Yusuf kuyuda, sonra zindanda, Hz.Yunus balinanın karnında üç kat karanlık içinde, Hz.Musa her türlü koruma ve kuvvetten yoksun iken denize atılan sandığın içinde, sonra kendisini öldürmeğe diş bileyen, öldürtmek için adamlarını görevlendiren azılı düşman Firavun’un sarayında, onu ve müminleri yok etmek için kovaladığı denizin ortasında buldu. Ashab-ı Kehf evlerde ve saraylarda bulamadığı rahmeti mağarada buldular ve birbirlerine “Mağaraya sığının, rabbiniz size rahmetinden bol bol verir” dediler. Düşman peşlerine düşüp öldürmek için her yeri aradıklarında Hz.Muhamrned ve arkadaşı da Sevr Mağarasında bu rahmeti buldu.
Her şeyden ümidini kesmiş, başvuracak hiçbir kuvvet kalmamış ve her türlü rahmet ümitlerini yitirmiş olup sadece Allahın kapısını kim çalmışsa, o rahmeti bulmuştur.”[84]
Rahmeti Nasıl Bulduğunu Kutup Şöyle Anlatır:
Seyyid kutup, Allahın rahmetini bizzat yaşamış,hayati bir gerçek olarak görmüş ve hayatın rahmetle nasıl olduğuna tanık olmuştur.Bu konuda yaşadığı canlı tecrübesini belirterek şöyle anlatır:
“Özellikle bana verdiği ve bu ayette gördüğüm bir rahmetten dolayı önce Allaha hamd etmem gerekir.Çok büyük bir sıkıntı, meşakkat, zorluk ve darlık içinde olduğum bir zamanda bu ayetle karşılaştım. Ruhsal bir yoksulluk, psikolojik bir bedbahtlık, büyük bir darlık ve çetin bir meşakket içinde olduğum bir anda bu ayet karşıma çıktı. Evet, böyle bir anda bu ayet karşıma çıktı ve Allah bu ayetin hakikatini görmemi, bu hakikatin içimde parlamasını sağladı. İçtiğim ve vücudumda yayılmasını hissettiğim bir abı hayat gibi onu yudumladım. Kavradığım bir mana değil,tattığım bir hakikat! Bizzat kendisi bir rahmet oldu. Bana bu kadar açılan ayetin hakikati için canlı bir tefsir olarak bana sunuldu.
Daha önce onu defalarca okudum. Çok kez tekrar ettim. Ama güzel kokusunu şimdi vermekte, anlamını şimdi gerçekleştirmekte ve berrak hakikati ile inerek “işte ben, Allahın rahmetinden bir örneğim. Rahmetin nasıl olduğunu gör! der.
Etrafimdaki şeylerin hiçbiri değişmemiştir. Ama bütün hislerim değişmiştir.Ayetin içerdiği hakikat gibi, bu evrenin büyük hakikatlerinden biri için kalbin açılması büyük bir nimettir. “[85]
Mağaranın Yeri:
Mümin gençlere Yüce Allahın sığınacakları mağarayı göstermesi, işlerini kolaylaştırmanın bir halkasıdır. Kur’an, mağarının yerine, içinde meydana gelen mucizelere ve gençlere hizmet etmek için görevlendirilen Allahın erlerine işaret eder.”Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, so! tarafından da onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün Bu, Allahın ayetlerindendir.”
İbn Kesir, ayete bakarak mağaranın kapsının kuzey tarafında olduğunu söyler. “Bu da gösteriyor ki mağaranın kapısı kuzeydedir. Çünkü Yüce Allah, doğduğu zaman kapıdan giren güneşin sağ tarafa kaydığını -belirtmiştir. Yani güneşin meyletmesi tarafında gölge gittikçe çekilmektedir. Güneş ufukta yükseldikçe, ışığı da yüselmekte ve öğle vakti o yerde ışıktan bir şey kalmamaktadır.Onun için battığı zaman sol tarafından onlara dokunmadan battığını söylemektedir. Yani kapının kuzeyinden girmektedir. O da doğu tarafındandır. Bu da söylediklerimizin doğru olduğunu gösterir.”[86]
Mağaranın yeri konusunda İbn Kesir’in ayeti delil göstermesine katılmakla beraber, güneşin batarken mağaraya kuzey tarafından girdiği görüşüne katılmıyoruz. Çünkü ayet, batarken, onlara dokunmadan geçtiğini belirtmektedir. Dokunmadan geçmesi demek, onlardan meylederek uzaklaşması demektir. Nitekim Kurtubi,Nehhas, Katade ve Mucahid, onlara ikram olmak üzere güneşin onlara kesinlikle dokunmadığını belirtmektedirler. İbn Abbasın da görüşü budur.[87]
Bunlar Allah’ın Ayetlerindendir:
Bütün müfessirler, mağaranın yerine ve kapısının kuzey tarafında olduğuna bakarak güneşin doğarken ve batarken onlara dokunmadığını söylemişlerdir. İbn Kesir şöyle der: “Düşünenler, ay, güneş ve yıldızların hareketinden anlayanlar için bu durum açıktır. Mağaranın kapısı doğu tarafında olsaydı, batarken güneş içeriye asla girmezdi. Güney tarafında olsaydı, doğarken ve batarken içeriye girmez, gölge sağa ve sola meyletmezdi.Batı tarafında olsaydı, sabahleyin değil, öğle vakti içine vururdu ve batıncaya kadar içinde olurdu. “[88]
Güneşin hareketi ve hem doğarken, hem batarken mağaraya girdiği konusunda İbn Kesir gibi düşünmediğimizi belirtmek isteriz.Çünkü ayetin kelimelerinden anlaşılan, güneşin ne doğarken, ne batarken mağaraya asla girmediğidir. Doğruyu en iyi bilen Allahtır.
Kur’an, mağaranın yerini ve güneşin etrafındaki hareketini Allanın bir ayeti (mucizesi) sayarak “Bu, Allahın ayetlerindendir” der. Alahın ayetlerinden olması, o mağaraya gitmelerini yüce Allahın kendisinin ayarlaması, oraya gitmelerini ilham etmesi, mağaranın o yerde olmasını ve etrafında güneşin bu şekilde hareket etmesini istemesi demektir.
Ancak Zeccac, ayeti başka şekilde anlamakta ve şöyle der: Güneşin bu şekilde hareket etmesi bir mucizedir, ancak mağaranın kapısı güneşin girmemesini gerektirecek yönde değildir.[89]
Yani güneşin hareketine müdahale olmasaydı, güneş mağaraya girebilirdi. Ama Allah güneşe sabahleyin onlara dokunmadan ve öğleden sonra onlardan uzak geçmesini emretmiştir. Allah güneşe bu şekilde emretmeseydi, mağaraya girerdi. Ancak en makul görüş, tefsircilerin genelinin belirttiği görüştür.[90]
Mağaradaki Durumları:
Kur’anı Kerim, mağaranın içindeki durumlarını, kişi onlara dokunabilecek kadar çok duyarlı, etkileyici ve canlı bir şekilde canlandırmaktadır. Bu da Kur’anın eşsiz canlı tasvir metodudur. Şöyle buyuruyor: “Mağarada uyur oldukları halde onları uyanık sanırsın. Biz onları sağa ve sola çeviririz, köpekleri dirseklerini eşikte uzatmıştır. Onları görsen, korkuya kapılır ve geri dönüp kaçarsın.”
Bu ayet, mağarm içindeki durumlarının çok ahenkli olduğuna işaret eder. Kendilerini koruyacak tarzda mağarın içinde uyuyakalmalarını da Yüce Ailahın takdir ettiği tabloda! Yüce Allahın takdiri şu yerlerde ortaya çıkmaktadır:
a- Toprak vücutlarını çürütmeyecek, duyulan bozulmayacak ve kendilerine kimse yaklaşmayacak şekilde uzun yıllar mağarada uyutmuştur.
b- Kendileri uykuda olmalarına rağmen, gözleri açık duruyordu.Bu da çürüyüp bozulmaması, hava alıp korunması içindir.
c- Gözlerinin açık kalmasının başka bir anlamı da vardır. O da, onları görseydin korkuya kapılır ve geri dönüp kaçardın,sözü ile belirtilen korku salma ve ürkütmedir. Kimsenin onlara bir zarar vermemesi içindir. Onlara kişi baktığı zaman gözlerinin açık olduğunu ve kendisine baktığını görünce ürkerek dönüp kaçar.
d- Topragın vücutlarını yememsi için sağa ve sola çevriliyorlardı. “Onları sağa ve sola çeviriyoruz”. Ayette şimdiki zaman kipinin kullanılması, bazıların söylediği gibi yılda iki defa değil, bu işin yenilenerek devam ettiğini gösterir.
Döndürme işini Yüce Allanın yaptığının belirtilmesi, bu işin Allahm takdir ve emriyle otomatik olarak yapıldığını gösterir.Döndürmek için Yüce Allahm bu işi yapacak bir melek görevlendirmesine de aykırı değildir.
e- Yüce Allahm onları koruma ve kollamasının bir ifadesi olarak da köpeklerinin dirseklerini eşikte uzatarak yatmasıdır. Eşikte uzanmış, dirseklerini uzatarak uyumuştur.Yatması sabit olup döndürme işi onu kapsamamıştır. Çünkü kullanılan ismi fail kipi, bu işin sabit ve kalıcı olduğunu belirtir. Kapıda dirseklerini uzatmış yatan bir köpek dururken, kim yanlarına yaklaşıp onları rahatsız etmeye cesaret edebilir?! ■
f- Onları rahatsız etme veya zarar vermeyi düşünen herkesin arkasını dönüp kaçacak şekilde Yüce Allahm kalbine korku salması.[91]
Mağaranın İcanlı Tasviri ve İçindeki Gençlerin Durumu, Kur’anın İlahi Kaynağının Da Delilidir:
Kur’anın, eşsiz tasvir metodu ile mağarının kendisi, yeri, etrafında güneşin hareketi ve içindeki gençlerin durumunu ince ayrıntılara varıncaya kadar verdiğini görüyoruz. Alimler bu ayrıntılı anlatımın Kur’anın kaynağının da bir delili olduğunu, Muhammed’in yazdığı bir kitap değil, Allahm indirdiği bir vahiy olduğunu gösterdiğini söyleyerek şöyle derler:
Rasulullaha Ashab-ı Kehf sorulmuş, bunun üzerine bu ayrıntılı bilgiler verilmiştir.Bu ayıntılar Tevrat’ta veya Incilde’de belirtilmediğine göre onlardan alınması ihtimali de sözkonusu değildir. Bilindiği gibi Rasulullah hayatında sözkonusu mağarayı ne görmüş, ne de içine girmiştir.Böylece sözkonusu ayrıntılı bilgileri oradan alıp kendi üslubuyla anlatması ihtimali de ortadan kalkmaktadır.Öyleyse, insanlardan kimsenin bilmediği ve kimseden de almadığı bu ayrıntılı bilgileri Hz.Peygamber nasıl bilmiştir? Geriye sadece bu bilgileri AUahın kendisine vahyettiği şıkkı kalıyor. Böylece Kur’anın kaynağı ortaya çıkmakta ve Allahtan olduğu kanıtlanmış olmaktadır.
Suheyli şöyle der: Bu niteliklerden çıkacak en önemli sonuç, onları gören kişinin bile neredeyse bu ayrıntıları bilemiyeceğidir. Onları gören kişiyi korku kapladığı için bu incelikleri düşünme ve yakalama imkanı bulamaz. Peygamber de onları ne görmüş, ne duymuştur. Onları anlatan bir kitap da okumuş değildir. Çünkü okur yazar olmayan bir toplum içinde kendisi de okur yazar değildir.Kaldı ki onların yanma varan bir kişinin bile onlar
hakkında veremiyecegi ayrıntılı bilgileri Kur’an vermiştir. Kendisine Yüce Allahtan gelen açık ve yeterli bilgi olan vahiy olmasaydı Muhammed’in bunları bilmesi düşünülemezdi. [92]
Bereketleri, Köpeklerini De Kapsamıştır:
Kur’an, onlara eşlik eden köpeği anmayı, eşikte dirseklerini uzatıp yatmasını tasvir etmeyi gözardı etmemiştir. Köpeklerinin onlarla beraber anılmasının sebebini birileri sorabilir?
Herhalde bunun sebebi, az önce belirttiğimiz gibi, Kur’anın kaynağına işaret etmektir.Vahiy olmasaydı, Rasulullah köpeklerinin dirseklerini eşikte uzatıp yattığını nasıl bilecekti? Alimler, onlarla beraber olmakla köpeklerinin de bereketlerine nail oluğunu söylerler. Ibn Kesir şöyle der:
”Bereketleri köpeklerini de kapsamıştır.O da onlar gibi uyuya kalmıştır.Bu da beraber olmanın sağladığı yarardır.Böylece bu köpek de meşhur olmuştur.[93]
Kurtubi de şöyle der: “İyi ve takva sahibi insanlarla beraber olduğu için Allanın kitabında anılacak kadar böyle üstün bir dereceye bir köpek çıkabiliyorsa, Allanın, mümin ve muttaki iyi kullarıyla beraber olanların hangi derecelere yükseleceklerini bir düşün! Nitekim bu, Rasulullahı seven, ancak kemal derecesine ulaşamayan müminler için bir teselli ve iltifattır.[94]
Ayetlere iyice baktığımız zaman gençlerin tanıtılması ile köpeğin tanıtılması arasında bir farkın olduğunu görürüz.Gençler sağa ve sola döndürülürken, köpek için döndürme olmamıştır. O dirseklerini eşikte uzatıp
uyumuştur. İmam Suheyli köpeğin döndürülmemesinin bir hikmeti olduğunu belirterek şöyle der:
“Onları melekler döndürmüştür.Melekler dünya hayatında ve ahirette müminlerin dostudur.Köpek ise, bunun dışındadır.Nitekim kapının eşiğinde olduğunu, yani mağaranın içinde olmadığını belirtmiştir.Çünkü melekler, içinde köpek olan eve girmezler.[95]
,.Bunun bir başka sebebi de vardır. O da Yüce Allahın uyuyanları da koruma gücüne sahip olduğunu göstermesidir. Bu güç, sebeplerle sınırlı değildir. Gençlerin vücudunu döndürmek suretiyle toprağın yemesinden Yüce Allah korurken, köpeklerini de üçyüz dokuz yıl aynı şekilde bırakmasına rağmen, döndürmeden korumuştur.[96]
Uyandıktan Sonra Gençler Ne Yaptılar?
Yüce Allah buyuruyor: “Birbirlerine sormaları için onları bu şekilde uyandırdık. İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız? dedi. Bir gün veya daha az bir süre kaldık, dediler.Ne kadar kaldığınızı rabbiniz daha İyi bilir, dediler.”
Yüce Allah, üçyüz dokuz yıl süren uykularından gençleri uyandırdı. Onların uyandırılışını anlatırken Kur’an”Bu şekilde uyandırdık” ifadesini kullanır.Çünkü onların uyandırılması, ölülerin kabirlerinden uyandırılmasına benziyor. Değilse, bir insanın üçyüz yıldan fazla toprak üzerinde vücudu bozulmadan uyuması ve ondan sonra uyanması mümkün müdür? Şüphesiz bu, Yüce Allahın sonsuz ve sınırsız İlahi gücünü gösteren açık rabbani bir mucizedir.
Dirilülmeleri, vücutlarının, duyularının, bilinçlerinin ve elbiselerinin de eksiksiz olarak korunduğunu da gösterir.
“Birbirlerine sormaları için onları dirilttik”. Yani diriltilmeleri, birbirlerine sorması sonucunu doğurmuştur. Mağarada ne kadar kaldıklarını birbirlerine sordular.İçlerinden biri “Mağarada uyuyarak ne kadar kaldınız?” diye sordu. Onlardan bir diğeri, “bir gün veya bir günden daha az kaldık” dedi.
Gençler bu kadar uyuduklarını sanıyorlardı.Mağaradaki her şey bunu gösteriyor ve uzun zaman uyuduklarını anlatmıyordu. Etraflarında bulunan şeylerden hiçbiri ne bozulmuş, ne değişmiş, ne de çürümüştür.
Herhalde içlerinden bazıları bu cevabı yetersiz bulmuş ve ne kadar kaldıklarını kesin olarak belirlemekten aciz olduklarını anlamış olacak ki bu işi Allaha bırakmışlar ve “Ne kadar kaldığınızı rabbiniz en iyi bilir” demişlerdir.
Kesin bilgi imkanlarına sahip olmadığımız belirsiz konulara dalmama konusunda bu tavır bize bir ders olmahdır.Çünkü böyle bir şey zamanı kaybetmek veya boşa harcamak olur.Bize düşen, onun bilgisini Allaha bırakmak ve bilmediğimiz şeyler için “En iyi Allah bilir” demektir.[97]
Şehre Gönderdikleri Kişiye Yaptıkları Tavsiyeler:
“Ne kadar kaldığınızı rabbiniz daha İyi bilir, paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin.Orada nazik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın, dediler. Çünkü onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler, o zaman da asla kurtulamazsınız.”
İçlerinden şehre gönderdikleri kişiye yaptıkları bu uyarılar birtakım işaretler ve anlamlar içermektedir. Bazılarına değinelim.[98]
a- Vekil Tayin Etmek Caizdir:
Bazı alimler “Paranızla birinizi şehre gönderin” sözüne bakarak başkasını vekil yapmanın caiz olduğu sonucunu çıkarmıştır. Şehirden ihtiyaç duydukları şeyleri satın alması için birini vekil yapmış ve bunun için mallarını ona vermişlerdir. Advau’l-Beyan kitabında İmam Şınkiti şöyle der: “Bu, vekil tayin etmenin caizliği ve doğruluğuna delildir. Çünkü paranızla birinizi şehre gönderin, demeleri, gönerdikleri adamı yiyecek almak için vekil yaptıklarını gösterir.
Başka alimler ise, bu ayetin mutlak olarak vekil tayin etmenin caiz olduğuna değil, ancak korku ve sakınma anında tayin etmenin caiz olduğunu gösterir, çünkü ihtiyaçlarını almak için hepsi birden çıktıkları taktirde düşmanlarının kendilerini göreceğini samışlardır, onun için onların özrü vardır, bu sebepten ayet, ancak özrü olan kişinin vekalet verebileceğini gösterir, demişlerdir. Duruşmalarda vekil tayin etme konusunda Ebu Hanife ve Maliki mezhebinin alimlerinden Sahnun bu görüştedir. “[99]
Şınkiti,vekaiet ve ortaklık konusunda söyleyeceklerini söylemek, bunların konularını, problem ve delillerini anlatmak için bu olayı bir fırsat bilmiş ve otuz sayfa ayırmıştır.[100]
Ama bize göre dinimizde vekaletin doğruluğuna bu olayı delil gestermek biraz tartışma götürür.Çünkü en makbul olan görüşe göre bizden öncekilerin şeriatı bizim için geçerli değildir. Nitekim, Şınkiti’nin şirket ve vekalet konularını burada enine boyuna anlatmasını da konunun dışına çıkmak olarak görüyoruz.[101]
b- Ortakhk Caizdir:
Şınkiti,”Paranızla birinizi gönderin ” sözünü Maliki mezhebi menuplarından birinin ortaklığın caiz olduğuna delil gördüğünü belirtmekte ve şöyle der: ” Malikilerden bazıları bu ayetin ortaklığın caiz olduğuna delil olduğunu, çünkü kendilerine yiyecek satın almak için gönderdikleri kişiye verdikleri gümüş parada hepsinin ortak bulunduğunu söyler.
Maliki olan Ebu Bekr İbn Arabi ise,bu ayette ortaklığın caiz olduğunu gösteren bir delil bulunmadığını, çünkü her birinin ayrı ayrı kendi parasından verip kendisine ayrı yiyecek almasını istemiş olması ihtimalinin de bulunduğunu söyler.
Şınkiti, Ibn Arabi’nin söylediği şeylerin de tutarlı olabileceğini söylemektedir. “[102]
Hemen belirtelim ki bu tartışma ve ihtilafa hiç gerek yoktur. Çünkü bözden öncekilerin şeiratı bizim için delil değildir.Üstelik ortaklığın (şirketin) caiz olouğunu göstermeye yetecek kadar çok hükümlerimiz vardır.[103]
c- Temiz ve Helal Yiyecek Aramak:
Gönderdikleri adamı temiz ve helal yiyecek bulmakla görevlendirmişler ve hangi yiyeceğin daha güzel olduğuna baksın” demişlerdir.
“Baksın”sözü, araştırma, yoklama ve iyi seçim yapmanın gerekliliğini belirtir. Haramın yayıldığı, helalin azaldığı ve cahiliyyenin egemen olduğu yerlerde bu iş çok daha gerekli ve Önemlidir. Bu durumda müslüman araştırmak, helal olanı aramak ve haramdan sakınmakla yükümlüdür.
“Daha güzel yiyecek” sözü de yemekle ilgili Kur’anın çok güzel ve zarif bir nüktesini vermektedir. Çünkü bu sözün anlamı, Ibn Abbas’ın dediği gibi, en helal olan yiyecek, demektir.
En hoş, en ucuz, en bol yemek anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Ibn Kesir ise, en helal anlamında olup bunun doğru olduğunu söyler. Çünkü amaçları, az olsun çok olsun, temiz ve helal olan yiyecektir.[104]
d- Kur’an ve Yemek Zevki:
“Hangi yemek daha güzeldir” sözünde bir işaret daha vardır.Çünkü bu güzellikten maksat, daha temiz ve helal olanıdır. Burada güzellik, temizlik, gelişme ve bereketi ifade eder. Kur’an yiyecek ve giyeceklerimizde zevk ve mizaçlarımızın İslamın öğretilerine, helal ve haram ölçülerine uygun olmasını ister. Bu konuyu cahiliyye çarpıtmakta ve cahiliyye mensupları bulandırmaktadır. Çünkü zevk ve mizaçları hasta, çarpık ve bozuktur.
Onlara göre en güel ve en temiz yemek, modern hazırlanış, pişirme ve yeme tekniklerine en uygun olandır.Bütün bunlarda din faktörünü gözardı eder, helal ve haram ölçüsünü gözetmezler.
Cahiliyyenin en güzel yemek konusundaki bu anlayışının birtakım müslümanlar tarafından benimsenmesi ise üzücüdür. Bunlar yemekte helal ve haram diye bir şeyin olamıyacağım ve en güzel yemeği seçme konusunda alim zevk ve isabetli mizaçla bağdaşmadığını söylerler.
Şüphesiz hayatta en güzel ve en hoş yemek, heîal ve temiz olandır. En güzel ve en uygun giyim de, Isiamın öğretilerine uygun olan giyimdir. En çirkin ve en kötü yemek ve giyim, haram olanıdır. Kur’anı Kerimin süslediği ve yücelttiği müslümanm zevki ve mizacı, haram yemeği ve haram giyimi red eder. Çünkü bunu haram ve çirkin şeyler arasında sayar.
Helal olan her yiyecek, temiz ve hoş olandır. Haram olan her yiyecek ise, kötü ve çirkin olandır. Helal olan her giyim de helal olandır ve haram olan her giyim de kötü ve çirkin olandır.
Kur’anın bu işareti, bizi onun işaretlerine ve telkinlerine kulak vermeye, ondan isabetli kararlar çıkarmaya çağırmaktadır. Şüphesiz Kur’an hayatın değişik alanlarında türlü işaretler ve kapsamlı telkinlerle doludur. Önemli olan, onlara nasıl bakacağımız, onları nasıl çıkaracağımız ve nasıl kullanacağımızda.[105]
e- Zarif ol:
Ashab-ı Kehf, şehre gönderdikleri akadaşlarına görüştüğü ve alışveriş yaptığı kişilere zarif davranmasını, yumuşak sözlü, hoşgörülü olmasını ve sertlikten kaçınmasını öğütlediler. Bu da alışverişte ve insanlarla ilişkilerde zarif, hoşgörülü ve yumuşak davranışlı olmanın önemini vurgulamaktadır. Her müslüman için önemli bir tavsiye ve kaçınılmaz şeyler bunlar. Çünkü müslümanm hayatı ancak zarif ve nazik olmakla doğru olabilir. Başkalarıyla ilişkileri ancak zarafetle güzelleşir. Hayatın değişik alanlarında ve muhtelif işlerde insanlarla ilişkilerinde ancak bu zarafet ve hoşgörü ile başarıya ulaşabilir .İnsanlara karşı zarif ve nazik olan insan ile başkalarına karşı kaba, sert ve hırçın olan insan arasında dağlar kadar büyük fark vardır.
Nezaket, zarafet, yumuşak huyluluk, hoşgörü ve kolaylık, güzel ahlak, sakin mizaç ve hoşnut bir karakter sahibi olmak demektir. Bütün bunlar deneme ve çabalama ile kazanılabilecek şeylerdir. Yumuşak huyluluk yumuşaklıkla, zerafet de nezaketle sağlanır.
Ku’anı Kerim insanlara yumuşaklıkla, kolaylık ve zarafetle davranmanın önemine işaret ederek Hz.Peygambere bu güzel huyu hatırlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allanın verdiği bir rahmetle onlara karşı yumuşak oldun. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, hepsi etrafından dağılırlardı. Onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve yönetim işlerinde onlara danış”[106]
Rasulullah birçok hadislerinde başkalarıyla ilişkilerimizde bizleri yumuşak, nazik ve zarif olmaya teşvik etmiştir. Mesela, Müslim, Hz.Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Yumuşak davranmaktan yoksun olan kimse, hayrın tümünden yoksun olur”[107]
“Ey Ayşe! Şüphesiz Aİlah yumuşak huyludur, yumuşak davranmayı sever, sertlikle vermediğini yumuşak davranışla verir. “[108]
Hayatımızda zarif olmamız, söz ve davranışlarımızda zarif olmamız, başkalarıyla ilişkilerimizde zarif olmamız için Kur’anın, Ashab-ı Kehfin ve rasulullahm bizlere bir çağrısıdır. Ancak o zaman hayatın rahat, huzur, mutluluk, bereket ve afiyet olduğunu, başkalarıyla ilişkilerin iyilik, kolaylık ve yumuşaklıkla güzel olduğunu görürüz. Yüce Allah ne güzel buyuruyor:” İnsanlara güzel söyleyiniz”[109]
“İyilikle kötülük bir değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde sav .O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişinin yakın bir dost olacağını görürsün. Bunu ancak sabredenler görür ve ancak büyük şans sahibi olanlar bulur”[110]
f- Durumlarım Halktan Gizlemek:
Ashab-ı Kehfin şehre gönderdikleri kişiye tavsiye ettiği şeylerden biri de durumlarını halktan gizlemesidir. “sakın sizi kimseye duyurmasın.Çünkü onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler, o zamam da asla kurtulamazsınız”
Daha önce zarif ve nazik davranmasını istediler. Hareketlerinde, şehre girişinde, alışverişinde, davranışlarında, dönüşünde onlardan kendini gizlemesini, kendisinden şüphe ettirmemesini ve peşine düşüp izlemelerine meydan vermemesini söylediler. Çünkü halkın kendilerini bilmesi, durumlarını öğrenmesi, kendilerine ulaşıp ele geçirmesi durumunda kendilerini taşlayacaklarını veya öldüreceklerini yahut batıl dinlerine döndürüp Ailaha karşı küfretmeye ve şirk koşmaya mecbur edeceklerini, sonunda asla kurtulamayacaklarını söylediler.
Bütün bunladan anlıyoruz ki Ashab-ı Kehf durumlarını gizlemeye ve durumlarını halktan kimsenin öğrenmemesine özen gösterirlerdi. Onun için insanların gözünden uzak kalmak istemişlerdir.
Bu da davetçilerin örgüt veya teşkilatlarını başkalarından gizlemelerinin, hareketlerini başkalarından saklamanın, ilişki ve bağlantılarını açığa vurmamanın caiz ve meşru olduğunu gösterir. İhtiyaç ve zaruret halinde Islami çalışma ve örgütlenme çalışmalarının gizli olması caiz, hatta yerine göre vaciptir.Çünkü Islamın düşmaları onu yoketmek, mensuplarıyla savaşmak ve her türlü islami çalışma şeklini önlemek isterler.
İslam davetçileri Ashab-ı Kehfin yaşadığı toplum gibi bir toplumda yaşıyorsa, zayıf ve ezilebilir bir aşamada bulunuyorsa, cemaat veya örgütlerini gizleyebilir ve düşmanlarına karşı durumlarını saklı tutabilirler.
Bununla beraber İslami anlatmaları, başkalarına çağrı yapmaları, dinlerini savunma lan ve halklarına öğüt vermeleri gerekir. Gizlenme ve saklanmanın kendilerini bu görevi yerine getirmekten alıkoymaması gerekir.
Hareketi ve örgütlenmeyi gizleme İle daveti açıklama ve çağrısını yapmayı uzlaştırmak, dengeli, bilgili,feraset sahibi olmaya ve Allanın başarı vermesine ihtiyaç gösterir.
Kur’anı Kerim gizlenme ve saklanmanın ve kişinin içinde bulunduğu durumu başkalarına çaktırmamanın örneklerini vermektedir. Annesinin tavsiyesi üzerine Hz.Musa’nın durumunu ablasının uzaktan izlemesi ve düşmanlarına çaktırmadan onu uzaktan gözetlemesi gibi.
islam davetinin başında ve hem Mekkede hem Medinede davetin seyri esnasında Hz.Peygamberin islam cemaatini gizli tutmasına ait Örnekler çoktur. Hz. Ebu Zer Gıfari’nin müslüman olması olayı, Hz. Peygamberin durumunu sormaya gelen Hz.Ebu Bekr’in annesine karşı Hattab’ın kızı Fatma’nın tavrı, müşriklerin haberlerini müslümanlara iletmesi için Hz.Peygamberin amcası Abbas’ı Mekkede kalmakla görevlendirmesi, bunların açık örnekleridir.[111]
ğ- Diriltme ve Durumlarının Açığa Vurulmasının Amacı:
Yüce Allah buyuruyor:” Allanın sözünün gerçek ve kıyametin kopmasının şüphesiz olduğunu bilmeleri için insanların onları bu şekilde bulmalarını sağladık”.
Ashab-ı Kehf öyküsünde teknik bir boşluk vadır. Gençlerin yiyecek getirmek için içlerinden birini şehre göndermeleri ile mağaraya döndüğünde durumlarının açığa çıkmış olduğunu görmesi arasında sanatsal bir boşluk bulunmaktadır.Bu adamın şehre varıncaya kadar yürümesi ile şehirde karşılaştığı şeyler, kendisi ile şehir halkı arasında geçenler, arkadaşlarına döndüğünde karşılaştığı dehşet ve hayret veren durum arasındaki boşluk!
Sahih rivayetlerde bu boşlukla ilgili bir bilgi bulamıyoruz.Sahih olmayan rivayetlerden de bilgi almadığımız bilinmektedir. Kur’an bu boşluk konusunda bir şey söylememiştir.Sanki okuyucunun bu arada olup bitenleri ve meydana gelen sürprizleri hayalinde canlandırmasını istemektedir.
Önemli olan, şehre gönderilen kişinin bilmediğimiz bir şekilde durumunun ortaya çıkması, bunun üzerine mağaradaki arkadaşlarına dönmesi ve şehir halkının peşinden yetişmesidir. İnsanlar mağaranın kapısına vardıklarında mümin gençlerin bu kez gerçek bir ölümle öldüklerini görürler.
Yüce Allah Ashab-ı Kehfin insanlar tarafından bulunmasını sağlamış,şehir halkı onları bulmuş ve durumlarına vakıf olmuşlardır. Kur’an bunun hikmetine işaret ederek ” Allahm sözünün gerçek ve kiyametin kopmasının kesin olduğunu bilmeleri için onları insanların bu şekilde bulmalarını sağladık” der.
Bulunmaları, şehir halkının Allanın sözünün gerçek olduğunu bilmeleri ve kiyametin mutlaka kopacağını öğrenmeleri içindir. Şüphesiz Allahm müminlere verdiği sözü gerçektir. Koruyarak, gözeterek, pekiştirerek ve yardım ederek müminlerle beraberdir, istenen şartları gerçekleştiren herkes, Allahm verdiği sözün gerçek olduğuna kesin olarak inanmalıdır.
İşte Ashab-ı Kehf! Allaha sığındılar, Allah onlarla beraber oldu, onları koruyup gözetti, yüzlerce yıl uyutarak vücutlarının bozulmadan kalmasını sağladı. Şehir halkının ve başka insanların kiyametin kesin olduğunu bilmeleri için insanların onları bulunmasını sağladı. Ashab-ı Kehf öyküsünün kiyametin kesin olacağını gösterir.Yüzlerce yıl uyuyup bu uzun süre boyunca ruhları vücutlarından ayrıldıktan sonra vücutlarına Allahm tekrar ruhlarını getirmesi ve uykularından uyanmaları, öldükten sonra dirilişin kesin olduğunun bir kanıtıdır. Yüce Allah bunu yapabildiğine ve uzun uykularından uyandırabildiğine göre,kiyamet günü insanları diriltmeye de gücü yeter demektir. Çürümüş vücutlarına ruhlarını geri getirmek suretiyle onları diriltmeye kadirdir.
Şüphesiz Ashab-ı Kehf öyküsü, Kur’anm öldükten sonra dirilişi ispat eden en güçlü delillerdendir.Bu delil kiyamet gününe kadar bu gerçeği kanıtlamaya devam edecektir.[112]
Halk Onlar Hakkında İki Gruba Ayrıldı:
Allaha inanmış muvahhitler olduğu anlaşılan halk, onlar hakkında tartıştılar. Yüce Allah buyuruyor: “Onların durumunu aralarında tartışırken, üzerlerine bir bina yapın,rableri onları daha iyi bilir,dediler. Egemen olanlar”Mutlaka onlar üzerine bir mescit yapacağız”dediler.
Onlar hakkında iki gruba ayrılmışlar. Birinci grup mümin iyi kişilerdir. “Onlar üzerine bir bina yapın, rableri olan daha iyi bilir” demişler.
Üzerlerine bir binanın yapılmasını istemişler. Bu bina mescit değildir ve kutsama amacıyla da yapılmış değildir. Sadece onları binanın içinde korumak ve saygı göstermek içindir. Bilindiği gibi ölüye ikram etmek,defnetmekle olur.
Bu müminler Ashab-ı Kehf konusuna dalmamışlar.Çünkü bilgi elde etmek için gerekli araştırma, inceleme ve analiz etme imkanlarına sahip olmadıklarını biliyorlar. Bunlara sahip olmadıklarına göre, varsayımlara ve mitolojilere dalmak, yarar getirmeyecek şeylerde zaman ve emekleri boşa götürmek caiz olmaz.
Öyleyse,işi Allaha bırakmaları, durumlarını her şeyi bilen Allanın bilgisine havale etmeleri gerekir.Onun için durumlarını Allah daha iyi bilir, demişlerdir. Şüphesiz Allaha inanmış olmaları, onları bu görüşe götürmüş, böyle söylemelerini sağlamıştır. Onun için bunlara müminler, dedik.
İkinci grup ise, sözü geçenler ve egemenlerdir. Kur’an onları galip gelenler diye nitelemktedir. Bunlar Ashab-ı Kehfin üzerine bir mescidin yapılmasına karar verdiler.”Egemenler, mutlaka üzerlerine bir mescit yapacağız, dediler”. “Mutlaka üzerlerine bir mescit yapacağız” sözlerindeki kibir, gurur, zorbalık,tahakküm ve pervasızlığı görüyoruz.
Onlar konusunda halkı yenmişler,tahakküm etmişler, kibir ve zorbalıkla muamele etmişler, tartışma, görüşme ve geri dönüş kabul etmeyen kararlı ve kesin hükümlü bir üslupla onlara son sözü söylemişlerdir.”Mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız”.
Tefsirciler bu konuya geldiklerinde kabirler üzerine mescit yapmanın hükmüne de değinmişler ve Rasulullahtan bu konuda yasaklayıcı hadisler nakletmişlerdir. Rasulullah bu hadislerde kabirlerin mescit edinilmesini yasaklamakta ve kabirleri mescit yapan yahudi ve hıristiyanlara lanet okumaktadır. Bu haislerden bazıları şunlardır:
Müslim, Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme’nin Habeşistan’da İçinde resimler bulunan bir kilise gördüklerini Rasulullaha söylediklerini, onun da şöyle buyurduğunu belritmektedir: “Onlardan iyi bir adam öldüğü zaman kabri üzerine bir mescit bina eder ve içinde o resimleri yaparlar. Kiyamet günü onlar Aliahm yanında en kötü kişilerdir. “[113]
Müslim,Hz.Aişe’nin şöyle dediğini rivayet eder: “Rasulullah son hastalığında şöyle dedhAllah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin kabirlerini mescit yaptılar”[114]
Müslim, Cundeb’ten şöyle dediğiri rivayet eder: Rasulullahm vefat etmeden beş gün önce şöyle dediğini duydum: Sizden bir dostum yoktur. Allah, İbrahim’i dost edindiği gibi beni de dost edindi. Ümmetimden dost edinseydim, Ebu Bekr’i dost edinirdim. Sizden Öncekiler peygamber ve iyi kişilerin kabirlerini mescit yaparlardı. Size söylüyorum, kabirleri mescit yapmayınız. Size bunu yasaklıyorum “[115]
Bu hadisler, peygamber ve iyi kişilerin kabirleri üzerine mescit yapan önceki milletleri kötülemeketedir. Hatta bu suçu işledikleri için onlara lanet okumaktadır. Bu da gösteriyor ki Ashab-ı Kehf’in üzerine mescit yapmağa karar verenler salih müminler olmadığı gibi, görüşleri de doğru ve makbu! değildir.
“Mutlaka onların üzerine mescit yapacağız” cümlesinden o egemenlerin söylediklerini gerçekleştirdikleri ve mağaranın üstünde mescit yaptıkları anlaşılmaktadır.
Kur’anı Kerim üzerlerine meccit yapılması üzerinde durmamış, bu mescidin tamamlanıp tamamlanmadığını belirtmemiştir. Herhalde bunun iki sebebi vardır;
a- Kur’an, öykülerin anlatımında sanatsal kimi boşluklar bırakır. Bu da okuyucunun o boşluğu hayalinde canlandırıp doldurması içindir. Biz de öyküyü okurken mescidi inşa eden o insanları hayalimizde canlandırıyor, mağaranın üstünde yapılan mescidin şeklini gözümüzün önüne getiriyoruz.
b- Kabirler üzerine mescit yapmak olsun, o insanların yaptıkları olsun, mekruh olduğu için bunu belirtmemiştir .Doğrusunu en İyi Allah bilir.[116]
Sayıları Hakkında Üç Görüş:
Kur’anı Kerim, Ashab-ı Kehfin sayısı hakkında insanların üç görüş ileri sümüğünü belirterek şöyle der: “Üçtürler ve dördüncüleri köpekleridir, diyecekler. Bilgileri olmadan beştirler, altıncıları köpekleridir, derler .Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir, derler.”
Birinci görüş: Sayıları üçtür, köpek dördüncüdür. İkinci görüş: Sayıları beştir, köpek altıncıdır. Üçüncü görüş:Sayıları yedidir, köpek sekizincidir.
Bu görüşlerli şöyle değerlendiriyoruz:
1- Kur’an, ilk iki görüşü red etmiştir. Çünkü ikisi de red edildilmesini gerektiren bir üslupla belirtilmiştir. Onun için bu görüşte olanlar hakkında “Bilmeden” demiştir.
2- Geçersiz ve doğru olmayan ilk iki görüşün Kur’anın bilgisizce söylenmiş görüşler olduğunu belirtmesi,düşünce ve görüşlerimizi sağlam delillere dayandırmaya, ancak hakkında bilgimiz olan şeyler konusunda hüküm ve karar vermeye çağrıdır. Bilgisizce iddia etmek ve görüş belirtmek, Kur’anın bizleri çağırdığı bilimsel ve objektif metotla bağdaşmaz.
3- Kur’anın üçüncü görüş hakkında bir şey söylememesi ve ilk iki görüşü yerdiği gibi yermemesi, bu görüşün onaylanıp kabul edildiğini gösterir. Nitekim alimlerden araştırmacı bir grup bunu böyle anlamıştır. Bu konuya az sonra değineceğiz.
4- Ashab-ı Kehfin sayısı çift değil, tektir. Sayıları üç, beş, en makbul görüşe’ göre yedidir.
5- Her üç görüşte de köpek onlarla beraber sayılmış, ancak ilk iki görüşte sayılan ile köpek isminin arası ayrılmamıştır.Ilk iki görüşte sayılarına köpek ismi bağlaçsız (atıfsız) getirilmiş iken, üçüncü görüşte arada bağlaç (atıf harfi) vav getirilmiştir.
Her üç görüşte de sayılarıyla beraber köpeğin de anılmasının sebebi, onlarla beraber olup onları korumayı tercih etmesidir.Onun için anıldıkları zaman onlarla beraber anılacak ve onlara izafe edilecek şekilde kavuştukları nimet ve bereket onu da kapsamıştır. Onlarla beraber anılması, sahiplerinin onlar olduğu, özelliği bulunduğu ve onurlandırdığını gösterir.[117]
Sekiz’in Başındaki Vav:
“Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir” ifadesinde sekiz keimesinin başındaki vav harfinden söz ediyoruz. Bu harf yedi kelimesinden sonra ve sekiz kelimesinin başında gelir. Onun için buna sekiz’in vav’ı denir. Bu harf, kendisinden sonra gelen ifadenin, kendisinden Önceki ifade kapsamında olmadığı zaman gelir. Kısaca matuf ile matufun aleyhinin anlam bakımından farklı olduğunu gösterir.
Burada da gelmesi, üçüncü görüşün, ilk iki görüşten farklı olduğunu göstermesi İçindir .İlk iki görüş geçersiz ve red edilen görüşler ise, bu vav üçüncü görüşün doğruluğunu ve Kur’anın onu benimsediğini gösterir.
Suheyli, bu vav harfi ile ilgili güzel bir nükteye yer vermekte ve şu sonucu çıkarmaktadır. “Bu vav, söyleyenlerin doğru söylediğini gösterir. Çünkü gizli bir “Evet, sekizincileri de köpekleridir” ifadesine bağlamaktadır. Mesela, bir insan “Zeyd şairdir” derse, sen de “Evet, bir de fakihtir” dersen, onu doğrulamış ve ona “Evet öyledir, bir de fakihtir” demiş olursun. Hadiste belirtildiğine göre Rasulullaha “Eşeklerin içtiği suyun artığıyla abdest alabilir miyiz? diye sorulmuş, Rasulullah “Ve yırtıcıların içtiği suyun artığıyla” demiştir.[118]
Kur’anda “İbrahim : Rabbim, burayı güvenli bir şehir yap, halkından. Allaha ve ahiret gününe iman edenleri ürünlerle rızıklandır, demişti. Allah da “Ve inkar edeni de, az geçindirir, sonra onu ateş cezasıyla cezalandırırım, dedi”[119]
Buradaki “Ve inkar edeni de” ifadesi bu türdendir. Sanki Yüce Allah “Evet,inkar edeni de rızıklandınnm, sonra onu ateşin azabına uğratırım, ne kötü bir sonuç!” demiştir.
Yüce Allah “Yedidirler, diyecekler” sözünün de bu türden olduğunu belirterek’Ve sekizincileri köpekleridir” buyurmuştur. Ama ilk iki görüşte”Ve altıncıları köpekleridir, ve yedincileri köpekleridir” denilmemiştir. Çünkü ikisinde de niteleme durumundadır. “[120]
“Sekiz” kelimesinin başına gelen vav harfi Kur’anda birkaç yerde daha geçmektedir. Mesela;
a- Canlarını ve mallarını Allaha satan müminlerden söz eden ayette: “Allaha tevbe eden, kullukta bulunan, Onu öven, onun uğrunda yol tepen, rüku ve secde eden, iyiliği emreden ve kötülüğü de yasaklayan, Allanın yasalarını gözeten müminlere de müjdele! “[121]
sekiz’in vavi, müminlerin sekizinci sıfatları olan “İyiliği emredenlerin başına gelmiş vav’dır. İyiliği emreden ile kötülüğü yasaklayan, yani vav harfinin öncesi ile sonrası arasındaki farkı görüyoruz. Sanki “İyiliği emredenlerden sonra, “Evet, bir de bununla kalmayıp kötülüğü de yasaklayanlar” denilmiş olmaktadır.
b- “Ey peygamberin eşleri! Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi olan,kendini Allaha veren, inanan, boyun eğen,tevbe eden,kulluk eden, oruç tutan, dul ve de bakire eşler verebi!ir”[122]
Burada da sekiz vav’ı mümin kadınların sekizinci sıfatının başına gelmiştir. Bu harf, sonrası ile öncesinin farklı olduğunu ve iki sıfatın bir kadında birleşemiyeceğini belirtmektedir. Çünkü aynı anda bir kadının hem bekar , hem evli olması mümkün değildir.[123]
Onları Az Kişiden Başkası Bilmez:
Tefsircilerden bir grup, insanların Ashab-ı Kehfin sayısını bilmesinin imkansız olduğunu söylemiş ve “Onların sayısını rabbim en iyi bilir” sözünü delil göstermişlerdir. Çünkü onları bilmek Allaha bırakılmış, haklarında tartışma yapmamız ve Öncekilerden soruşturmamız yasaklanmıştır, demişlerdir.
Ama sorgulayıcı (muhakkik) tefsirciler, onların sayısını bilebileceğimizi, Kuranın buna işaret ettiğini, bu konuda Kur’an ayetlerinin iyice düşünmeyi, işaret ve telkinlerini iyice anlamayı gerektirdiğini söylemişlerdir. Onun için sayılarının yedi ve köpeklerinin sekizincileri olduğunu belirtmişlerdir.Buna ayetten delilleri şöyledir:
1- Yüce Allah sayılarını insanların bilmesinin mümkün olmadığını söylemediği gibi, bilinemiyecekîerini de söylemiyor. Aksine insanların bunu bilebileceklerini belirterek “Onları ancak az kişi bilir” der.İnsanların bilemiyeceğini söylemek isteseydi, “Allahtan başkası onları bilmez” derdi.
Nitekim “Onlardan Önce olan Nuh, Ad, Semud milletleri ve onlardan sonra gelip Allahtan başkasının bilmediği kişilerin haberi onlara gelmedi mi?”[124] ayetinde insanların bu milletlerden sonra yaşamış olanları bilmelerinin mümkün olmadığını söylemektedir. “Allahtan başkası onları bilmez” sözü ile, ” Deki, sayılarını rabbim en iyi bilir, onları az kişiden başkası bilmez” sözü arasında büyük fark vardır.
2- Üçüncü görüş olan “Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir” ifadesinde sekiz vav’ının gelmesidir.Bu harf, sonrasının Öncesinden farklı olduğunu belirtir.ilk iki görüş rededildiğine göre, üçüncü görüş doğru demektir. En iyi Allah bilir!
3- Kur’an, ilk iki görüşü “bilmeden söylemek” diye nitelemekle red etmiş olmaktadır. Halbuki üçüncü görüşü red etmemiş ve onun için bir şey söylememiştir.
4- Ashap ve sorgulayıcı tefsirciler ayetten onların sayısını insanların bilebileceğini anlamışlar ve üçüncü görüşü benimseyerek Kur’anın akılları çalıştırıp bu görüşü benimsemeye çağırdığını söylemişlerdir. Ibn Kesir, İbn Abbas’ın “Ben, Allanın istisna ettiği kişilerdenim, sayıları yedidir” dediğini belirtmektedir.[125]
İbn Abbas’ın ayete bakışına katılıyor ve onun gibi üçüncü görüşü benimsiyoruz. Onun için sayılarının yedi ve köpeklerinin sekizinci olduğunu söylüyoruz.[126]
Sekiz Vav’ının Başka Bir Espirisi:
“Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir”ayetine iyice baktığımızda başka bir espiri ve yeni bir nüans içerdiğini görürüz. Bu harf yedi olan Ashab-ı Kehf ile sekizincileri olan köpeklerini birbirinden ayırmıştır.Bu ayırma gereklidir.Çünkü Ashab-ı Kehf mümin ve iyi kimselerdir.Köpekleri ise, necis bir hayvandır. Onlarla aynı kategoride tutulmaya layık değildir.
ilk iki görüşe baktığımızda ise, mümin gençlerle köpeğin birlikte anıldığını görüyoruz. Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir, beştirler, altıncıları köpekleridir. Herhalde bu, her iki görüşün rededilmesinde başka bir etken olmalıdır. Üçüncü görüşün kabul edilmesinde de bu ayırma bir rol oynamıştır.
Üüçüncü görüşü savunanlar bu zarif ve hoş edebi anlamı farketmekte, insan olan müminler ile hayvan olan köpeği bir araya getirmemektedirler.Temiz olan adamlarla köpeğin beraberliği onun necis olmasını değiştirmediği için birlikte anmamaktadırlar. Onun için Kur’an, onu eşikte dirseklerini uzatmış olarak bırakmaktadır. En iyi bilen Allahtır.[127]
Onlar Hakkında Onların Hiçbirinden Bir Şey Sorma:
Bu cümleden akla ilk ge!en,Ashab-ı Kehf hakkında özellikle kitap ehli yahudi ve hiristiyanlardan Peygamberin bir şey sormasının yasakSanmasıdır.
Onlara sormayacak ve kendilerinden görüş almayacak. Çünkü bu konuda bilgileri yoktur.Bu konuda doğru, güvenilir ve gerçek bilgi sahibi değildirler.
Ancak bu ayet, Ashab-ı Kehf konusunda inmiş olmakla beraber, onlarla sınırlı değildir. Çünkü özel sebebe değil, lafzın genel anlamına bakılır.Onun için bu yasak, kur’anın bütün öykülerini ve öncekilerin haberlerini kapsar. Aynı şekilde, hitap Rasulullaha olmakla beraber, onunla sınırlı değildir .Çünkü ona yapılan hitap, şahsına mahsus olduğunu gösteren bir delil olmadıkça,ümmetin tümüne yapılmış demektir.
Ayetteki yasak, kiyamet saatine kadar bütün müslümanlar için geçerlidir. Ashab-ı Kehf için olsun, Kur’anın anlattığı öncekilerin öykü ve haberleri için olsun, kitap ehlinden her müsîümanın sorması yasaklanmıştır.
Bu ayet, Kur’anın öykülerini nasıl ele alacağımızı gösteren sağlam bir kural vermektedir. Bu öyküler hakkında kitap ehlinden ve başkalarından sormamızı yasaklamaktadır. Onlardan almamızı, onlara başvurmamızı, haber, rivayet ve görüşlerini delil getirmemizi yasaklamaktadır. Bu,metodu belirleyen bilimsel ve objektif bir kuraldır, kitap ehlinden sormayacağız, onlardan almayacağız. Çünkü Allanın kitabını değiştirmişler, tarih, gerçekler ve haberler konusunda güvenilir değildirler.
Kitap ehlinden sor may cağız ve onlardan almayacağız.Çünkü öncekilerin öykü ve olayları geçmişin bilinmiyen (ğayb)ındandır ve ğayb olan şeyleri ve ayrıntılarını Allahtan başkası bilmez. Onun için bu bilgiler Allahtan başkasından alınmaz.
Kitap ehlinden sormayacağız ve almayacağız. Çünkü bilimsel, objektif ve metod sahibi olmak, verdiğimiz görüş ve haberleri kesinleştirmemizi ve kanıtlamamızı gerektirir. Bilmediğimiz şeyleri nakledip rivayet etmemizi yasaklar.
Ashab-ı Kehf ve başkaları konusunda hak, doğruluk ve gerçek çerçevesinde kalmaya mecburuz. Bu da ancak Kur’anda ve Rasullahın sahih hadislerinde geçen bilgilerle kesin ve doğru olur.
Kitap ehline başvuran, öncekilerin öykü ve haberleriyle ilgili onların rivayet ve haberlerini nakleden, böylece Kur’anın”Onlar hakkında onların hiçbirisinden görüş sorma” öğretisini çiğneyen kişileri Allah bağışlasın!
İbn Kesir, bu cümleyi açıklarken şöyle der: “Onlar hakkında onların hiçbirinden bir şey sorma. Kendilerinin uydurduğu ve bilgisizce söyledikleri dışında bu konuda onların bilgileri yoktur. Yani yanılmaz olanın sözünden delilleri yoktur. Ey Muhammed, Allah sana şüphe ve tartışma götürmeyen gerçek bilgiyi verdi.O, kendisinden önceki bütün bilgi ve kitaplardan öndedir ve hepsinin üstünde hakemdir. “[128]
Rasulullahın Unutması:
Yüce Allah buyuruyor: İnşaallah, demedikçe, yarın her hangi bir işi yapacağım, deme. Unutacak olursan, rabbini
an
Bu ayet Rasulullaha ve her müslümana gelecekte yapacağı her işi Allahın dilemesine bağlamasını öğretmektedir.Yann şu işi Allahın izniyle yapacağım, demesini öğretmektedir. Allahın izniyle, demeyi unuttuğu taktirde rabbini anmasını söylemektedir. “Unutacak olursan, rabbini an”
Bu ayet, Ashab-ı Kehf öyküsünün daha önce değindiğimiz iniş sebebine işaret eder. Rasulullah, Kureyşin sorduğu sorulara yann cevap vereceğini söylemişti. Ama “Allahın izniyle” demeyi unutmuştu. Cebrail ona onbeş gün cevap getirmemiş, bu durum Rasulllahı üzmüş, kafirler gülerek ve alay ederek “Arkadaşın seni unuttu ve terketti” demeye başlamışlar.Yüce Allahın bize böyle bir ders vermesi ve bu inanç kuralını öğretmesi için bu gecikme bilerek olmuştu.[129]
Peygamber Unutur Mu?
Bu unutma, Rasulullahın ne peygamberliğine, ne yanlıştan korunmuşluğuna zarar verir. Unutmayacağını Yüce Allahın tekeffül ettiği doğrudur. “Sana okutacağız ve unutmayacaksın”[130] Ancak olmayacağı söylenen unutma, kendi isteğiyle olan unutmadır. Ama Allah unutmasını isterse, unutacaktır. Onun için unutmayacaksın, dedikten sonra “Allahın dilediği dışında. Şüphesiz o açık ve gizli olanı bilir” der.
Olmayacağı belirtilen unutma Kur’anı ezberleme ile ilgili olan unutmadır. Çünkü Kur’anın korunmasını Allah üzerine almış ve peygambere ezberlediği ayetleri unutmayacağı garantisini vermiştir.
Kur’anın dışındaki şeyleri unutması ise mümkündür. Hatta Peygaber namazda bile unutmuş, sonra selam vermeden önce unutma secdesi yapmıştır.
Müslim, Abdullah İbn Buhayne’nin şöyle dediğini rivayet eder: “Rasulullah bize namazlardan birinde iki rekat kıldırdı, sonra kalktı ve oturmadı, arkasındakiler de kalktılar, biz namazı bitirip selam vermesini beklerken, rasulullah tekbir getirdi ve selam vermeden Önce oturduğu yerde iki secde yaptı, sonra selam verdi.”[131]
Rasulullah bir namazın ilk teşehhüdünü unutmuş ve üçüncü rekat için kalkmış, ancak unuttuğu için de selam vermeden Önce iki secde yapmıştır.
Yine Müslim, Abdullah İbn Mesud’un şöyle dediğini rivayet eder: “Rasullah namaz kıldı. Selam verince, ona: Ey Allahın Rasulu! Namazda bir değişiklik mi oldu? denildi. Ne oldu ki? deyince, namazı şöyle şöyle kıldınız, dediler. Ayaklarını açtı, kıbleye yöneldi, iki secde yaptı ve selam verdi, sonra yüzünü bize döndü ve şöyle dedi: Namazda bir değişiklik olursa, onu size söylerim. Fakat ben bir insanım, unuttuğunuz gibi unuturum, unutursam bana hatırlatınız, biriniz namazında şüpheye düşerse, doğrusunu araştırsın, üstünü tamamlasın, sonra iki secde yapsın. “[132]
Yine Müslim, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet eder: “Rasulullah bize öğle veya ikindi namazlarından birini kıldırdı, iki rekatta selam verdi, sonra mescidin kıble tarafında bulunan bir kütüğe geldi ve kızgın bir şekilde ona dayandı. Aramızda Ebu Bekir ve Ömer vardı.İkisi konuşmaktan çekindiler. Halk çabucak dışarı çıktılar ve namaz kısaldı, dediler. Zulyedeyn ayağa kalktı ve “Ey Allanın rasulü, namaz mı kısaldı, yoksa siz mi unuttunuz?” dedi. Rasulllah sağına ve soluna baktı ve “Zulyedeyn ne diyor?” diye sordu. Doğru söylüyor, yalnız iki rekat kıdınız, dediler. İki rekat daha kıldı ve selam verdi.”[133]
Rasulullah o namazda dalmış ve unutmuş, ikinci rekatta selam vermiştir. Ashap ona hatırlatınca iki rekat daha kılmış ve sehiv secdesi yapmıştır. Hadiste Rasulullahın insan olduğu, onun için başkaları unuttuğu gibi kendisinin de unuttuğu, unuttuğu taktirde kendisine hatırlatmalarını istediği açıkça belirtilmiştir.
Rasulullahın unutması onun insan olduğunu gösterir.Çünkü insan unutur. Peygamber olduğunu da gösterir. Çünkü vahiyden unuttuğunu Yüce Allah hatırlatır ve bildirir.
Rasulullah namazında nasıl unutur? O anda ne düşünüyordu? diye sorulabilir. Bu konuda şair şöyle demiştir:
“Unutmak gafil ve dalgın kalplerde olurken, Rasulullahın nasıl unuttuğunu soruyorsun-Kalbi yalnız Allahla meşgul olduğu için Onu yüceltemeye dalmıştır.”
Sadece Rasulullah unutmuş değildir. Diğer peygamberler de unutmuşlardır. Hz. Peygamber Hz. Süleyman’in işaallah demeyi unuttuğunu bildirmiştir. Buhari, Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini rivayet eder:
“Davud oğlu Süleyman bu gece doksan dokuz veya yüz kadının yanına varacağını ve herbirinin Allah yolunda cihad eden bir süvari olacak çocuk doğuracağını söylemiş. Arkadaşı ona Inşaallah, demesini hatırlatmış, ama inşaallah dememiş, bunun üzerine onlardan sadece bir kadın gebe kalmış ve yarım adam doğurmuş. Muhammed’in canını elinde tutan Allaha yemin ederim ki inşaallah deseydi, hepsi süvari olup Allah yolunda cihad ederlerdi.”[134]
Kehf suresinde, Hz.Musa’nın arkadaşı salih kul’a bir şey sormamaya ve hiçbir şeyde kendisine itiraz etmemeye söz verdiğini, ama gemiyi deldiğini görünce ona “İçindekileri batırmak için mi deldin, kötü bir iş yaptın” dediğini, verdiği sözü arkadaşının hatırlatması üzerine, Musa’nın unuttuğunu itiraf etiğini ve “Unuttuğum için bana kızma ve işimi yokuşa sürme” dediğini öğreniyoruz.
Aynı şekilde Kur’an, insanlığın atası Hz.Adem’in unuttuğunu ve yemesi yasaklanan ağaçtan yediğini belirtmektedir. “Daha önce Adem’e bir şey söylemiştik, fakat unuttu ve kendisinde bir gayret de görmedik”[135]
Yüce Allah Adem’e ağaçtan yememesini söylemiş, ama Adem Yüce Allanın bu sözünü unutmuş ve yememek için gayret göstermeden ağaçtan yemiştir. Peygamber kasıtlı olarak Allaha muhalefet etmez.[136]
Herşey Allahın İradesiyled Olur:
“İnşaallah, demedikçe yarın bir işi yapacağım, deme”Bu ayet, Rasulullahla beraber her müslümanm inşaallah demedikçe gelecekte her hangi bir işi yapmaya karar vermesini yasaklamaktadır, inşaallah demedikçe herhangi bir söz vermemesini söylemektedir, “inşaallah, demedikçe, yarın bir işi yapacağım, deme”
Neden inşaallah, demek gerekiyor? Neden yarın ve gelecek Aliahm iznine bağlanıyor? Gelecekte insan ne yapacağına karar vemekten aciz midir? Neden acizdir? gibi sorular sorulabilir.
Şüphesiz insan için gelecek, ğaybtir. Bu geleceği sadece Allah bilir ve sadece onun elindedir. Yüce Allah insanı, gelecekte karşılaşacağı veya yapacak şeyteri belirleme gücü ve yapabilme imkanlarıyla donatmamıştır.
Gelecek bilinmez olduğu için onu Allahtan başka kimse bilmez. Çünkü ğaybm anahtarları Allahın yanındadır. “Yerde ve göklerdeki ğaybı Allahtan başka kimse bilmez. Ne zaman dirilecekerini de bilmezler.”[137]
İnsan, gelecekte başına neler geleceğini ve yarın ne yapacağını bilmez. Onun için Yüce Allah şöyle buyuruyor:”Şüphesiz kiyamet saatinin bilgisi Aliahm yanındadır. Yağmuru yağdırır, rahimlerde olanı bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiçbir kimse nerede öleceğini bilmez.”[138]
İnsan için gelecek, sürprizler ve ihtimallerle doludur.Hesabma göre insan yarın şu veya şu olaylarla karşılaşır, ama hiç de hesapta olmayan bir işle karşılaşabilir.Gelecekte yapacağı bir işe karar verebilir, yarın yapacağı bir iş için planlama yapabilir, bunun için gerekli bütün hazırlıkları yapar, ebeplere sarılır ve hiçbir eksiklik bırakmaz ve sözkonusu iş beşer ölçülerine göre yüzde yüz garantili görünebilir. Ama bir sürpriz ortaya çıkıp herşeyi altüst edebilir, bütün plan ve hesapları siler süpürür. Bu sürpriz olay hesapta yoktur ve önleme gücüne de insan sahip değildir.insanın ölçüp biçmesi, bilgi ve çalışmasına oranla durum budur.
Ama Aİlahın kudreti işlemekte, iradesi yürürlükte olup dilemesi sınırsız bulunmaktadır. O dilediğini ve seçtiğini yapar, istediğini yapar, kararının önüne geçmek ve emrine karşı durmak yoktur. Olayları, haberleri, iş ve tasarrufları onun irade-ve kudreti kararlaştırır. Hiçbir şey bu irade ve kudretin dışında kalmaz. İnsan, cin, melek dahil, evrende bulunan bütün yaratıklar Aliahm irade ve kudretine boyun eğnıektedir. Bunlardan hiçbiri onun irade ve kudretine karşı koymaya, karşı durmaya, onunla savaşma ve işlevsiz kılma gücüne sahip değildir. Çünkü güçlü, kudretli,bilgili, herşeyi yaratan Aİlahın kendisidir.Onun için evrende ancak Allahm dediği ve dilediği olur.insanların dilemesi ve iradesi Aliahm irdesine bağlıdır.Allahın dediği olur ve istemediği olmaz. Allah dilemedikçe insanlar dileyemezler. Yüce Allah buyuruyor:”kim isterse, rabbine bir yol tutar. Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her işi bilgi ile olup yerli yerindedir.” [139] “Alemlerin rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz”[140]
Yarın insanın başına gelecek olaylar, karşısına çıkmasını Allahın takdir ettiği şeyleri önlemekten ve Allahın kendisi için istemediği şeyleri kazanmaktan aciz olması sebebiyle, başına gelecek iyilik veya kötülük konusunda kesin karar vermekten, plan ve projelerini garantilemekten, tasarladığı gibi onların gerçekleşmesini garantilemekten aciz olduğunu görüyoruz.
Onun için ayet, insanın bu konuda uygun olarak davranmasını, gelecekle ilgili söz ve planlarının gerçekleşmesini Allahın iradesine bağlamasını öğretmektedir. O zaman verdiği sözü gerçekleştirmekten âciz kalırsa, kınanma ve kötülenmeye maruz kalmaz.
Bu demek değildir ki müslüman sebeplere sarılmayı bırakır, plan, proje ve hesaplan siler. Çünkü sebeplere sarılmak, imanın gereklerinden ve ibadetin aianlanndandır. Bütün yapacağı iş,her şeyde sebeplere sarılmakla yetinmemesi, her şeyi plan ve programlardan ibaret görmemesi, belki ilahi iradeyi birinci derecede hesaba katmasıdır.[141]
Unutacak Olursan, Rabbini An:
Rasulullahın unutması,müşriklere verdiği sözü Allanın iradesine bağlamaması, yarın size cevap veririm,derken, Allanın izniyle dememesidir. Bu da Kur’anın, Rasulullah ve yer yüzünde bulunan bütün İnsanlar için hayatta zorunlu temel bir kuralı belirlemesi için uygun fırsat olmuştur. Onun için Yüce Allah “Unutacak olursan, Rabbini an” buyurmuştur.
Bu yüce söz, İslamın gerçeklerinden bir gerçek, sapma, taksir etme, gaflet ve unutma hastalıkları için yararlı bir ilaçtır. Müslüman, bu hayatta ister istemez kaçınılmaz bir savaşa girmektedir. Şeytana, onun dost ve yardımcılarına, batıl ve askerlerine karşı savaş yapmaktadır. Rabbine sığındığı ve ona dayandığı taktirde Allah ona zafer vereceğini garantilemiştir.
Yüce Allah düşman olan şeytandan sakındırmış, kendi dostları ve askerleri üzerinde şeytanın etki, nüfuz ve gücünün bulunduğunu belirtmiş, ihmal, gaflet,taksir ve unutma kapısından insanın içine giydiğini açıklamıştır. Onun için insanı gaflet, taksir, ihmal ve unutmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur:
“Ey inananlar! Allahtan korkun ve herkes yarına ne hazırlık yaptığına baksın.Allahtan korkun. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı bilir. Allahı unutan ve kendilerini kendilerine unutturduğu kişiler gibi olmayın, işte onlar yoldan çıkanların kendileridir.”[142]
insan gaflet edip unuttuğuna ve her zaman gaflet edip unutacağına göre, kendine gelip uyanmalı, rabbine sığınmalı, istiğfar etmeli ve yardımını istemelidîr.Onun için yüce Allah insana şöyle buyurmaktadır: “Şeytan seni dürtecek olursa, Allaha sığın. Şüphesiz O işitir ve bilir. Allaha karşı gelmekten sakınanlara şeytan bir vesvese verince, Allahı anarlar ve hemen gerçeği görürler. Şeytanın kardeşleri ise, onları azgınlığa sürüklerler ve bundan hiç geri durmazlar.”[143] “Unutacak olursan,Rabbini an”. .
Şeytana ve askerlerine galip gelmek için Allahı anmak en garantili silahtır, hükümleri çiğnemek ve yasaklan işlemekten kurtulmak, ihmal, taksir ve unutmaktan kurtulmak için Allahı anmak, Kur’anın kurtuluş reçetesidir. Allahı anmak, kalbin hayatı, ruhun mutluluğu, müminin rahatı, hayatın ışığı, Allanın sevgi ve hoşnutluğunun yolu, cennete girmenin ve azaptan kurtulmanın sebebidir.
Ayet, Allahın anılması gereken başka bir yeri bize hatırlatmaktadır. O da unutmaktır. Yani unutma durumunda Allahı anmak. “Unutacak olursan, Rabbini An”. Burada unutma sınırsız ve belirsiz olup geneldir.AUahı anmaktan başka tedavisi olmayan unutmanın bütün çeşit ve şekillerini kapsaması için Yüce Allah onu genel olarak belirtmiştir. En iyisi, lafzı genel olarak anlamak ve sınırlandırıp daraltmamaktır. Çünkü Kur’anı anlamanın anahtarlarından biri budur.
Unutma kelimesinin içerdiği çeşit, şekil ve durumlardan bazıları:
1- Allahı unutmak: Unuttuğun zaman rabbini an. Çünkü bir an olsun müslümanm rabbini unutması caiz değildir.Allahı unutmak, ihmalkarlık ve günahtır. Mutlaka Allahı anmayı ve istiğfar etmeyi gerektirir.Allahı unutmak günahlara düşmenin sebebidir. Bunun çaresi de Allahı anmaktır.
2- lnşaallah, demeyi ve yapılacak işleri Allahın dilemesine bağlamayı unutmak: Allahın izniyle yarın şunu yapacağım, demeyi unuttuğun zaman Allahı an. Hatırlama anında inşaallah söyle ve işi Allahın iradesine havale et. Bu tür anmayı tefsircilerin çoğu sözkonusu ayeti açıklarken belirtmişlerdir.
3- En büyük düşman şeytan ve dostlarının düşmanlığını unutmak: Düşmanlıklarını unutmak, istediklerini yapmanın yoludur. Allahı anmak, sahibini bu düşmanların zarar ve tehlikelerinden korur.
4- Görevleri unutmak: AHahı anmak, görevlerin yerine getirilmesi, güzelce yapılması için etkendir.
5- Hayatta hedefi ve görevi unutmak ve bu görevi başarılı bir şekilde yerine getirmeyi sağlayacak plan ve projeyi unutmak.
6- Ölümü, bu dünyadan göçü ve bu dünyanın kalıcı olmadığını unutmak.
7- Ahireti, cehennem azabını, cenneti ve nimetlerini unutmak.
8- Bütün bu unutma şekilleri çok önemlidir.Müslümanm hayatına zararı büyük olan şeylerdir.Hepsinin ilacı, Allahı anmak ve Kitabını anlayarak okumaktır. “Unuttuğun zarnan Rabbini an”.[144]
“Mağarada Üçyüz Dokuz Yıl Kaldılar” Sözünü Kim Söylemiş?
Yüce Allah buyuruyor: “Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar”. Bu süre mağarada uyudukları süredir. Mağaraya girişleri ile halkın kendilerini bulması arasında geçen süredir.
Acaba üçyüz dokuz yıl kaldılar, süzünü söyleyen kimdir? Acaba bunu Yüce Allah mı söylemiş ve sürenin bu kadar olduğunu belirtmiş, Yoksa haklarında ihtilaf eden önceki insanlar mı söylemiştir? Bu durumda Kur’an onların sözünü kabul ve ikrar ederek değil, sadece aktarmış ve rivayet etmiş olur.
Alimler bu konuda ihtilaf etmişler. Kimileri bunu kaldıkları süreyi bildiren Yüce Allahın sözü olarak kabul etmiş, kimileri ise, haklarında ihtilaf eden önceki insanların sözü olarak görmüştür.
Birinci görüş, bu sözün öncekilerin sözü olduğu ve Kur’anı Kerimin kabul etmeyip red ettiğini söyleyen görüştür. Bu görüşe göre “Ve mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar “cümlesinin başındaki vav harfi bağlaçtır ve onu “Dörttürler, beşincileri köpekleridir” cümlesine bağlamaktadır. Sanki dörttürler, beşincileri köpekleridir diyecekler ve mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldıklarını söyleyecekler, şeklinde olmaktadır.
Kur’an “Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir, yerin ve göklerin ğaybı onundur” ifadesiyle bu görüşü red etmiş ve ne kadar kaldıklarını Allahın bildiğini söylemiştir.Söyledikleri doğru ve Kur’an tarafından kabul edilmiş olsaydı, “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi biiir”sözünün anlamı olmazdı,Aynı şekilde bu söz Allahın sözü olsadı,”Ne kadar kaldıkarını Allah daha iyi bilr” sözünün de anlamı olmazdı.
Suyuti, İbn Abbas’ın şöyle dediğini belirtir: “Adam ayeti tefsir eder ve böyle olduğunu düşünerek yer ile gök arasındaki uzaklık kadar uzak şeyler söyler. “Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar” sözünü okudu ve bunlar kaç yi! kaldılar? dedi.Üçyüz dokuz yıl, dediler. Bu kadar kalmış olsalardı, Allah “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” demezdi. Allah burada halkın söylediğini nakletmiş ve Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir, diyeceklerdir, demiştir.Onların bilmediklerini bildirerek mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar, diyeceklerini nakİetmiştir.”
Suyuti, Katade’nin de şöyle dediğini belirtir: Bu sözü insanlar söylemiştir. Nitekim mağaralarında üçyüz dokuz kaldılar, dedikten sonra, “Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” demiştir.
Başka bir rivayette Katade’nin “Bu, kitap ehlinin sözüdür, Allahın “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözü bunu red etmiştir, dediği belirtilmektedir.”[145]
ikinci görüş: Bu söz,Yüce Allahın sözüdür.Mağarada ne kadar kaldıklarını Allahın bildirmesidir. Suyuti, Mücahid’in “Bu, mağarada kaldıkları yılların sayısıdır”dediğini belirtir.[146]
Ibn Kesir bu görüşü tercih ederek savunmuş ve birinci görüşü red etmiştir. Şöyle diyor:”Uyuttuğu andan uyandırdığı ve o günün insanları tarafından bulunmalarını sağladığı ana kadar Ashab-ı Kehfin mağarada kaldığı sürenin Allah tarafından Peygamberine bildirmesidir. Bu süre ay yılı ile üçyüz dokuz yıldır.
“Ne kadar kaldıklarını Allah bilir” sözü, Hz.Peygambere bir öğretmedir. Yani ne kadar kaldıkları senden sorulduğunda ve sen kaldıkları süreyi bilmiyorsan, bir sayı verme ve “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir, yerin ve göklerin ğaybı onundur”de. Yani bunu Allahtan başkası veya bildirdiği kişilerden başkası bilmez. Bu görüşümüz Mücahid gibi bir çok tefsircinin belirttiği ve hem önceki, hem sonraki alimlerden çok kişinin savunduğu görüştür. Katade’nin söylediği iddia edilen görüş, tartışma götürür. Çünkü kitap ehlinin bilgisine göre güneş yılı ile üçyüz yıl kalmışlardır. Şayet Allah insanların sözünü nakletseydi, “dokuz yıl artırdılar” demezdi.
Ayetten anlaşıldığına göre, bu söz öncekilerin nakledilen bir sözü değil, Yüce Aliahın sözüdür ve ne kadar kaldıklarını bildirir. İbn Cerir Taberi’nin tercihi de budur.”[147] Güneş yılı ile ay yılı arasındaki farkı öğreninceye kadar şimdilik görüşler arasında tercih yapmıyoruz.[148]
Dokuz Yıl, İki Hesap Arasındaki Fark Mıdır?
Eski ve yeni kimi tefsirciler Ashab-ı Kehfin mağarada güneş yılı hesabıyla üçyüz yıl kaldığını söylemektedir.Bu süre ay yılı hesabıyla üçyüz dokuz yıl eder. Dokuz yıl, güneş yılı ile ay yılı hesabı arasındaki farktır. Kur’anı Kerimin bu dokuz yılı belirtmesi, kaynağının bir delili olduğunu, Muhammed’in sözü değil, Allahm sözü olduğunu gösterdiğini söylerler.Dokuz yılın iki hesap arasındaki fark olduğu konusunda İbn Kesir şöyle der;
“Mağarada üçyüz yıl kalmışlar. Ay yılı hesabıyla dokuz yıl artmaktadır.Güneş yılı hesabıyla üçyüz yıldır. İki yıl hesabı arasında fark her yüz yılda üç yıl yapar. Onun için üçyüz yıldan sonra “dokuz yıl artırdılar” demiştir.”[149]
Ancak çağdaş tefsircilerden kimileri buna katılmamakta ve hesaba uymadığını söylemektedir.Abdurrahman el-Vekil bunlardan biridir. er-Ravdu’1-Unuf kitabında yazdığı notlarda şöyle der: “Bu, Allahın kitabına ve kelamına yakışmayan bir açıklamadır. Bunu da Yüce Allahm “Mağaralarında üçyüz yıl kaldılar” sözünün kendi sözü olup insanların naklettiği sözü olmadığını gördükleri için yapıyorlar. Halbuki ayette bu açıklamaya işaret edecek hiçbir şey yoktur.”[150]
Başını ibn Kesir’in çektiği cumhur tefsircilerin görüşünü onaylamadan Önce dokuz yılın iki hesap arasındaki fark olup olmadığına bakacağız. Ancak ondan öne güneş yılı ile ay yılı arasındaki farka bakalım.
Çağdaş islam tarihçileinden Ahmed Adil Kemal “Cedavilu’t-Takvim el-Miladi el-Mukabil li’t-Takvimi’i-Hicri” kitabında şöyle der: “Güneş günü, ay gününden 3 dakika, 55.9 saniye fazladır. Araplara göre gün, güneşin batınımdan ertesi gün güneşin batımma kadar sürer. Kameri ay 29 gün, 53.05.88’dır. Kameri yıl,354 gün, 8 saat,48 dakika, 36 saniyedir.Güneş yılından yaklaşık llgün azdır. Güneş yılı ise 365 gün,6 saat,9 dakika,9,5 saniyedir.”[151]
Bu ince hesaptan sonra güneş yılı ile ay yılı hesabı arasındaki farkın dokuz yıl değil, daha fazla olduğunu görüyoruz. İmam Alusi bu konuyu irdelemiş ve iki hesap arasındaki farkı görerek şöyle demiştir:
“İki yıl arasındaki fark on gün, yirmi saat ve bir dakikadır.Bir yıldaki fark bu kadar ise,yüz yıldaki fark, bin yetmiş sekiz gün, onüç saat, dört dakikadır.Bu da üç yıl,yirmi dört gün,onbir saat ve onaltı dakika eder. “[152]
Böylece iki hesaba göre üçyüz yıl arasındaki fark, dokuz yıl,yetmiş üç gün,dokuz saat,kırk sekiz dakika eder.Bu fark,Kur’anm belirttiği gibi tam dokuz yıl değil,ondan yetmiş üç gün fazladır.
Dokuz yılın dışındaki bu farka bakarak bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: “Bu, Yüce Allahın bildirmesi veya onaylaması değildir.Sadece Ashab-ı Kehf konusunda tartışan insanların söylediklerini nakletmektir. İnsanlar onların sayisındada ihtilaf ettikleri gibi, kaldıkları süre konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir grup mağarada üçyüz dokuz yıl kaldıklarını söylemiştir. Bu söyledikleri de doğru değildir. Şayet bu söz Allahın bildirmesi olsaydı, kesin ve hassas olurdu. Kur’an, kabul edip onayladığı haber ve görüşlerin daima kesin şeklini verir.
Çoğunluk tefsirciler bu farkın bir sakıncasının olmadığını seylemiştir. Çünkü çeyrek yıldan daha azdır.Yarıdan az olan küsurları söylememek arapların adetidir.Onun için Kur’an, dokuz ve çeyrek yıl veya dokuz yıl ve yetmiş gün kaldılar, dememiştir.
Alusi bu konuda şöyle der:” Aradaki dokuz yılın yarıyı bulmayan yaklaşık sayı sonucu olduğu iddiasına iltifat edilmez. “[153]
Doğrusu, Allahın Bildirmesidir:
İki tarafın görüşlerini belirttikten sonra hangisinin doğru olduğunu belirlemeye çalışalım. Ashab-ı Kehfin sayısında ihtilaf edenlerin sözü olan ve Yüce Allahın naklettiği söylenen üçyüz dokuz yıl görüşünü savunanların dikkatli hesaplama açısından delillerinin güçlü olduğu görülmektedir.Ancak Arapların sayıları söylerken yarıyı bulmayan küsurları belirtmediğini ifade ederek iki hesap arasındaki fark şüphesini ortadan kaldırırsak,dokuz yıla seksen gün eklemenin bir sakıncası olmadığını söyleyebiliriz. Onun için “Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar” sözünün insanların naklettiği söz olmayıp Allahın bildirdiği hüküm olduğunu söyleyen çoğunluk tefsircilerin görüşüne katılıyoruz. Bu hesabın hem güneş, hem ay yılı hesabına uygu olduğunu da görüyoruz.
Roma devletinin uyguladığı ve çağdaş batı devletlerinin benimsediği miladi güneş yılı takvimine göre bu süre üçyüz yıldır. Ama şekilde Arapların cahiîiyye devrinde uyguladığı ve daha sonra müslümanların benimsediği kameri hicri takvime göre ise, üçyüz dokuz yıldır. Böylece düşürülen küsur miktar ile beraber dokuz yıl, iki hesap arasındaki fark olmaktadır.[154]
Ne Kadar Kaldıklarını Allah Daha İyi Bilir,Demenin Anlamı:
Ashab-ı Kehfin mağarada ne kadar kaldıklarını belirlemeye çalışan görüşlerin en kuvvetli delili, eski kitap ehlinin sözü kabul edilen “Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözünden sonra, Kur’anın söylediğidir. Sanki Kur’an, bunun doğru bir bilgiye dayanmadığını belirterek red ve iptal etmekte, kesin olarak ne kadar kaldıkları bilgisini Allaha bırakmamızı söylemektedir. Abdurrahman el-Vekil, er-Ravdu’l-Unuf kitabının dipnotlarında şöyle der:
“Ibn Hişam, “Mağaralarında …… kaldılar ” sözünü çok güzel açıklamaktadır. Çünkü bunu ehli kitabın sözü olarak görmektedir. Bu şekilde ayeti doğru anlamamız gerçekleşmekte, öncesi.ve “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” olan sonrası arasında uyum sağlanmaktadır. Çünkü “üçyüz dokuz yıl kaldılar” sözü , Allahın sözü olsaydı, “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözünün anlamı kalmazdı.”[155]
Ancak alimlerin geneli (cumhur) bu açıklamayı tasvip etmez ve “Üçyüz dokuz yıl kaldılar” sözü ile “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözü arasında bir çelişkinin olmadığını söylerler. “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözünün güzel bir esprisini ve “Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar” sözü ile uyum içinde olduğunu belirten bir açıklamayı vermek istiyoruz. İmam Alusi şöyle der:
“”Mağarada kaldılar ” sözü, önce geçen “Mağaranın içinde yıllarca uyuttuk” sözünü açıklayan bağımsız bir cümledir. Yüce Allahın “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözü de, uyutuldukları bu süreyi belirtmektedir. Sanki “Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir”, ne kadar kaldıklarını da bize bildirmiştir, hiçbir şüphe taşımayan doğru ve gerçek budur, denilmektedir.
Ne kadar kaldıklarını belirten ifadeden sonra bu sözün gelmesi, sayılarında insanların tartıştıkları gibi kaldıkları süre konusunda da tartıştıklarına dikkati çekmek içindir. Onun için bu süre, kaç kişi oldukları konusundaki
tartışmanın hemen arkasında belirtilmektedir. “Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözü ile ayetin bitirilmesi, “Deki, sayılarını Rabbim daha iyi bilir” sözüne benzer olması içindir. Aynı şekilde, Rasulullaha gaybten verilen bu bilginin ona verilen bir mucize olduğunu da göstermektedir. “[156]
Alusi, Yüce Allahın “Deki, sayılarını Rabbim daha iyi bilir” dediği halde, İbn Abbas’ın Ashab-ı Kehfin yedi ve köpeklerinin sekizincileri olduğunu ve “Sayılarını Allah daha iyi bilir” sözü, sayılarının yedi ve sekizincilerinin köpekleri olduğunu söylemeye engel değilse, “Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir” sözü de kendisinden önceki haberi kabul etmeye niçin engel olsun? dediğini bize hatırlatmakta ve şöyle der:
Her halde bu söz Ibni Abbas’ın değildir. Çünkü Yüce Allahın “Deki, sayılarını rabbim daha iyi bilir” demesine rağmen, İbni Abbas’ın sayılarının yedi ve sekizincilerinin köpekleri olduğunu söylediği bilinmektedir. “Sayılarını rabbim daha iyi bilir” sözü ile, “Ne kadar kaldıklarını Rabbim daha iyi bilir” sözü arasında bir fark yoktur. Bu söz, sözkonusu görüşün geçersiz olduğunu belirttiği halde, diğeri aynı şeyi niçin belirtmemektedir?”[157]
“Dokuz Yıl Daha”Sözü, Kur’anın Kaynağını Gösterir:
Alimler “Dokuz yıl daha” sözü üzerinde durmuş ve bunun belirtilmesindeki amacı ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.Özetle şöyle derler:
Bu söz,Kur’nın kaynağını kesin olarak göstermekte ve Hz. Muhammed’in sözü değil, Yüce Allanın sözü olduğunu belirtmektedir. Şöyle ki;
Ayet, “Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar” ayetinde belirtilen süre konusunda hem güneş, hem ay yılı takvimini içermektedir.Güneş yılı takvimine göre süre üçyüz yıl, kameri yılı takvimine göre ise buna dokuz yıl eklenmiştir.Bu da yüce Allahın peygamberine bildirmesidir. Kur’an peygamberin sözü olsaydı, Yahudi ve hıristiyan kitap ehlinin bilmediği ve ne zaman başladığını, ne zaman bittiğini öğrenmediği süreyi Peygamber nereden bilebilirdi? Okuma yazma bilmediği halde, bu sürenin güneş yılı takvimi ile ay yılı takviminden dokuz yıl fazla olduğunu nasıl bilebilirdi?
“daha “sözü, bu anlamı seslendirmektedir. Çünkü bu dokuz yıl, iki takvim arasındaki farktır. Yahudiler bu sorunun cevabının zor olduğunu bildikleri gibi, cevabının Rasulullahın peygamberliğini göstereceğini de biliyorlardı. Yüce Allah bu gerçeği kararlaştırarak ve sayısız delile ek olarak bu Kur’anın Allahın kelamı olduğuna bir delil daha ekleyerek soruyu cevaplandırmış ve rasulullaha bildirmiştir.[158]
Öyküde Kur’anın İlahi Kaynağını Kanıtlayan Başka Deliller:
Öyküde Kur’anın kaynağını gösteren tek delil bu değilir. Bütün öykü bunu kanıtlamak için anlatılmaktadır. Onun için anlatılanlar Rasulullahm mucizelerinden biridir. Öyküde Kur’anın ilahi kaynağını belirten şu ifadelerde göze çarpmaktadır:
1- Şüphesiz onlar, rablerine inanmış gençlerdir”. Genç oldukları belirtilmektedir.
2- “Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığım görürdün” sözleri, güneşin hareketinin nasıl düzenlendiğini anlatır.
3- “Ontar mağaranın genişçe bir yerindedirler” sözleri, mağaradaki yerlerini kesin olarak belirtir.
4- Bu iki anlatımdan mağaranın yeri ve kapısının ne yönde olduğu ortaya çıkmaktadır.
5- “Uyudukları halde onları uyanık sanırsın” sözü, uykuda oldukları halde gözlerinin açık olduğunu göstermektedir.
6- “0nlan sağa ve sola çeviririz” sözü, mağaranın içinde nasıl döndürüldüklerini belirtmektedir.
7- “Köpekleri de kapının eşiğinde dirseklerini uzatmıştır” sözü, köpeğin yerini ve nasıl uyuduğunu göstermektedir.
8- “Onları görseydin, korkuya kapılır ve geri dönüp kaçardın” sözü,Rasulullahm onları görmediğini gösterir.
Çünkü anlatım üslubu, şart üslubudur, Onlardan korkarak kaçmamıştır, çünkü onları görmemiştir. İnsanlardan kimsenin bilmediği bütün bu ayrıntıları ve ince tasvirleri Hz.Muhammed nasıl ve nereden bilmiştir?!
9- “Sözü geçenler, mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız, dediler”sözü, mescit yapma görüşünün yasama ve yürütme gücünü elinde bulunduran kişilerin sözü olduğunu gösterir.
10- Sayıları hakkında sadece üç görüş olduğunun belirtilmesi.
11- “Yedidirler, sekizincileri köpekleridir” sözü, sayıları hakkında doğru olan görüştür.
12- “Allahın izniyle, demedikçe, herhangi bir şey için yarın yapacağım, deme” sözü, ayetlerin iniş sebebini, Rasulullahm cevap verme işini Allahm isteğine bağlamadığını ve cevap getiren vahyin bundan dolayı kendisine geç geldiğini göstermektedir.
13- lniş sebebini anlatan rivayetlere göre Rasulullah müşriklere yarın cevap vereceğine söz vermiştir, onun için cevabın gelmesine büyük ihtiyaç duymuştur, buna rağmen Cebrail cevabı geç getirmiştir, bundan dolayı da müşrikler onun peygamberliği hakkında bir takım iiddialar ve şüpheler yaymıştır, bütün bunlar da rasulullahı üzmüş ve sıkıntıya sokmuştur.
14- “Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar” denilerek kaldıkları süre kesin olarak belirtilmiştir.
15- “Dokuz yıl daha” denilerek iki takvim arasındaki fark gösterilmiştir.[159]
Öykülerin Ardında Kur’anın Değerlendirme Yapmasının Amacı:
Görüldüğü gibi Kur’anı Kerim anlattığı öykülerin ardında birkaç ayetle notlar düşer, öykünün anlattığı önemli anlamları, ondan alınacak önemli dersleri ve müslümanların onları okumaya ihtiyaçlarının olduğunu kararlaştırır. Kur’anın bu açıklamaları bize birkaç şeyi anlatmaktadır:
a- Kur’anda öykü anlatımının kendisi amaç değil, etkin bir araçtır. Üstün amaçlar ve belirli hedefler için anlatılır.
b- Kur’an, anlatılan öykünün amaç ve hedefini yakalamaya, onu kavrayıp üzerinde düşünmeye ve gereğini yapmaya çağırmaktadır.
c- Öykülerin Kur’anda veya sahih hadiste anlatılmayan ayrıntılarını doldurmak için kendimizi yormamaya, öykülerin anlatılmayan parçalarını açıklama, kişi, zaman ve yerleri belirlemeye çalışmamaya çağırır. Bunun yerine anlatılan öykünün anlamı, hedefi, vereceği ders ve ibreti yakalamaya çalışmamızı ister.
d- Kur’an, anlatacağımız öykülerin de gerçekleştirmeye çalıştığı bir hedefinin bulunmasını öğütler.[160]
Ashab-ı Kehf Öyküsünden Sonra Kur’anın Değerlendirme Yapması:
Asabı kehf öyküsüne Kur’anı Kerim şu ayetlerle değerlendirme yapmaktadır:
“Deki, onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı onundur. O, ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir! insanların ondan başka dostu yoktur. O, hiçbir kimseyi egemenliğine ortak etmez.
Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. Onun sözlerini değiştirecek yoktur. Ondan başka bir sığınılacak da bulamazsın. Sabah akşam rablerinin hoşnutluğunu dileyerek Ona yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini istiyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.
Deki, gerçek rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkar etsin. Şüphesiz zalimler için, duvarları kendilerini çepeçevre içine alacak bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran. bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır!
Şüphesiz iman eden ve salih ameller işleyenleri, güzel iş yapalan mükafatsız bırakmayız. İşte onlar için Adn cennetleri vardır. Altlarında ırmaklar akar. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükafat ve ne güzel yaslanacak yer! “[161]
Bu Notlardan Çıkan Dersler ve Anlamlar:
1- Ailaha karşı edepli olmayı ve “Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir” ifadesinin öğrettiği gibi bilmediğimiz bütün olayların, işlerin ve haberlerin bilgisini Allanın kapsamlı ve genel bilgisine bırakmayı öğretir.
2- “O ne mükemmel görendir ve ne mükemmel işitendir!” sözünün öğrettiği gibi, Yüce Allahı çokça övme ve kutsamayı öğretmek. Yüce Allanın görmesi ve işitmesi her şeyi kapsar.
3- Gerçek dost (veli) yalnız Allahtır, onun dışındakiler veli olmaya layık değildir. Başka varlıkları dost edinenlere bu varlıkların hiçbir yararı olmayacaktır. “Atlahtan başka onların hiçbir dostu yoktur”.
4- Şüphesiz Allah ortaklara ve bütün varlıklara muhtaç değildir. Onun için yönetimine ve egemenliğine hiçbir kimseyi ortak etmez.
5- Kur’anı çokça okuma, üzerinde düşünüp taşınma, anlamını kavrama, onunla beraber yaşama ve ona çağırmayı öğretir. Çünkü Kur’anın bu şekilde okunması ve anlaşılması kalplerin, ruh ve bedenlerin hayatıdır. “Rabbinin kitabından sana vahyedilenleri oku!”
6- Kur’an, Yüce Allanın kelimeleri için hiçbir değişikliğin olamıyacağmı belirtir. Kelimelerinin irade ve dilemesi, insanların hayatını yönlendiren sosyal ve tabiat yasaları ve Kur’anın ayetlerini kapsadığını bildirir.”Onun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur”.
7- Kur’an, iyilerle beraber olmamızı, onlardan gözümüzü ayırmamamızı ve onlarla beraber olmak için sabretmeye kendimizi alıştırmamızı emreder. “Sabah akşam rablerinin hoşnutluğunu dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret.Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma.”
8- Kur’an, iyi kişelerden yüz çeviren ve onları terkedenlerin dünya hayatı ve güzellikleri peşinde olduğunu bildirir. “Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini onlardan ayırma”
9- lnsanlar, üçüncüsü olmayan iki gruptur.Rablerinin hoşnutluğunu dileyerek sabah akşam ona yalvaran salih kullar grubu. Bir de kalpleri Allahı anmaktan gafil olan, heveslerine uyan ve hayatları kaymış zalim ve kafirler grubu. Kim salih kişilerden ayrılır ve başka yollara saparsa, ister istemez ikinci grupla beraber olur.
10- Kur’an, Allaha inanmanın insanın hayatını düzenleyen hassas düzen, hayatın parçalarını birbirine bağlayıp bütünleştiren sağlam bağ olduğunu belirtir. Bu sistem kaybolur ve bu bağ koparsa, hayatının parçalan dağılır ve kaybolur, insan artık hiçbir işe yaramayan yitik ve terkedilmiş bir varlık olur.”Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!”
11- Davet etmek, delil göstermek ve duyurmakla, insanlara hakkı açık seçik açıklamak, onu kendilerine göstermek ve benimsemeye çağırmakla yükümlüyüz. Bu şekilde görevimiz yerine gelmiş olur. “Deki, hak rabbinizdendir”
12- lnsanların diledikleri yolu ve beraber olmak istedikleri grubu seçmeleri gerekir. Biz onlara yolların ayrılış noktasını gösteriyoruz. Onlar kendi iradeleriyle iman veya küfür yolunu seçerler. “Dileyen iman eder, dileyen kafir olur”
13- Hak yolunu seçmeleri ve küfür yolundan çıkmalarına yardımcı olmak için her iki yolun sonucunu ve varacağı yeri onlara gösteriyoruz. Kendilerine cennetin nimetlerinden ve cehennemin azabından manzaralar gösteriyoruz.
14- Dünya çalışma yeri, ahiret de karşılık görme yeridir.Kim dünyada iman eder, iyi ameller işler ve iyilerden olursa, şüphesiz Allah onları mükafatsız bırakmaz.
15- Dünya hayatında müminler de, kafirler de yaşamaktadır.Ama kıyamet günü varacakları yer ve görecekleri sonuç farklıdır. Müminlerin varacağı cennet “Ne güzel bir mükafat ve ne güzel bir yaslanacak yerdir”. Kafirlerin ateşi ise, “Ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır”. Güzellik ve çirkinlik,nimet ve azap, mükafat ve ceza arasındaki fark ne büyüktür![162]
Öyküden Çıkarılan Dersler:
Ashab-ı Kehf öyküsünden alacağımız ders ve ibretleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Rasulullaha sorular sormak ve güç durumda bırakmak için kafirlerin kendi aralarında işbirliği yapması, hakka karşı savaşmak için saflarını sıklaştırması.
2- Kur’anın açık ifadesiyle yahudiler müslümanlara azılı düşman olup onlara karşı ağızlarına kadar kin doludurlar.Rasulullaha çetin sorular sormaları bunun açık bir ifadesidir.
3- Yahudiler kötülük ve bozgunculuğun ustalarıdır. Onun için Kureyş’in yaptığı gibi, başkaları onlardan kötülük ve bozgunculuk dersleri almak İçin kendilerine başvurmaktadır.
4- Öncekilerin öykülerini anlatan Kur’anın söyledikleriyle yetinmek, anlatmadığı ve açıklamadığı eylerin peşine düşmemek, ara boşlukları tamamlamak için israiliyyat ve mitolojik haberlere başvurmamak gerekir.
5- Öncekilerin öykülerinde Kur’anın belirtmediği yer, kişi, zaman ve olayları belirlemeye çalışmaktan kaçınmak gerekir.
6- Ashab-ı Kehf öyküsü, Allanın iyi kullarına ikramda bulunduğunu, bunun hayat sahnesinde meydana geldiğini gösteren Kur’anın açık delillerinden sayılır. Çünkü öykü, mümin gençler için meydana gelen birden fazla ikrama işaret eder.
7- Öyküde Yüce Allanın varlığını anlatan, bazı sıfat ve fiillerini belirten ayetler çoktur.
8- Öykü, Yüce Allanın dostlarını koruduğu, desteklediği ve hayatlarını güvenlik içinde yaşayıp düşmanlarına karşı koymalarını sağladığını gösteren açık bir delildir.
9- Öykü, mümin insanın rabbine sığınmasını, ona tevekkül edip güvenmesini ve rahmetini istemesini bize öğretmektedir.A lahın rahmeti sabretmenin, direniş,cihad ve zaferin en güçlü aracıdır.
10- Kur’an, Ashab-ı Kehf öyküsünü gerçek olarak anlatmıştır. Bu demektir ki Kur’anda geçen her şey, şüphe taşımayan gerçeğin ve doğrunun kendisidir. Kur’anla uyuşmayan herşey de haktan uzaktır.
11- Ashab-ı Kehf’in gençler olarak nitelenmesi, övme ve onaylama nitelernesidir. Bu da gençlerin ve gençliğin önemini vurgulamaktadır.Çünkü gençlik verimlilik, yapıcılık, girişim ve hareket dönemidir.
12- Allah, insana kazanma ve tercih yapma gücünü vermiştir. Yolunu kendisi seçmektedir. Yaptığı seçim Allahın iradesine uygun düşmektedir. Kulun dilediği iyilik veya kötülüğü Allah verir.
13- Ashab-ı Kehf kalplerini imanla doldurmuş ve kendilerine sebat vermesi için Allaha yalvarmışlardır. Allah da kalplerini pekiştirmiştir. Her müslümanın da iman aküsünün sızdırarak boşalmaması yahut kendisine başka şeylerin karışmaması için kalbini imanla doldurması ve koruması gerekir.
14- İmanı seçmek, aküsünü onunla doldurmak ve sağlama bağladıktan sonra, çalışma, davet ve hareket, seçtiği iman yolunda ciddi gayret ve eylem aşaması gelir.
15- lnanç konulan ancak eylem, amel, dine çağrı, hakkı ayakta tutmak ve batıla karşı koymakla kalpte yerleşir ve kök salar.
16- Kesin delil ve açık hüccete dayanmayan hiçbir düşünce veya çağrı kabul edilmez. Bu temel kuraldan yoksun ilkeler ve çağrılar ne kadar da çoktur!
17- lnsanların en zalimi, Allaha iftira ederek yalan söyleyen lerdir. Çünkü insanlara yalan söylemek ve iftira etmek suç ise, Allaha iftira etmek daha büyük bir suçtur ve sahibinin kalbinde iman ve iyiliğin tükendiğini gösterir.
18- Ashab-ı Kehf, toplumdan ayrılmaktan başka alternatifleri olmadığı için halklarından ayrılmışlardır. Bizim durumumuz ile onların durumu arasında çok farklar bulunduğu için uzlet konusunda onlara uymamız mümkün değidir.
19- Başkalanyla birlikte yaşamak, onlarla görüşmek, öğüt vermek, davet etmek ve uyarmak davetçiler üzerine ıciptir. Uzletten başka alternatif olduğu sürece inanlardan ılmak ve uzleti seçmek caiz değildir.
20- lnsanlarla birlikte yaşarken davetçinin değişik bir uzlet içinde olması gerekir. Bu da bilinç bazında yaşanan ayrılıktır. Yani insanların batıl şeylerini almaması, kalbini, bilincini ve varlığını Alîahla beraber tutması demektir.
21- Yüce Allah, Ashab-ı Kehfe mağarayı kalmak için elverişli yapmış ve onların hizmetine vermiştir. Bu da mağarada kendilerine bol bol verdiği rahmetle olmuştur. Allanın rahmeti ile hayat ne mutludur ve ondan yoksun olan hayat ne bedbahttır!
22- Yüce Allah mağarada Ashab-ı Kehf için birçok erlerini görevlendirmiştir.Onların korunmasını sağlayan maddi sebepleri seferber etmiştir.
23- lyilerle beraber olmak, oların bereket ve iyiliğine ortak olmayı sağlar. Kötülerle beraber olmak da kötülük ve zarar getirir.
24- Yararı olmayan ayrıntı durumundaki boş şeyleri gözardı etmek, onlarla zamanı öldürmemek gerekir. Ashab-ı Kehfin mağarada ne kadar kaldıkları konusunu tartışmayı bırakmaları gibi.
25- Öykü, bize vekalet ve ortaklığın caiz olduğunu da gösterir. Onlar aralarından birini yiyecek almak için şehre gitmekle görevlendirmiş ve bunun için ona paralarını vermişlerdir.
26- Aynı şekilde öykü, borcun hoş olmadığını ve peşin olarak alış veriş yapmanın daha İyi olduğunu da gösterir.”Bu paranızla içinizden birini şehre gönderin” dediler.
27- Ashab-ı Kehf olayı, bize yiyecek ve başka şeyleri satın alırken acele etmemeyi, düşünüp taşınmayı, helal ve temiz olanı seçmeyi,haram ve çirkin olandan kaçınmayı öğretmektedir.
28- Şehre gönderdikleri adama”hangi yiyeceğin daha temiz olduğuna baksın” demeleri, yiyecekle ilgili Kur’anm temel bir kuralını belirtmektedir.O da temiz yiyeceğin ancak helal yiyecek olup başkasının çirkin olduğudur.
29- Kur’anın bu kuralı, kişisel zevk ve mizaca ne kadar önem verdiğini gösterir. Müslünamn zevk ve mizacının şeriatın helal ve haram ölçülerine bağlı olması gerektiğini öğretir.
30- “Nazik davransın” sözü, Kur’anın açık bir tabelası, hayatta zarif olma ve başkalarıyla ilişkilerde nezaketle davranma konusunda doğru yolu gösteren bir fenerdir.
31- “Sakın sizi kimseye duyurmasın” sözü, kafir ve düşmanlardan saklı olmanın, daveti ve örgütü gizlemenin ve bunları düşmana deşifre etmemeye özen göstermenin caiz, hatta vacip olduğunu gösterir.
32- Ashab-ı Kehfin gizlenmeye özen göstermesine rağmen, Allah başkaların onları bulmasını sağlamış, ahiret ve dirilişin olduğu konusunda kendilerine bir delil göstermek için onlara durumlarını göstermiştir.
33- Yüzlerce yıl süren Ashab-ı Kehfin uykularından dirilmeleri, ahiret ve dirilişin kesin gerçek olduğunu gösteren en açık delillerden sayılır.
34- Egemenlerin “Mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız” sözü, tekebbür, tahakküm ve zorbalıklarını gösterir. Allanın nizamına bağlı olmayan ve ona boyun eğmeyen bütün egemenlerin ve zorbaların tavrı budur.
35- Kur’anı Kerim bazı görüşleri nakledebilir, sonra onları red ve iptal eden şeyleri getirebilir. Bu iyice düşünüp taşınan araştırmacı kişiler tarafından farkedildiği halde, birçok kişi tarafından tespit edilmeyebilir.
36- Ashab-ı Kehfin sayısı konusunda insanların ihtilaf etmesine ve onlardan üç görüş belirtilmesine rağmen, Kur’an onların sayısını insanların bilebileceğini kararlaştırır.
37- En doğru görüşe göre onların sayısı yedi olup sekizincileri de köpekleridir.Bu görüşün daha doğru olduğunu gösterecek Kur’andan deliller getirebiliriz.
38- “Ve sekizincileri köpekleridir” ifadesinin başındaki vav harfine sekiz vav’ı denir. Bu harfin anlam bakımından birtakım incelikleri vardır.
39- “Onlar hakkında onların hiçbirinden bir şey sorma” sözü, öncekilerin öykülerine karşı nasıl davranmamız gerektiğine ilişkin Kur’anın bir kuralını ortaya koymaktadır. O da öyküler hakkında öncekilerden bir şey sorma ve söylediklerini alma yasağıdır.
40- Hz.Peygamberin “İnşaallah” demeyi unutması ve başka peygamberlerin unutmalarından da örnekler getirilmesi, peygamberlerin de insan oldukları ve diğer insanlar gibi birtakım şeylere maruz kaldıklarını gösterir.
41- Evrende, hayatta ve insanın hareketinde meydana gelen her şeyin Allahın takdiri ile meydana geldiği, onun iradesine uygun gerçekleştiği ve iradesi dışında hiçbir şeyin meydana gelmediği, Kur’anın kesin gerçeklerindendir.
42- Gayb konusunda insan aciz ve bilgisizdir. Çünkü gaybı ancak Allah bilir ve ona ancak kendisi muttali olur.
43- lnsanın takdirleri, plan ve programları yetersiz olabüir ve gerçekleşmesini Allah istemediği için onları geçekleştirmekten aciz kalabilir. Ancak bu, sebeplere sarılmayı bırakmayı ve bir şey yapmadan Allaha tevekkül etmeyi gerektirmez.
44- Kur’an, vereceğimiz sözleri Allahın dilemesine bağlamayı ve “Bunu İnşaallah yapacağım” demeyi bize öğretmektedir.
45- lnsan unutkandır. Unutmayan iı^san yoktur. Ancak musibetleri unutmak gibi, unutma insan için bir nimet olur. Ama bazan ödevler, farz ve vacipler unutulur. Bu da şeytanın unutturmasıdır.
46- Şeytanın vesvese ve dürtülerini önlemek, kalplerimiz ve varlığımızla Allahla beraber kalmak için unutma durumunda Allahı anmak gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir.
47- Kur’an, Ashab-ı Kehfin üçyüz dokuz yıl kadar uzun bir uyku uyuduklarını kararlaştırır.
48- Üçyüzden sonraki dokuz yıl, kaldıkları süre içinde kameri yılı takvimi ile güneş yılı takvimi arasında meydana gelen farktır.Bu da Kur’anın kaynağının Allah olduğunu gösterir.
49- Öykü, Kur’anın Muhammed’in sözü değil,Allahın kelamı olduğunu gösteren onbeşten fazla delil içermektedir. Değilse, kimsenin bilmediği bütün bu ayrıntıları ona kim bildirmiştir?
50- Kur’an daima anlattığı öykülerden sonra müslümanların içinde bulundukları durum ve yaşadıkları hayatla ilgili notlar düşmekte, o öykülerin vermek istediği ders ve ibretleri ortaya çıkararak değerlendirmeler yapmaktadır..[163]
[40] Kaehf,9-26 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/23-25.
[41] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/25-28.
[42] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/28-30.
[43] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/30-31.
[44] Bu vav harfinin ne anlama geldiği ileride belirtılecekiir.(çeviren).
[45] Suyuti, ed-Durru’!-mensur,5/375
[46] ibn Kesir,tefsir,3/79
[47] lbn Kesir, Tefsir,3A79
[48] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/31-34.
[49] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/34-35.
[50] Kehf, 2
[51] Kehf, 10
[52] Kehf,65
[53] Kehf,76
[54] Kehf,1
[55] kehl,16
[56] Kehf,58
[57] Kehf ,65
[58] Kehf,82
[59] Kehf,98
[60] Fatır, 2 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/35-37.
[61] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/37-38.
[62] Enbiya, 60
[63] isra,18-21 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/39-41.
[64] Enfal.11 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/41-42.
[65] Kurtubi, Tefsir,10/365-366
[66] Sebe’,46
[67] Kurlubi, Tefsir,10/366 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/42-46.
[68] Arat, 33
[69] Yunus, 68
[70] Mümin,56
[71] Necm,19-23
[72] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/46-48.
[73] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/49.
[74] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/49-50.
[75] Maide, 67
[76] Cin,21-22
[77] İbn mace.kitabu’l-Fiten, belaya sabretme babı ( 23). hadis no,4021
[78] Buharı, Kitabu’l-Edeb ,78. insanlarla beraber olma babı,81, Bölümün girişi. (Allah, vahyini insanlara ulaştırmayı müslümaniara bir görev olarak yüklemiştir. Bu görev, ancak tebliğ yapma fırsatı t&nıyan toplumda yerine getirilebilir. Tebliğ yapmaya fırsat vermedikleri ve peygamberlere hayat hakkı tanımadıkları için Allanın yok ettiği önceki toplular gibi bir toplumda müslümanın tebliğ etme iırsatı yoksa, “Allah kimseye gücünün üstünde yükleme;” anlamındaki ayetlerin belirttiği gibi, kişi tebliğ etme ve yaşama hakkı tanımıyan toplumdan ayrılabilir ve hicret etme imkanı buluncaya kadar toplumdan ayrı yaşayabilir. Ne kadar farklı yorumlar yapılırsa yapılsın, işin gerçeği budur, (çeviren).
[79] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/50-52.
[80] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/53.
[81] Fatır,2
[82] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/53-54.
[83] Fi zilalipl-Kur’an,5/2922
[84] Fi Ziiali’l-Kıır’an,5/2923 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/54-56.
[85] Fi Zilali’!-Kur4an,5/2924 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/56-57.
[86] İbn Kesir, Tefsir,3}75
[87] Kurtubi. el-Camili Ahkami’l-Kur’an,10/369 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/57-58.
[88] ibn Kesir, tefsir,3/75
[89] Kurlubi, Tefsir, 10/369, Advau’l-Beyan tefsirinde de eş-Şınhiti, Zeccac’ın görüşünü paylaşıp desteklemekte ve diğerini red eder. 4/33-34
[90] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/58-59.
[91] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/59-61.
[92] es-Suheyli, er-Ravdu’l-Unuf,3/165-166, özet. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/61-62.
[93] İbn Kesir, Tefsir,3/76
[94] Kurtubi,Tefsir,10/371-372, (Mümin gençlerle beraber olmak köpeğe belki bir şöhret kazandırmıştır. Ancak köpeğin de aynı olayda anılmasından amaç, herhalde Yüce Allahın bütün canlıları diriltme gücünün gösterilmesidir.Yoksa köpekleri övmek veya onurlandırmak değildir, (çeviren)
[95] es-Suheyli, er-Ravdu’l-Unuf,3/166-167. (Bu yorumlar doğru değildır.Çünkü bu kadar zaman köpeğin onlarla beraber olması mubah iken, mağarada onlarla beraber olması mı sakıncalı oluyor? Sonra, bu kadar zaman köpekle birlikte olan mümin gençlerden acaba melekler uzak mı durdular ki mağarada beraber bulunmak için köpek kapının eşiğinde bırakıldı? Elbette hayır! Köpeğin kapının eşiğinde gözleri açık olarak dirseklerini uzatıp yatması, bekçilik yapması ve dışarıdan bakacak kişileri ünkütüp korkutması içindir, (çeviren)
[96] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/62-63.
[97] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/63-64.
[98] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/64-65.
[99] Advau’l-Beyan,4/45
[100] Advau’I-Beyan,4/45-75
[101] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/65.
[102] Advau’l-Beyan,4/45. (Koyun can derdinde, kasap ise et derdinde, demişler. Adamlar korku içinde bir yiyecek bulma derdinde iken, bizimkiler de bu davranışlarının şirkete mi, vekalete mi delil olduğunun tartışmasını yapmaktadır! (çeviren.)
[103] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/66.
[104] İbn kesir, tefsir, 3/77 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/66-67.
[105] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/67-68.
[106] Ali imran,159
[107] Muslim,Babu fazli’r-Rıfki,23, hadis no,2592
[108] Müslim, Babu’r-Rıfki, hadis no,2593
[109] Bakara,83
[110] Fussilet.34-35 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/68-70.
[111] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/70-71.
[112] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/72-73.
[113] Müslim, babu-n-Nehyi an binai’l-Mesacid ala’]-Kubur,3,hadis no,528
[114] Müslim, aynı yer, hadis no,529
[115] Müslim, aynı yer, hadis no.532
[116] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/73-76.
[117] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/76-77.
[118] Darekutni,Şafii,Beyhaki rivayet etmişierdir.Beyhaki, senetleri birbirine eklenince, rivayel daha sağlam olur, demiştir. Bkz.Şevkani, Neyiu’l-Evtar,1/45
[119] Bakara, 126
[120] es-Suheyli, Ravdu’l-Unuf,3/170
[121] Tevbe.112
[122] Tahrim,5
[123] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/78-80.
[124] ibrahim,9
[125] İbn Kesir, Tefsir,3/78
[126] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/80-81.
[127] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/81-82.
[128] ibn Kesir, tefsir.3/78 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/82-83.
[129] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/84.
[130] A’ta,6
[131] Müslim,Babu’s-Sehvi fi’s-Salati ve’s-Sucudi Lehu,19, hadis no,570
[132] Müslim, aynı yer, hadis no,572
[133] Müslim,aynı yer, hadis no,573
[134] Buhari,babu Men Talebe’l-Velede Ii’!-Cihadi,23, hadis no,2819
[135] taha, 115
[136] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/84-87.
[137] Nahl, 65
[138] Lokman,34
[139] İnsan,29-30
[140] Tekvir,29
[141] Şüphesiz AÜahın iradesi ve gücü her şeyin üst ündedir. On un dilemesi ve onaylaması olmadıkça hiçbir şey meydana gelmez. İnsan I arın bir şey istemelerini yaratan da Yüce Allahtır. O dilemedikçe insanlar dilemeyi bile yapamazlar. Bütün bunlar Kur’anın açık seçik ortaya koyduğu kesin şeylerdir Elbette mümin insan bunları gözönünde bulundurarak kararlar verir ve hareket eder. Yüce Allahın genel irade ve yönetimi altında olduğunu kabul ederek işlerinde başarılı olmayı Yüce Allarım iradesine bağlar. Mümin bir insan için durum böyle iken, bütün çeşitleriyle kafir insanlar acaba başarılarını hangi iradeye bağlıyorlar? Günler, haftalar, aylar ve yıllar önce aldıkları kararları nasıl başarı ile uyguluyor ve istediklerini yapıyorlar? Müminlerin işleri için olduğu gibi onların da işlerinde başarıları için Allahın irade ve dilemesi sözkonusu değil midir”
Mümin veya kafir bir insan, örneğin “Yarın okula gideceğim, yarın ders çalışacağım, yarın yolculuğa çıkacağım, yarın Ali’nin borcunu vereceğim* vb.şeyler söyleyip bu işleri yerine getiremiyor mu? Bunları yerine getirdiği zaman Allanın irade ve dilemesinin sınırlarını mı aşmış oluyor?
Şüphesiz insan nasıl olacağını bilmediği gelecekle ilgili kararlar verirken, olumsuzluklarla da karşılaşabilir ve
yapmak istediği işlerde başarısız da olabilir, örneğin, akşam namazını kılacağım, deyip gücünü aşan bir
engelden dolayı kılamayabılır. Bu engelden dolayı namazı kılamadığı için sorumlu mudur?E!bette hayır!
Çünkü insan gücünü aşan şeylerden sorumlu değildir Üstelik İslam, unutma, yanılma ve baskı altında
yaptıklarından veya yapmadıklarından insanın sorumlu olmadığını kararlaştırır.
Her şeyin Allahın bilgisi, dilemesi , yaratması ve otoritesi altında meydana geldiği bir gerçektir Ancak
kişilerin başına gelen butun şeyler Allahın hayatta egemen kıldığı sosyal yasaları çerçevesinde onların
kendi irade ve kararlarıyla kararlaştırıp kenciı elleriyle yaptıkları şeylerdir, insanlar bu yasalar çerçevesinde
yaşar ve kendi iradeleriyle karar verip isteriklerini işlerler. Başlarına gelen şeyler de onların bu kararı ve
işlemesi sonucudur. Bu karar verme ve kendi iradeleriyle işleme özgürlüğüne sahip oldukları için de Allah
onları yaptıklarından sorumlu tutmakta, iyi işleri ıçm ödüllendirirken kötü işleri için cezalandırmaktadır
İnanıp inanmamakla özgür bırakması da bunun göstergesidir
Bütün bunlardan sonra “inşaallah demedikçe, yarın şu işi yapacağım, deme” ayetinin alışılagelen
anlamdan farklı bir anlamı olmalıdır, diye düşünüyoruz .Herhalde bu ayet, kesin ve haram ifade eden bir
yasaklama değil, Allahın iradesinin akılda tutulması, her zaman insanın iradesinin üstünde olduğunu,
insanın gücünün her şeye yeterli olmadığını, bülün işleri Yüce Allahın yarattığını ve bildiğini, evrene
egemen olup kulların her zaman onun denetiminde yaşadıklarını insanlara hatırlatmak içindir. Yahut bu
uyan sadece Hz Peygambere özel bir kararından dolayı yapılmıştır ve onunla sınırlıdır, iniş sebebi olarak
anlatılan olay da sanki bunu sezdirmektedir. En iyi Allah bilir! (çeviren ) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/87-90.
[142] Haşir,18-19
[143] Araf,200-202
[144] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/90-93.
[145] Suyuti, ed-Durru’I-mensur,5/379
[146] Suyuti, Age.5/379
[147] ibn Kesir,3/79
[148] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/93-96.
[149] ibn Kesir, Tefsir,3/79
[150] er-Ravdu’l-Unuf,3/173, el-Vekil tahkiki
[151] Ahmed Adil Kemal.Age.3-4.
[152] Alusi, Ruhul-Maanir15/252
[153] Alusi, Ruhu’l-Maai,15/252 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/96-98.
[154] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/98-99.
[155] Ravdu’l-Unuf,3/172-173
[156] Alusi, Ruhu’l-Maani, 15/252
[157] Alusi, Age.15/252-253 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/99-101.
[158] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/101.
[159] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/102-103.
[160] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/104.
[161] Kehf.26-31 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/104-105.
[162] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/105-108.
[163] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur’an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/109-115.