HAYRA DA’VET VE HÜKMÜ
Allah Teâlâ Âl-i İmran sûresinde inananlara şöyle hitabeder:
“Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (Onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vaz geçirmeye çalışsınlar. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”9
9 Al-i lmran: 3/104.
Âyetin (kitabın aslında olan) Önceki Âyetle İlgisi
Allah Teâlâ, bundan önce geçen ayette İsrail oğullarının, dinlerini arka plâna atıp, dinin hayatla irtibatını kestiklerini, bununla da yetinmeyerek insanların dinî hayatlarına müdahale ettiklerini ve bu konuda tüm gayretlerini sarfettiklerini bize bildirmektedir. İsrailoğularının bu korkunç hataları kendilerini Allah’ın rahmet ve rızasına nail olmaktan ve hidâyetinden mahrum bırakmıştır. Takiben gelen “âyetle mü’minlere hitabedümekte, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa, O’nun muradına uygun olarak korkmaları ve müslüman olarak ölmeleri, bâtıla karşı topyekün Allah’ın ipine (Kur’an’ın emirlerine) sarılıp, İslâm’la içice olmaları, bundan asla taviz vermemeleri, aksi halde siyasi iktidarları’ndan uzaklatırılacakları, bunun daha önce örneklerinin olduğu ve bu gerçeğe tarihî perspektifden bakılması gerektiği açıkça beyan edilmektedir.
Bütün bu açıklamalar, mü’mini ruhen bu iktidara hazırlayacağı için, onu evvelâ ruhen bu iktidarın sorumluluğuna yönlendirmektedir. Fakat Mü’minlerin kendi dışında yapmak zorunda oldukları çalışma ise -ki bu çalışma iktidar olmayı gerektiren bir çalışmadır- konumuza başlık olarak seçtiğimiz âyet-i kerîmenin, en kuvvetli alternatif olarak sunduğu ve kesin nassa bağlı olarak, ‘İnsanları Hayra Davet Etme, Dînîn Hoş Gördüklerim Emretme Ve Hoş Görmedîklerînî Yasaklama” gibi çok önemli ve İslâm Devleti için temel olarak seçtiği görevdir. Bu hususda Kur’an yorumcularından iki otoritenin görüşlerini arzetmeye çalışalım: İmam Râzî der ki:
“Allah Teâlâ ehl-i kitabı, bundan önceki âyette iki sebepten dolayı suçlamıştır:
1- Küfre düşmeleri
2- Başkalarını küfre sokmak için yaptıkları çalışmalar.”
Bu âyeti müteakiben, hitab mü’münlere yönelmekte ve müminler evvelâ takva ve îman ile emrolunmakta, sonra da ehl-i kitabın yaptıkları ve işledikleri korkunç cürüme karşı; sapmışların hakka, îmana ve itaate yönelmeleri, sapmamışlann da hak üzere sebat etme hususunda son derece gayret sarfetmeleri istenmektedir.10 Allâme Seyyit el-Âlusi söyle der:
“Allah Teâlâ, mü’minlerden, hak düşmanlarının her çeşit engellemelerine karşı koymak için evvelâ kendilerini islah etmelerini, sonra da başkasını İslah etmelerini istedi. Zira kendilerini doğruya getiremeyenlerin, başkalarını doğruya çağırmaları abes olurdu. Âyetteki hükme göre ehl-i kitap hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını saptırdı.11 İslâm ümmetinin tarihî seyir çizgisinde sürekli üstlendiği ağır bir sorumluluğu vardır ve bu sorumluluk hâlen devam etmektedir. Bu, Tağut’un her türlü tasallutuna karşı koyma görevi idi. Âyet-i kerime bu mühim göreve iki terkible dikkat çekmektedir:
1- Hayra da’vet
2- İyiliği emredip kötülükten sakındırma.
Hayra Da’vet
İslâm ümmetinin yerine getirmekle mükellef olduğu bu kavramın ifade etmek istediği mana, Rasûlullah’ın (s.a.v) bize tebliğ etmiş olduğu İslâmı taşıma ve ona da’vet sorumluluğudur. Bu ise îtikâdî, nazarî, siyasî, ahlâkî ve ibadetle ilgili sahaları kuşatan “Hayr’ın” bizzat kendisidir. Allah Teâlâ hayatın her cephesini kuşatan, din ve dünya ayrılığını asla kabul etmeyen bu eşsiz nizam’a da’vet etme görevini îslâm ümmetinin omuzlarına yüklemiştir.
İslâm’a göre hayır ve şerrin ölçüsü yalnız Allah’ın dinidir. Alah’ın dini neye “hayır” demişse o hayırdır. Neye “şer” demişse o da şer’dir. İslâmî çizgiden saparak bir takım arzulara göre şekillenen yollara ve sistemlere göre insanların tavır almalarını ve şekillenmelerini istemek, Allah’ın dinine savaş açmak demektir. Bu yetkiyi hiç kimse kendinde bulamaz. Çünkü İslâm dışı fikir ve ideolojiler, hayattaki düzenlemelere ve geçim yollarına çeşitli şer renkleriyle bakarlar. İslâm, hayatı yeniden ilâhî düzenle şekillendirmek üzere dünya gezegenine ayak bastığı zaman bu çeşit hayat telâkkileriyle karşılaşınca bunlara savaş açtı ve bütün gücüyle bunların aleyhinde kesin tavrını takındı. Allah Teâlâ’nın yüce irâdesini hâkim kılmak için tüm insanlığı bu da’vete uymaya çağırdı. Bunu yaparken doğacak bütün riskleri de gözönüne aldı.
“Hayra Da’vet” hayatın tüm cephelerini kuşatan İslâm’ın bütünlüğü içerisindedir ve bu görev dinin yalnız bir cüz’ü anlamına gelmez. İslâm ümmeti, bu parçalanmayı kabul etmeyen bütüne taliptir. Tüm gayretlerini bu uğurda seferber etmediği müddetçe kabullendiği sorumluluktan kurtulamaz. îşgal ettiği stratejik konuma göre “Ahlâkî İslah” ve Siyâsî înkılab” bu ümmetin aslî görevidir. Ne zaman ki sadece ibâdetleri telkin edip, hayatın sosyal problemlerini İslâm’a göre düzenleme gayretlerini bırakarak hayra da’vet etmişse, her zaman onun ezelî düşmanlarının işine yaramış ve taşıdığı bu sorumluluktan da kurtulamamıştır. Çünkü “Hayr”, tarifine uygun olarak, parçalanma kabul etmemektedir. Bir parçanın bir mânâ ifâde etmesi ancak diğer parçalarıyla birlikte mütalaa edilmesiyle mümkündür.
İşte İslam ümmeti hayr’ın her cüz’ünü yaşamağa ve yaşatmağa memur olduğu şuurunu taşıdığı sürece bu sorumluluğunu idrak etmiş demektir. Bu hususu Kur’an-ı Kerim’in birçok âyeti açıklamıştır. Allah Teâlâ İbrahim, İshak ve Ya’kub (a.s.) gibi peygamberlerden söz ettikten sonra şöyle buyurur:
10 Mefâtihu’l-Ğayb, İmam Râzî: 3/19
11 Ruhu’l-Meânî, Âlusî: 4/20
“Onları emrimizle dosdoğru yolu gösterecek rehberlerkıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekât vermeyi variyettik. Onlar bize ibâdet edicidirler.” 12
Âyet-i kerîmede geçen “hayrat” (=hayırlı işler) kelimesi, Allah Teâlâ’nın, peygamberinin yapıp işlemelerini emrettiği işlerdir ki kesinlik ifâde eder. Araştırıldığında görülecektir ki onların yapmakla mükellef oldukları “hayırlı lşler”in kapsamı son derece geniştir. Bu kapsama, ibâdetler, ahlâkı, davranışlar ve insanlar arası tüm muameleler girer. İşte dinin muamelât ile ilgili kısmına şeriat denildiiği gibi tümüne de şeriat denir.
Bu açıklamardan anlaşılıyor ki “hayrat” kelimesi, Allah Teâlâ’nın, şeref ve izzet sahibi peygamberlerine gönderip de amel etmelerini istediği mükemmel şeriata verilen addır. Eşsiz yasaları yaşatıp, aktaran insanlar ancak canlı birer örnek ve ölümsüzleşen birer tablo oluşturan peygamberlerdir. (Onlara ve da’valarına gönül verenlerine saadet dilemek, saadetlerine katılmak en büyük dileğimizdir.)
Allame el-Bağavî bu âyetin tefsirinde der ki: “Biz onları önderler kıldık.” Yani hayırlı her türlü işlerde uyulan liderler kıldık demektir. “Emrimizi gösterirler.” Yani insanları dinimize da’vet ederler. “Ve biz onlara hayırlı işler yapmalarını vahyettik” yani ilâhi yasalara uymalarını emrettik. 13
Hazin Tefsiri de “hayırlı işler” ifadesiyle “İlâhî yasaları hayata tatbik etme” olarak anlar ve öyle savunur. 14
Şu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki “Hayır” kelimesi “İlâhî Şeriat” ile eş anlamlıdır. Ve peygamberler bu “Hayrı” tatbikatlarıyla emretmiş, hayatlarında en doğru ve en kâmil mânâda temsil etmişlerdir. Bizzat yaşadıkları bu hayata da’vet etmişler, bu da’vetin ise kulluk görevinin ve Allah’ın hükümranlığım ilan etmenin en yüksek derecesi olduğuna inanarak O’nun gerçek kullarından olmuşlardır.
Şimdi ise “Hayır” kelimesini daha iyi anlamak için Mâide sûresinde geçen diğer bir âyet üzerinde duralım. Bu âyet şeriatlerin çeşitli olabileceğinden bahseder. Oysa ruh ve asıl itibariyle Allah’ın dini daima tek bir dindir, asla değişmez. Fakat asırların değişmesiyle şeriatlar değişmiştir.
Meselâ; İsrâiloğullarına gönderilen şeriat, Hz. Muhammed’in (s.a.v) gönderilmesiyle ilga edilmiştir. Yani Hz. Musa’nın (a.s.) şeriatı hükmen kaldırılmıştır. Ama ruh ve asıl itibariyle kalkmamıştır. Çünkü hedefe varmada maksad aynı, ancak metod değişiktir, islâm ise hedefe varmada son uygulamadır. Binaenaleyh “Şeriatların değişik” olması kesinlikle “dinlerin de değişik olduğu” anlamına gelmez.
Geçmiş milletlere gönderilen şeriatler, İbâdetlerin ve kulluğun yalnız Allah’a.yapılacağını, tek kelimeyle hükümranlık hakkının, en büyük otorite sahibi olan Alah’a ait olduğunu ilân etmişler ve insanlığın her peygamberin gelişi ile yeni bir şeriat’a boyun eğmeye hazır olmasını icbar etmişlerdir. Yeni bir şeriat’ın gelmesinden sonra geçmiş şeriattan ayrılmayan kimse, gönderilen yeni şeriatı inkâr etmiştir. (Çünkü her yeni gelen şeriat eskisine nisbetle daha kâmildir.)
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“(Ey Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in ümmetleri!) sizden herbiriniz içn bir şeriat, bir yol (yasa) tayin ettik: Eğer Allah dileseydi (topunuzu bir şeriata tabî) bir tek ümmet yapardı. Fakat o size verdiği (muhtelif şeriatlar dairesi)nde sizi imtihan etmek için (ayırdı). Öyle ise (hepiniz) Hayır işlerde (=Şeriatîerde) birbirinizle yarış edin.15
Ayette geçen “Hayırlı işlerde yarışma”dan maksat; Allah Rasûlu Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen şeriata uymaktır. Şüphesiz kurtuluş İslâm’a uymaktır, başkasına değil. (20. asırda kurtuluşu va’d eden demokrasinin her çeşidi, aslında İslâm’dan kurtuluşu hedef edinmiştir. Ama bilmiyordu ki “Gerçek demokrasinin şudur ki tefsiri; Halk hak’kın esiri devlet halkın esiri”. 16
Allâme İbni Kesîr “Hayırlada yarışın” âyetini tefsir ederken der ki: “Bu yarışma, Allah’a itaat, kendisinden önceki şeriatları kaldıran İslâm Şeriatına tâbi olmak ve Allah’ın insanlığa indirdiği kitapların sonuncusu olan Kur’ârn-Kerîm’i tasdik etmektir.17 Allâme Şeyyid el-Âlûsî şöyle der:
“Bu yarışmadan maksad; Kur’ân’dan kaynaklanan salih ameller, sağlam hükümler ve hakîkî îman manzumesinden oluşan, dünya ve âhiret diye iki temel üzerine kurulan ve hayırlı, en iyi ve en güzel hayat sistemi İslâm’ı yaşamada yanş edin.18
Allâme Nizamü’d-Din el-Kumnî en-Nisâbûrî ise: “Âyetteki “Hayrat”; inanç, hüküm ve sorumluluklardan oluşan hak olanları demektir19 der.
Tüm bu açıklamalar gösteriyor ki “Hayırlı işlerde yarışma” kavramı; Allah’a itaatte ve ibâdette, peygamberlerine itaatte ve şeriat hükümlerine uymada yarışmayı ifâde etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’in kendi ifâdesi ve üslûbu içinde mâna kazandırdığı “Hayır” kelimesi tek başına dahi, tüm önleriyle inanç ve Amel (yâni Allah’a iman’a dayalı insanın dünyadaki her çeşit davranışını yasalaştıran) nizam’ı ifâde eder. İşte bu iki temel kavrama ve esasa dayalı hayatın yasası Kur’ân-ı Kerim olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise İslâm ümmetinin tüm insanlığı kendisine da’vetle emrolunduğu hayr’ın ta kendisidir. Şimdi “Hayr’a Da’vet’i emreden
12 el-Enbiya: 21/73.
13 Meâlimü’t-Tenzil (Hazin tefsirinin kenan): 4/245
14 Lübâbü’t-Te’vil fi-Meani’t-Tenzîl: 4/245
15 el-Mâide: 5/48.
16 (N.F.K) – Çeviren-)
17 Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm: 2/67
18 Rûhu’l-Meâni: 6/104
19 Garâibu’l-Kur’ân ve Regâibu’l-Furkan: 6/135 (İbn-i Cerir et- Tabrinin kenarı)
âyet-i kerimeye dönelim ve bakalım ki Rasûlulah (s.a.v.), sahabe, tabiîn ve müfessir âlimler (Allah onlardan razı olsun) bu âyet-i kerimeyi nasıl açıklamışlardır.
Rasulüllah’ın (S.A.V.) “Hayır” Kelimesini Açıklaması
Ebu Ca’fer el-Bakır (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: “Rasûlullah (s.a.v)
“Sizden hayra da’vet eden ber ümmet (cemaat) olsun.” âyetini okudu ve
“Hayır; Kur’an’a ve sünnetime uymaktır” buyurdu”20
Şu hale göre hayr’a da’vet; kitap ve sünneti yaşamağa da’vet demek oluyor, tslâm ümmeti “Kitap ve Sünnet” çizgisi dışına çıkmadan İslâm’a da’vetle mükelleftir. Bunun dışında yapılan ve yapılacak olan her da’vel İslâm’a da’vet olmayacağı gibi, yapılan her çalışma da hayr’a da’vet çalışması olamaz.
Selef’in “Hayır” Kavramını Yorumlaması
Ebu Hayyan el-Endülüsî Tabiînin bu konudaki sözlerini ve görüşlerini şöyle nakleder:
“Hayır, İslâm demektir. Allah’ın emirlerine itaat edip bu emirlere göre yaşamaktır.” (Mukatil)
“Hayır; cihad ve İslâm’dır.” (Ebû Süleyman ed-Dımışkî). 21
Allame el-Bağavi; “Hayır kelimesini “İslâm” diye tefsir etti.22 Celâleyn sahibi de aynı görüşe katılmıştır.
Şu bir gerçektir ki İslâm, ne yalnız “Hayr” kavramının bir bölümü, ne de belirli bir takım sahalarda Allah’a itaattir. Aksine bütün renk ve muhtevasıyla tüm hayatı kuşatan ve insanın her davranışında Allah’a itaati emreden bir dindir. İşte islâm ümmeti, hayatın her cephesini kuşatan bu kâmil dine, insanlığı da’vet etmekle emrolunmuştur.
Allâme es-Sâvî Celâleyn tefsirinin şerhinde şöyle der: “Hayır” kavramının İslâm’a has kılınması onun her işin başı olmasındandır.23
Büyük müfessir İmam İbn-i Cerîr et-Taberî, “Hayır” kavramını genişçe açıklar ve şöyle bir sonuca bağlar:
“Ey mü’minler! Sizden bir cemaat olsun. Yani hayr’a da’vet eden bir Cemaat. İslâm’a ve Allah Teâlâ’nın kullarına kanun olarak gönderdiği şeriatlarına göre yaşamağa da’vet. 24
Ebu Havyan el Endülüsi: “Hayr’a Da’vet” ifadesi Mü’minin yapmakla sorumlu olduğu ve terketmekle emrolunduğu mükellefiyetlerle ilgili genel bir ifadedir. 25 Kadı Beydâvi ise:”Hayra’da’vel, din ve dünya ile ilgili her çeşit ıslaha ve çalışmağa da’veti genelleştirmeyi ifade eder26 der. İmam Ebu’s -Suûd ve seyyid Alûsî de bu son görüşe iştirak etmişlerdir.
İslam ümmetinin, tüm insanlığı, da’vet etmekle sorumlu olduğu bu dînî ve dünyevî ıslahat, aslında Kur’ân-ı Kerim ve Rasülullah’ın (s.a.v.) sünnetinin yaşanmasıdır. Kur’an-ı Kerim’in ve sünnetin çizdiği ve yol gösterdiği bu “îman ve ameller nizamı”, zaten dünya barışının ve kurtuluşunun yegane teminatıdır. İslamı çizgiden geçmeyen ve İslâm ile bağdaşmayan İslâm dışı sistemler, Zulüm, sapıklık ve fesatta birbirleriyle yanşan kısır çekişmeler ve insanlığı Teğut’a mahkûm eden kölelikten başka bir şey değildir . Müfessirlerin “Hayır” kavramından anladıkları da budur zaten.
Eş-Şeyh İsmail Hakkı, “Din ve dünya sulhu’nu ” Şer’i bir sorumluluk” diye niteler. Şer’i sorululuk ise ancak Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’i ve Rasülullah’ın (s.a.v.) yaşadığı İslâm demek olan sünnetini yaşamakla gerçekleşir. İsmail Hakkı açıklaması şöyle sürdürür:
“Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (Onlar herkesi) hary’a çağırsınlar. 27 Yani “Hayrın her çeşidi’ne çağıran bir cemaat….. içinde Dünya sulhunu kesin va’deden” dinin hükümran olması için yapılacak her çeşit çalışmaya da’vet… Bu çalışma ise herkesin yapmakla mükellef olduğu Allah’ın arzusuna mavafık ve yine Allah’ın arzu etmediği ve insanın terketmekle emrolunduuğu bir görevdir ki herkesi ilgilendirecek genişlikte bir sorumluluktur.28Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki Kur’an-ı Kerim’in nasları ve müfessirlerin açıklamalarının vardıkları ortak nokta; “Hayra da’vet’in bizzat “İslam’a da’vet olduğu noktasıdır.
Şüphesiz ki İslâm ümmetinin “Hayr’a da’vet sorumluluğu, sadece İslâm’ın çok yüce bir din olduğu, saygı duyulması gerektiği, koruyucusu Allah olduğu için çalışmaksızın hayata hakim olacağı, bolca överek hakkının verileceği, hak din olduğuna dair kitaplar yazılarak hizmet edileceği şeklinde, yapılacak kuru ve samimiyetsizce çalışmalarla yerine getirilemez; getirilmiş olamaz. Ne zaman ki bu ümmet, asr-ı saadetin şehâdet mantığını kabullenerek, cihada bürünerek bu dinin dünya sathında hâkim unsur olması için tüm varlığını feda eder, ruhî ve bedenî güçlerini bu dinin emrine verir, varmak istediiği hedef için her çeşit maddî çalışması demek olan; siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel çalışmasını yaptıktan sonra da neticeyi Allah Teâlâ’ya bırakırsa Allah’ın yardımını
20 Fethu’l-Kadir: 1/338
21 el-Bahru’l-Muhit: 3/20
22 Mealimu’t-Tenzil: .1/234
23 Hâşiyetu’s-Sâvi ale’l-Celâleyn: 1
24 Câmiu’l-Beyân fi-Tefsiri’l-Kur’an: 4/24
25 el-Bahru’l-Muhit: 3/2
26 Envârü’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil (Al-i İmran sûresinin tefsiri)
27 Âl-i lmran: 3/104.
28 Rûhu’l-Beyan: 1/352
mutlaka görecektir. Bütün bu sayılanlar yapılmadan başarıya ulaşacağım sanmak ve inanmak saflıktan başka bir şey değildir. Yine mezkûr çalışmaları yapmak zaman ve şartlara göre hükmen farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olan çalışmalardır.
Böylelikle bu ümmetin savaşı ve barışı, hayat ve ölümü islâm için olmuş olur.
I. BÖLÜM
MA’RUFU EMR MÜNKERİ NEHİY” GÖREVİNİN FARZİYET VE ÖNEMİ
“Ma’rufu Emr Ve Mûnkeri Nehiy” Rasülullah’ın (S.A.V) Risalet Görevinin Özünü İfade Eden Kur’ani Bir Terimdir
Bu görev, peygamberlik ile ilgili zorunlu bir görevdir. Kur’an-ı Kerim’in kendi üslubu ile ele aldığı, peygamberlerin üzerinde yürüdükleri hayat felsefeleri, kendilerinden sonra da halifelerinin üstlendiği ve onların tatbikatlarını ifade eden bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim Rasüllullah’ı (s.a.v) şöyle vasfetti:
“O kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten alıkoyuyor.”29
Lokman’ın Oğluna Yaptığı Vasiyetinde; “Ma’rufu Emretme, Münkeri Nehyetme Görevini Yüklemesi”
Hz. Lokman (a.s) oğluna, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamağa çalışmasını emreder; bu görevi yaparken karşılaştığı ve karşılaşacağı her türlü zorluğa karşı sabırlı olmasını ve sebat göstermesini vasiyet eder. Evet bu vasiyet; sadece vasiyetten ibaret bir söz kalabalığı değildi.”Din nasihattir” buyurulmuyor mu ? Ama bu vasiyet, ona kulak verene devlet ve imparatorluklar kurdurmuştur. İşte bu vasiyete kulak verip samimi davrananlar, büyük bir çalışma, sâdık bir niyyet ve azimle gayret sarfederler. Bu gayretin vefakâr sahipleri ve örnek önderleri peygamberlerdir ve onlar sâlih ve azimkar mü’minierdir. O hakiki mü’minler ki bu çalışma karşısında sabırlı ve sebat sahibidirler. Hz. Lokman (a.s) oğluna Kur’an lisanıyla hitap eder: “Oğulcağızım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar kesinlikle farz kılınan işlerdendir. 30 Hz. Lokman, peygamber ve nebi değilse de Allah’ın muttaki ve salih kullanndandır. Yoksa ömek olması bakımından Kur’an-ı Kerim onun bu vasiyetini zikretmezdi. Çünkü bu vasiyet, O’nun hayat ve ahlâkına ışık tutmaktadır. Allah, Teâlâ ise o’nun bu vasiyetine uymamızı ve böyle bir çizgide yürümemizi emir buyurmuştur. Allâme el-cessas şöyle der:
“Allah Teâlâ. emrettiklerine uymak, nehyettiklerinden uzaklaşmak için kulu Lokman’ın vasiyetini bize nakletti.
Eh-i Kitap Müminleri De Marufu Emr Ve Münkeri Nehyetmekle Sorumlu İdiler
Kur’ân-ı Kerim nazil olduğu vakit ehl-i kitap arasında fesat ve sapıklık yaygın haldeydi. Zira Hak’tan sapmışlar ve hak dini terk etmişlerdir. Fakat tüm bu manzaraya rağmen, içlerinde iyiliği emreden, kötülükten vazgeçirmeye çalışan bir cemaat varolagelmiştir, Kur’ân-ı Kerim bu cemaatı övmüştür, Bu husus da göstermektedir ki iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışmak için amellerin değer kazandığı “Hak çizgide” kalmada zorunluluk vardır, insanın takdir ölçüleri, yapılan çalışmaların karşılığım doğru olarak vermekten âcizdir. Allah Teâlâ buyurur ki:
“Hepsi bir değildirler. Ehl-i kitap içinde ayakta dikilen (istikamet sahibi olan, yahut Allah’ın divanında namaz kılan) bir cemaat vardır ki gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar. Allah’a ve âhiret gününe inanırlar; iyiliği emrederler. Kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar; hayır işlerinde de birbirleriyle yarış yaparlar. İşte onlar sarihlerdendir.” 31
İslâm Ulemâsının; “Marufu Emr, Mûnkeri Nehiy” Çalışmasının, “Peygamberlerin En Önemli Görevi Olduğunu Açıklaması
Kur’an-ı Kerim’in genel manzarası göz önünde bulundurulduğunda “Ma’rufu emr ve münkeri nehiy”, peygamberliğin gönderilme hizmetinin gereği olduğunu açıklayan “Kur’anî bir kavram”dır. Bu kavram peygamberlerin ve ondan sonra gelen İslam yöneticilerinin üstlendikleri İslâm! hayat düzeninin yalnız bir bölümünü veya bir cephesini ifâde etmez. Aksine, Allah’ın dini uğrunda peygamberlerin ve halifelerinin tüm
gayret ve çalışmalarım kapsayan geniş bir kavramdır. Zira onların bütün emir ve talimatları “Emretme” ve “Yasaklama” ikilisi üzerine kurulmuştur. Yani ya Allah’ın emrettiklerini emrederler yasakladıkları herşeyi yasaklarlardı.
Bu yol, dirilişimizi kendisine borçlu olduğumuz yegâye yol, başvuracağımız tek kapıdır. Bütün peygamberlerin ve
29 A’raf: 7/157.
30 Lokman: 31/17.
31 Âl-i İmran: 3/113-114.
onların vârisleri olan sâlih ulemâ ve yöneticilerin îfâ ettikleri bu eşsiz kavram yöntemi ile yapabildiklerini ve başardıklarını asrımızda da ancak onların bu eşsiz stratejisiyle başarabiliriz. Açıktır ki binlerce açıklama ve talimatı özünde toplayan, fakat benzerini meydana getirmenin mümkün olmadığ bu özlü kavram, bâtıl karşısında hak’kı savunmak için peygamber ve nebilerin gönderildikleri maksadı sembolize eder. Bu sonuç, bize ait bir yorum ve hüküm değildir. Bunun önemli bir görev olduğunu söyleyen, bu konuda yetkili olan ulemâdır.
İmam îbni Teymiye der ki: “Ma’rufu emr, münkeri nehiy” Allah Teâlâ’nın gönderdiği kitaplarında hâkimiyetini gerçekleştermek ve dininin mesajını tebliğ için peygamberlerini üzerinde yürüttüğü yoldur. 32
İmam Kurtubî şöyle der: “Ma’rufu emr, münkeri nehiy” geçmiş ümmetlerde icra olunan iki görev idi. Binaenaleyh bu görev peygamberliğin maslahatı ve nübüvvetin insanlığa bıraktığı hilâfettir. 33
Allâme Seyfüddîn Âmidî: “Hiç bir ümmet yoktur ki insanları, inandıkları peygamberlerine ve getirdikleri şeriata da’vet etmek için, ma’rufu emretmiş, dinsizliği savunup peygamberlerini yalanlayan insanları men’etmeye çalışmış olmasınlar.” der. 34
İmam Râzî: “Ma’rufu emretmek, münkeri yasaklamağa çalışmak ve Allah’a (c.c) inanmak. İşte bu üç vasıf geçmiş ümmetlerin değişmez vasfı ve özelliği idi. 35 demektedir.
Aileme es-Seyyid Reşit Rıza el-Mısrî de şöyle der: “Peygamberlerin, nebilerin ve selef-i sâlihînin sünneti; hayra da’vet, ma’rufu emredip münkeri yasaklamağa çalışma esası üzerinde cereyan etmiştir. Bu görev her türlü zor şartlarda, sabır ve sebatla, kuvvetli bir direniş ve ısrarla yürütülmüş ve onların mühim görevlerinden olmuştur. Onların bize bıraktıkları en çıkar yol da bugün de gelecekte de budur. 36
Ma’rufu Emr Ve Mûnkeri Nehiy,İslâm Ümmetinin Görevidir
Şu açıklamalara dayanarak diyebiliriz ki, ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışmak, her asırda tazeliğini koruyan, peygamberlerin ve onların ümmetlerinin, özellikle İslâm Ümmetinin ifâ borcunda oldukları ve ayakta kalabilmelerinin yegâne gücü ve stratejisidir. Müslüman, İslâm’ın üstün hikmet ve mekânını, gaye ve hedefini kavrayıp düzenli olarak, sadece nefsinde yaşamakla yetinmez. Onun bundan sonra Allah teâlâ’nın yeryüzündeki şahidi olarak, O’nun mesajını tüm insanlığa iletme sorumluluğunu taşıyarak, araya giren engelleri kaldırmağa ve insanların hak ile karşı karşıya gelmesine çalışacak, bâtılın tüm engellemelerine karşı en son varlığını tüketecektir. O, işte buna kumanda etmek için gönderilmiştir.
İslâm böyle bir görevi ibâdet kabul etmiş, zühd olarak îlân etmiştir. (Zaten asıl zühd İslâm ile meşgul olmaktır. Mü’min İslam ile meşgul iken yalnızdır. Onun bundan başka meşgalesi olamaz. Halk arasında yalnız kalmak karanlığa saplanan yolun ışığı olmak ve çokluk içinde yokluğu zevk kabul etmek Asıl bunlara gönül bağlamak Evet asıl zühd Beşerin liderliği ve yöneticiliği, mü’minin bu sınırsız merhameti ile renk kazanmıştır. Allah’a (c.c) ibâdet ve O’nun kullarına gerçek doğruyu göstermek, batılların bulanıklığını ve şüpheciliğini dağıtmak. Evet bu iki tanım, ma’ruf ve münker kavramlarının doğru olan bir başka tanımlarıdır. Bunlardan birini ihmâl etmek diğerini anlamsız bırakmaktır. Aksi halde insanın hüsranını hazırlayan bir suç olur. Şu âyet-i kerimeyi dikkatle dinleyiniz ve sonra elinizi şakaklarınıza dayayarak düşününüz.
“Siz insanlar için (insanlığın faydası için) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah’a inanıyorsunuz.”37
Ayet-i kerîme “İslâm ümmetini”, “en hayırlı ümmet” diye vasıflandırdı. Bu vasıflanmanın göze çarpan iki önemli özelliği vardır:
1- Bu ümmetin iyiliği emredip yâni İslâm’ın onaylamadığının dışında, Allah’ın (c.c) arzuladığı herşeyi emretmesi ve İslâm’ın onayladığının dışında kalıp Allah Teâlâ’nın arzu ve direktiflerine aykırı her şerri ve ona götüren yolları, vasıtaları ve düşünceleri yasaklamaya çalışması.
2- Allah’a îman edip O’na teslim olması ve bu inancım hâkim kılma çalışması.
Zira Allah’a (c.c) îman demek; insanın, ibâdetini yalnız Allah’a tahsis etmesini sağlaması ve bunun ise Allah’ın (c.c) hâkimiyetine boyun eğmeye götürmesi demektir. Her konuda O’nun hâkimiyetinin belirtileri görülmüyorsa, bu kuru bir iddiadan öteye geçmez. Zira îman, kalbin teslimiyet ve bunun sonucu hak olana uyma eyleminin gerçekleşmesidir. Sağlam bir iman, uygun bir eylemi doğurur. Mü’min böyle bir îmân olgunluğunu ispat etmek mecburiyetindedir.
Allâme el-Hazin, âyetteki “Allah’a îman” deyimini şöyle açıklar: “(Çünkü) Allah’a inanıyorsunuz. Yâni O’nun koyduğu hükmü (ve hayata verdiği modeli) tasdik ediyorsunuz. Tevhîdi (her hususda O’nun tek ve eşsiz oluşunu), ibâdet (en yüksek merci ve başvurulacak son kapı) anlayışını yalnız O’na tahsis ediyorsunuz. 38
Bu açıklamalar bize gösteriyor ki, İslâm Ümmeti “en hayırlı ümmet” olma haysiyyetini ve taşıma liyakatini haketmiştir. Çünkü kötülüğün renk verdiği bir dünyaya nisbetle en hayırlısıdır. Bir taraftan “doğruyu ve hakkı”
32 el-Hisbe fi’l-İslâm: sh. 36
33 el-Câmi fi-Ahkami’l-Kur’ân: 4/47
34 el-İhkâm fi-Usûll-il Ahkam: 1/308
35 Mefâtih-ül Ğayb: 3/27
36 Tefsirü’l-Menar: 4/32.
37 Âl-i İmran: 3/110.
38 Lübâbü’t-Te’vil Fi-Meâni’t Tenzil: 1/339
göstermesi, öbür taraftan da kâmil anlamda “Allah Teâlâ’ya itaatkâr bir ümmet” olması bakımından, ona bu meşru hakkı kazandırmaktadır.
İslâm ümmetinin, bu vasfıyla peygamberlere benzemesi ve tümünün tevhid çizgisinde yürümüş olması, hiçbir ümmetin erişemeyeceği büyüklükte bir şeref pâyesidir. Övülmeye lâyık olması açısından da yeterli bir sebeptir. Bu vasıftaki bir ümmetin hayır yarışında önde olması gayet tabiîdir. Geride kalmasının tasavvuru bile doğru değildir.
Allâme es-Sâvî bu âyete şu yorumu da getirir: “Bu ümmetin tabiatında; başkasına hakkı ve doğruyu göstermesi bakımından peygamberlerin müşterek vasıflarında bir benzeyiş varvr.”39
Gerçekten ma’rufu emretmek, münkeri nehyetmek, Allah Teâlâ’ya inanmak ve bu inancı “Kayıtsız-şartsız” kavramlarıyla sınırlandırmak gibi özellikler, bu ümmeti geçmiş ve gelecek ümmetlerden ayıran ve ona “en hayırlı ümmet” vasfını kazandıran özelliklerdir. Bu özelliklerle bilinen ve tanınan bu ümmet ne zaman ki düşmanlarmca keşfedilip bu özelliklerini kaybetti, Allah Teâlâ da onun şeref ve azamet elbisesini soydu. Böylece tarihdeki seyir çizgisinden ve yörüngesinden çıkarak diğer ümmetler seviyesine düşürüldü. (Bu, düşmanın itirafı ile 300 yıllık bir plân sonucu ve kültür istilâsıyla başarıya ulaşmıştır. Bu ümmetin istikbâlini omuzunda taşıyacak olan gençlik savaşa sokulmadan öldürüldü. Ama mukaddes gençlik, emânetini taşıma sorumluluğunu anlamakda gecikmedi. Şimdi geç de olsa vahyin ışığında şekillenen müstakbel gençliğin bu yeniden doğuşun sancılarını çektiğini görme bahtiyarlığına eriştiğimiz için bir ömür boyu Allah’a hamd etme makamında, dudaklarımızda şarkısını bırakıp giden üstâd Necib Fazü’ı rahmet ve minnetle hatırlıyoruz. Ruh dünyamızda estirdiğin fırtınayı dindirmeden onu okyanuslara taşırmağa çalışacağız inşaallah……)
Hz. Ömer (r.a.) bu âyet-i kerîmeyi bir hac mevsiminde okumuş ve şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Kim şu ümmetten bir ferd olduğu için sevinirse, o ümmetten olduğuna dair Allah’ın nişanını taksın.”40
Mücâhid; bu âyeti tefsir ederken; “Siz, insanlara ma’rufu emredip onları münkerden uzaklaştırmanız ve Allah Teâlâ’ya îman etmeniz şartı üzere insanlan hakka da’vet etmeniz nedeniyle onların en hayırlısısınız.”41 diyerek hayırlı olma nedenini belirtir.
Allâme el-Kurtubî der ki:
“Ma’rufu emreder, münkeri nehyedersiniz.” (Bu, mü’minin gerçekleştirmek istediği ve onu son hedefe vardıran iki ana temeli belirten ve ümmetin yeniden oluşumunu garanti eden bir görevdir.) Övülmeye lâyık bir görevdir. Ama bu vasfı taşıdığı sürece bu övgü îslâm ümmetine yeterlidir. Aksi anlamda izzet ve şeref gibi ancak Allah’ın (c.c) takdir edeceği fırsatı kaçırmış olur. Bu ise şeriatımızın reddettiği ve dalâlet diye vasfettiği bir damgadır. Bu damgayı yiyenler övülme vasfını kaybeder, yerilmeyi hak eder. Âkibet ölüp yok olmaktır. 42
Râzî bu gerçeği, fıkhî ve hukukî bir kaide olarak açıklar ve şöyle der: “Usûl-i fıkıhda meşhur bir kaidedir: “Bir hükmün uygun bir vasıfla yan yana gelmesi, o hükmün bu vasıfla açıklandığına delâlet eder.” Burada Allah Teâlâ bu ümmeti “hayırlı olma” hükmüyle vasfetti. Sonra bu hükmün akabinde bu itaatleri yani ma’rufu emr, münkeri nehyetmeye çalışma ve Allah’a kayıtsız şartsız îman etme gibi özellikleri zikretti. Binaenaleyh bu “hayırlı olma” vasfı bu ibâdet ve itaatlerle açıklanmıştır. 43
“Ma’rufu emr ve münkeri nehyetmek”, ayrılığa düşmeleri tasavvur olunmayan mü’minlerin özelliklerindendir. Mü’min olma vasfını taşıdıkları müddetçe onları bu özellik ve vasıflardan uzak düşünmek mümkün değildir. Allah Teâlâ onları dâima bu vasıfla görmek ister. Binaenaleyh onların en bariz görüntüleri “Ma’rufu emretmek, münkeri ortadan kaldırmağa çalışmaktır”, îmân için istenen ölçü; insanın sadece kendi kendisini günahlardan temizlemesi demek değildir. Gerçek îman, şerefli varlık olan insanlığı küfür ve şirkin kirlerinden uzaklaştıran îmandır. Şirkin karanlığında şuursuzca yürüyen insanlığı gördüğünde yırtınmayan, acı çekip garipleşmeyen bir kalp sahibi, ruhunu, özünü ve sevmemi kaybetmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, bu ümmeti “en hayırlı ümmet” diye vasıflandırdı. Zira insanlığın menfaatma, kurtuluşuna neden olan her olumlu hizmeti bu ümmet üstlenmekte, insanlığın tabiatıyla zıtlaşan ve ölüme mahkûm eden her olumsuz davranıştan da uzaklaştırmağa çalışmaktadır. Ehl-i kitap müminlerini de “hakkı ayakta tutan topluluk” diye vasfetti. Çünkü ehl-i kitabın hak çizgisinde ve tevhid üzere olan bu topluluk Allah’ın kitabım okur, ibâdeti yalnız Allah’a (c.c) tahsis eder ve ölüm ötesine inanırdı. Üstelik de bu grup ma’rufu emreder, münkeri yasaklamağa çalışırdı.
Bütün bunlar gösteriyor ki ” en hayırlı” olma ile “hak üzere sebat etme” gibi vasıfları taşıyanlar, bu ümmete mensup olduğu, onunla organik bir bağla bağlı olduğu ve onun şahs-ı manevisi ile renk kazandığı anlamına gelmez. Böyle bir kişinin ümmetin yeterli ve emin bir ferdi olabilmesi için böyle bir vasfa sahip olması yeterli değildir. Bununla beraber Rasûlullah’m (s.a.v.) “risalet davasına” gönülden bağlı, mutlak değerlerin meş’ale taşıyıcısı rolünü üstlenerek insanlığın “yöneticiliğini ve yol göstericiliğini” de üzerine almak, İslâm ümmetinin hakikî bir ferdi olmasının zorunlu şartıdır. (Çünkü onun Allah’ın mutlak otorite Bağlılığını gösteren bir yöneticilik vasfı vardır. Taşıdığı “hayırlılık” vasfının gerekli sonucudur bu vasıf. Geçmişte bu ümmetin sergilediği muhteşem örnek, insana sosyal hayatın pisliklerini temizleme ve siyasal örgütlenişi çürüten şer sızmalarını kontrol etme imkânını
39 Hâşiyetü’s ‘Sâvî alâ Tefsiri’l-Celâleyn: 1/153
40 Câmiü’l-Beyan Fi-Tefsiri’l-Kur’an: 4/28
41 Câmiu’l-Beyân fi-Tefsiri’l-Kuran 4/28
42 el-Câmiu-li Ahkâmi’l-Kur’an: 4/173
43 Mefhatihu’l Gayb: 3/37
vermektedir. Bu ışık, insan hayatının her an ve her alanında bir hidâyet kaynağıdır. Peygamberin mirasını devam ettirmede en güzel yarışı, bu ümmetin sâlih kişileri üstlenmiştir. Başında ulemanın bulunduğu dönemlerde bu ümmet, insanlığın yöneticiliğini kimseye kaptırmadı. O zaman bugün çokça aranılan saadet ve ihtişam devrini yaşadı. Zira tüm sâlih kişiler her zaman “zıtlık içinde birlik” ortaya koymuşlardır.) “Çeviren”
Allâme Ebussuud bu ifâdeye şu yorumu getirdi: “İyiliği (ma’rufu) emrederler, kötülükten (münkerden) nehyederler.” Bu iki sıfat, başkasını kemâle erdirme ile ilgili üstün sıfatlarla “Yahudi milletine muhalefeti” gerçekleştirdiğinden “ilâhi mükâfatı” haketmiş ümmetin ayırıcı alâmetidir. Ruh olgunluğu ile ilgili özellikler de “Yahudiye zıddiyet” beyânının izlerini taşır. Sorumluluk taşımada onlara dalkavukluk etmeyip, aksine taarruz etmiş, insanları haktan saptırma ve Allah’a ulaştıran yolu tıkamada onlara muhalefette bulunmuştur bu ümmet. Çünkü o Yahudiler kötülüğü emrettiler, iyiliği yasakladılar. 44
Allâme Ebu’l-Hayyan el-Endülûsî bu yoruma şunu da ilâve eder:
“Onlar nefislerini kemâle erdirip ruh olgunluğunu elde edince, ma’rufu emredip münkeri nehyetmek yoluyla başkasını kemâle erdirmeye koşarlar”45
Hz. Lokman’ın (a.s.) oğluna yaptığı vasiyette “namazı dosdoğru kılmak” hususu “ma’rufu emr, münkeri nehiy” göreviyle yanyana zikredilmiştir. Bu iki ibâdet, kişinin kendisini ve başkasını kemâle erdirmesinin iki unvanıdır.
Âlûsî bu âyet-i şöyle tefsîr eder: “Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl. Kendini kemâle erdirmek için iyiliği emret. Başkasını kemâle erdirmek için de kötülükten vazgeçirmeye çalış.46 İmam Râzî bu hususu daha geniş açıklayarak şöyle demektedir:
“İnsan, kendini bir ibâdetle ruhî olgunluğa erdirince, başkasının olgunlaşması için de çalışır. Şüphesiz ki peygamberlerin çabası ve âlimlere bıraktıkları miras, nefsî ve ruhî olgunlaşmaya erdikten sonra başkasının da bu olgunluğa ermesine vesile olmaktan ibaretti”47
Tevbe sûresinde geçen bir âyette bu husus daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Allah Teâlâ mü’minleri şöyle vasıflandırdı:
“Tevbe edenler, ibâdet edenler,.(cihad ve ilim tahsili için) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, (insanlara) iyiliği emredenler ve (onlan) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın sınırlannı (ceza yasalarını) koruyanlar (yok mu!) İşte onlar da cenneL ehlidir. (Habibim!) Sen o mü’minlere (cenneti) müjdele.” 48
Âyette geçen mü’minlere ait bu sıfatlar, onun kendisine ait aslî sıfatlarıdır. Tevbe, ibâdet, hamd, Allah yolunda seyahat, rükû ve secde gibi sayılan bu sıfatlar, mü’minlerin kendi dışındakilere etkisi olmayan sıfatlardır. Yani bunlar, gerçek bir mümin olmak için cephe gerisindeki hazırlık safhasıdır. Fakat ma’rufu emredip münkeri nehye çalışmak, kendi dışındakileri muhatap alan ve İslâm toplumunun oluşmasını hedefleyen çalışmayı temsil eder.
Allâme İbn-i Kesîr der ki:
“Onlar; Allah’ın kullarına faydadan başka bir şekilde yaklaşmazlar. Ma’rufu emr, münkeri nehiy yoluyla insanları Allah Teâlâ’ya itaate yöneltirler. Çünkü yapılması gerekeni yapar ve terkedilmesi gerekeni bilerek terkederler. Bunlar da, bilerek ve tatbik ederek helâl ve haram sınırları içinde Allah’ın şer’î cezalannı korumak ve yerine getirmektir. Allah’a ibâdet ederler, insana nasihat ederler. Bunun için Allah Teâlâ: “Mü’minleri müjdele.” buyurdu. Çünkü îman tüm sıfatları kapsamına alır. Gerçek saadet de bu sıfatlarla bezenmektir. Allah’ın boyasıyla (İslâmla) renklenebilmek. Tüm dava bu.) 49
Allame el-Âlûsî âyetteki sıfatları taşıyanları veciz bir cümle ile açıklamağa çalışır: “Sanki bu âyet şunu demek istemiştir: “Onlar ruhi kemâle eren ve başkasını kemâle erdirenlerdir. 50
İmam Râzî, “ma’rufu emr, münkeri nehiy” kavramını izah ederken: “Bu görv yalnız ibâdetten ibaret değildir. Belki ibâdetlerin en zoru, fakat en hâyâtî olanıdır.” der ve yorumunu şöyle sürdürür: “Âyette geçen mü’mine ait her sıfat birer ibâdettir. Bunların her biri insanın kendi tekâmülü ile ilgilidir, başkasına ait değildir. Fakat münkeri (dinin onaylamadığı her kötü söz ve davranışı) yasaklamağa çalışmak, mü’minin kendi dışındaki insanların tekâmülü ile ilgili bir ibâdettir. 51
Münkeri Nehyetmeye Çalışmak, İbâdetlerin En Zorudur
İmam İbn-i Teymiye:
“İmkân ve şartların elverdiği nisbette ma’rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışmak, Allah’a ibâdet ve emirlerine itaattir, 52 der.
Yukarıdaki açıklama göz önünde bulundurulunca İslâm ümmetinin, insanlığın ıslahını üstlenip, esasen dünyadaki
44 Mefâtihu’l-Ğayyb Tefsiri kenarında (İrşadu’l-Akli’s-Selim ilâ mezâya’l-Kitabı’l-kerim : 2/506
45 el-Bahru’l-Muhit: 3/36
46 Ruhu’l-Meânî: 21/89
47 Mefâtihu’l-Gayb: 6/575
48 et-Tevbe: 9/112. (Emâme’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte: “Bir adam Allah Rasûlû’nden, seyahate çıkmak için izin istedi. Allah Rasûlü’de (s.a.v): “Benim ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır.” buyurdular. (Çeviren)
49 Tefsiru İbni Tesir: 2/392
50 Rûhul-Meânî: 11/32
51 Mefâtihu’l-Gayb: 4/523.
52 Risâfetü’l-Ubûdiyye: 9
yöneticilik hakkının kendine ait bir hak ve sorumluluk olduğu, bu sorumluluğun da “ma’rufu emr, münkeri nehiy” kavramı ile ifadesini bulduğu hemen anlaşılacaktır. Bu açıdan Ümmetin din ve inancının gereği; ma’rufu emr, münkeri nehyetmektir. Bu sorumluluk, sıra ile ümmetin her kademedeki ferdi ile paylaşılan bir sorumluluk olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Zaten peygamberler de bu görevle gönderilmiştir. İslâm ise bu görevin kâmil anlamda tüm peygamberlerin taşıdığı sorumlulukların özü olup, İslâm ümmeti peygamberlere vekâleten bu şerefli görevi üstlenmiştir. İşte bu ümmet, gösterilen bu hedefinden en ufak bir sapma ile yan çizerse, taşıdığı vekâleti üstünden atmış, tarihî sorumluluk ve misyonuna ihanet etmiş olur.
Hasan el-Basrî (r.a.) Rasûlullah’ın (s.a.v.), “Kim ma’rufu emreder, münkeri nehyederse o kimse yeryüzünde Allah’ın halifesi, peygamberinin halifesi, kitabının halifesidir.” 53 buyurduğunu rivayet eder.
Hadislerde “Ma’rufu Emr, Münkeri Nehiy” Görevinin Farziyyeti Ve Önemi:
Şimdi Rasûlullah’ın (s.a.v.) “ma’rufu emr, münkeri nehiy” görevinin ilim, takva, yakınları ziyaret etme gibi yüksek fazilet ve yüce sıfatlar gibi bir takım derecelere göre değer kazanacağı ile ilgili bir kaç hadis-i şerifî arzetmek isterim. Diğer bir ifâde ile îman olgunluğu; hakka da’vet yolunda daima gayret göstermek, İslâm’ın sosyal hayattaki görüntüleri olan ahlâkî yaşantıyı yaygın hale getirmek ve bunda sebat etmek. Bu ise şahsî, fikrî ve pratik faziletlere bürünerek ıslaha çalışmak ile olur. Allah Rasûlü (s.a.v.) İslâmî toplumdaki bu tür çalışmayı “dinin temel esasları” saymıştır. “Ma’rufu emr, münkeri nehiy” görevinin İslâm toplumunun inşa ve kuruluş esası, onun temel kavramı ve müslümanın ilk ve son hedefi olduğunun bilincinde olmayan kimseyi ıslah görevinden uzaklaştırmıştır veya uzak kalmasını istemiştir Rasûllah’ın (s.a.v.) bu görevi ifâ etmede titizlik gösterdiğini ve her hal-û kârda kusur etmediğini ve ihmalkâr davranmadığını görmekteyiz. Hatta bu kadar önemli bir görevin terki hâlinde Allah Teâlâ’nın gazabının hemen ineceğini haber vererek duyduğu korkuyu bile açığa vurmuştur.
1-Düne bint-i Ebi Leheb rivayet eder: “Rasûlüllah (s.a.v.) minberde halka hitab ederken, adamın biri ayağa kalktı” ve şöyle dedi:
“Ya Rasûlallah! İnsanların en hayırlısı kimdir?” Allah’ın Rasûlü:
“İnsanların en hayırlısı, insanlara selâm veren, Allah’tan en çok korkan, ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışan ve yakınlarını ziyaret eden kimsedir.”54
2. Ebû Hûreyre (r.a.) Peygamber’den (s.a.v.) şöyle rivayet etti: İslâm Allah’a ibâdette (din ve dünya işlerinde, hüküm vermede ve şartsız itatte) her ne şekilde olursa olsun ortak koşmaman, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, Allah’ın evini haccetmen, ma’rufu emredip münkerden.nehyetmen ve hakkı ehline teslim etmendir. Kim bunlardan birini ihmal etmez ve bu hususta kusur işlemezse o, İslâm’dan alacağı nasibini almıştır. Kim de bu görevlerin hepsini terkederse o kimse arkasını İslâm’a çevirmiştir. 55
3.Abdullah b. Abbas (r.a) Nebî’den (s.a.v) şöyle rivayet etmiştir: “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı duymayan, Allah’ın emrettiklerini emredip, yasakladıklarını ve arzu etmediklerini yasaklamayan yani ma’rufu emredip, münkeri nehyetmeyen bizden değildir. 56
4. Huzeyfe (r.a) Nebî’den (s.a.v.) şöyle rivayet eder:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; ya ma’rufu emreder münkerden vaz geçirmeye çalışırsınız yahut Allah Teâlâ’nın size azab göndermesi çok yakındır. Sonra Allah’a ( bu azabtan ve cezadan kurtulmanız için) yalvarırsınız; lâkin Allah duanızı kabul etmez. 57
5. Câbir’dan (r.a) rivayetle Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdular: “Allah Teâlâ Cebrail’e bir şehri ahâlisiyle birlikte altını üstüne çevirmesini emretti de Cebrail (a.s):
“Ya Rabbi! onların aralarında sana karşı göz açıp kapama miktarı da olsa isyan etmeyen falan kişi de var” deyince, Allah Teâlâ “onu da onlarla birlikte yok et. Çünkü bir saat de olsa işlenen münker karşısında yüzü kızarmadı.”58 buyurdu.
Ümmetin İcmaı İle Ma’rufu Emr Ve Münkeri Nehyetmeye Çalışmanın Farziyyeti
Gerek ilk asır gerekse son asır İslâm âlimlerinden, ma’rufu emr ve münkeri nehiy görevinin, dinin, üstünde kurulduğu bir temel ve İslam ümmetinin en büyük görevi olduğunu kabul etmeyen birine rastlamak mümkün değildir.
ed-Dahhak:
“Allah Teâlâ’nın emrettiklerini emretmek ve yasakladıklarını yasaklamak, O’nun mü’minlere farz kıldığı bir görevdir59 der.
53 el-Câmi li-Ahkâm-il kur’ân: 4/74
54 Müsned-İmam Ahmet 6/43, Hafız el-Münziri der ki: “Bu hadisi Ebu’s Şeyh “es-Sevab’da, beyhakî “Zühdü’l-Kebir”inde rivayet etti. Diğer bir kaynağı (“et-Tergib ve’t-Terhib: 4/9)
55 Hâkim-Müstedrek: 1/21. Münziri aynı anlamda el-Bezzâr’dan rivayet eder. (et-Tergib ve’t -Terhib: 4/11
56 İmam Ahmed ve Tirmizi aynı lafızla, Ibni Hibban sahihinde rivayet etti. (et-Tergib ve’t-Terhib: 4/12)
57 Sünenu’t-Tirmizî-fitneler ve ma’rufu emr münkeri nehiy babı (Ayrıca Riyazü’s-Sâlihin Tere: 1/234 H.No. 191
58 Beyhâkl-Şuabu’l-İman (Miskâtü’l-Mesâbih Kitabü’l-Adâb: Emru bi’1-Ma’ruf babı).
59 Fethü’l-Kadîr: 2/363
İmam Gazâlî, Ma’rufu emr, münkeri nehiy konusunu inceden inceye tedkik ederek şu gerçeklere işaret etmiştir:
“Şeriat açısından yapılması istenen ve tatbiki farz olan (ma’ruf), yine yapılmaması ve İslâm toplumunun zıddı olan cahiliyye toplumunun tüm kirlerinin yasaklanması demek olan (münker) görevi, dinde ” en büyük kutub noktasıdır.” Allah Teâlâ tüm peygamberlerini bu mühim görevi icra ve îfâ etmeleri için göndermiştir. Şayet bu görevin hakkıyla ifâsı için gerekli ilmî ve amelî çalışma olmasaydı peygamberlik görevi yapılmaz, dînî hayat silinip kalkar, ihtilaflar çoğalır, sapıklıklar yayılır, cehalet kol gezer ve insanlığın her kesimi fesada uğrardı. Öyle ki insanlığın, düştüğü böyle bir kaosdan kurtulup uyanması kıyamete kadar mümkün olmayacaktı. Bozgunlukların ardı arkası kesilmeyecek, milletler kurtulamayacakları hastalıklara müptelâ olup insanlar süresiz bir korku ile başbaşa hayat sürecekti. Korkularından ne yapacaklarını bilemeyecek kadar şaşkınlaşacaklardı.
İnsanların Allah’tan gelip yine Allah’a dönecekleri apaçık bir gerçek iken, ne yazık ki günümüzde, insanlığın her zamandan daha çok muhtaç olduuğu bu kadar önemli bir görevin- aslına uygun olarak yürütülmesi için- ne ilmî ne de amelî hiçbir çalışma yapılmamıştır. (Emperyalizmin kültür yoluyla ve onun ümmetin fertlerinin harîm-i ismetine kadar uzanmış olan televizyon silahıyla istilâ ettiği) kafalarda böyle bir görevin yeniden işler hale gelme düşüncesi bile silinmiştir. Dalkavukluk gönülleri istilâ etmiş ve Allah Teâlâ’nın murakabe korkusu kalplerden silinmiştir. İnsanlar otlağa salıvermiş, hayvanlar gibi sadece mide ve şehvetinden başka bir şey düşünemez hale getirilmiştir. Yeryüzünde Allah yolunda cihadı terkettiiği için kendisine yöneltilen tehdit ve yermelere aldırış etmeyecek kadar duygusuzlaşmıştır. Cihad ilmini üstlenmek, icrasını yürüten, kaybolan bu farizayı yeniden dirilterek isbatına çalışan, aralanmış bu zamanı cihad aşkıyla dolduran açılmış gediği son gayretiyle kapatmak için gayret gösteren kimse…….Evet böyle bir kimse……Zamanın fitnelerinin ve korkunç kültürünün katlettiği bu sünneti dirilterek ortaya çıkaran kimse, tüm yükseklik ve yüceliklere nisbetle zirveye çıkmış ve kutup noktadan hizmet vermiş olur.
Sonra Gazâlî birinci bölümde söze şöyle başlar: “Birinci Bab: “Ma’rufu emredip, münkeri nehyetmenin fazileti, bu görevin ihmali ve ihmal sonucu yok olmanın kınanması.”
Ma’rufu emredip münkeri nehyetmenin farzıyyeti ve faziletini sağlam düşünce ve akıl sahibi herkesin kabul ettiği gibi, İslâm ümmetinin bu görevin ehemmiyeti üzerinde icmaı da vardır. Konu ile ilgili birçok âyet hadis ve haber de mevcuttur.60 Ebu Bekir el-Cessas şöyle der:
“Allah Teâlâ, ma’rufu emr ve münkeri nehiy görevinin farziyetini Kur’an-ı Kerim’in bir çok âyetiyle te’kid etmiş ve Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilen mütevâtir hadisler bu görevi detaylarıyla açıklamıştır. Selef-i sâlihîn ve her devirde yaşayan ulemâ, fakih ve müctehid imamlar da bu görevin farziyyeti üzerinde ittifak etmişlerdir. 61 İbn Hazm şöyle der:
“İslâm ümmetinin, topyekün fertleriyle birlikte bu görevin farziyeti üzerindeki ittifakı, münakaşasız bir gerçektir. 62 İmam Nevevi ise:
“Ma’rufu emr ve münkeri nehiy çalışmasının farziyeti üzerinde kitap, sünnet ve icma-ı ümmet mutabakat halindedir. “Din Nasihattir,” hadisinin de sahasıdır,” der. 63
Eş-Şevkânî bu konuyu şöyle noktalar:
“Ma’rufu emr, münkeri nehiy” farziyeyti kitap ve sünnetle sabit bir gerçektir. Dinin, üzerinde kurulduğu ve gaye edindiği bir temeldir ve en kuvvetli direğidir. Bu temel esasla “Islami düzen” asıl anlamını kazanır ve zirveye ulaşır. 64
Şeriatça yapılmasını istenen ve uygulanması farz olan her emri yerine getirmek ve bunları kurumlaştırmak, buna aykırı her türlü İslam dışı cahilliye tortulanyla savaşarak, Allah’a ulaştıran yolu ve vasıtaları hazırlama görevi islâm ümmetine tevdi olunmuştur. Farz bir görevdir. İslâm’a göre siyaset bunun için vardır. Devlet bu maksatla kurulur. Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasakları ancak bu yolla korunur, himaye görür ve yeryüzünün en ücra köşelerine ulaştırma imkânı bu yolla ortaya çıkar, ihmal kabul etmez. Her müslüman buna da’vetle mükelleftir. İmam İbn-i Teymiyye, bu görevi ve Allah yolunda yapılan cihadı, mütevâtir şeriat yasalarının en kuvvetlilerinden kabul eder. “İslam ümmetinin en ufak bir cemaatı dahi bu görevi ihmal ederse, ümmetin tümünün hakka dönünceye kadar bu cemaatle savaşması farzdır.” der ve açıklamasını şöyle sürdürür:
“Herhangi bir cemaat, tevatürle sabit İslâmî ilkelerin birinden ayrılırsa, müslüman müctehidlerin ittifakı ile onlarla savaşmak farz olur. Velev ki kelime-i şahadeti ve kelime-i tevhidi tasdik de etseler. Bu iki şehâdeti kabul ve tasdik edip namaz kılmıyorlarsa, namaz kılın caya kadar savaş devam eder. Aynı şekilde dinin emir ve yasaklarına uymayıp cihadı engelleyen kâfirlerle savaşma da İslâm devletine düşen bir farzdır. Bu farziyet; müslüman olmaları veya zillet ve teslimiyetlerini kabul ederek islâm devletine cizyelerini vermelerine kadar devam eder. 65
Bir Âyet-i Kerîmenin Gerçek Ve Doğru Yorumu
60 İhyau Ulûmi’d-Dîn: 2/269
61 Ahkâmu’l-Kur’ân: 2/592
62 el-Faslu fi’l-Milel ve’l Ehvâi ve’n-Nihal: 4/171
63 Şerh-u Müslim (Hindistan baskısı): 1/51.
64 Feth-ul Kadir: 1/337.
65 Mecmû-u Fetâvâyı İbni Teymiyye: 4/181.
Mâide sûresinde geçen bir âyetin yorumu üzerinde durmak istiyorum. Âyete doğru ve sıhhatli bir yaklaşım konumuzu aydınlığa kavuşturur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Siz nefisleriniz (i ıslah etmey)e bakın. Kendiniz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar vermez.”66
Evet âyet-i kerimenin zahirine bakılınca, ilk anda ma’rufu emredip münkeri nehyetme görevinin sadece farz bir görev olduğu anlaşılır. Bunun ötesinde amelî olarak yapılacak bir çalışmanın olmadığı vehmine sürüklemektedir insanı. Yani insan, kendisiyle meşgul olup, kendini kurtardıktan sonra başkasıyla meşgul olmayacak yahut bu görevin yürütülmesi için bir takım organizasyonlara girişmeyecek, sadece nefsini slaha çalışacaktır. Âyetin dış görünüşü bunu haber vermektedir.
Oysa işin gerçeği böyle değildir. Müfessirler, bu âyetin gerçek ve doğru olarak yorumlanmadığına dâir görüş birliği içindedirler. Çünkü böyle bir yorum, Kur’an ve sünnet naslarının çoğu ile çelişir. Âyetin gerçek yorumu ise:
“Müşrik-kâfir bir toplumda yaşayan ve hak çizgisinden ayrümayıp, dine da’vet görevini üstlenmiş, bu konuda gayret ve sebat örneği göstermiş, ihtilaflardan uzak, kötülüklerle savaş halinde, fesat odaklarının her çeşit entrikalarının kendilerine zarar vermediği, Allah’ın ipine sımsıkı sarılan, inançlarına karşı son derece sabır ve sebat gösteren ve kıl payı isyan etmeyen mü’minleri müjdelemektedir. Âyet-i kerimede müminlerin kurtuluşunun, ma’rufu emr, münkeri nehiy görevinin farzıyyetine bağlı olmadığına işaret eden ne bir ihtimal ne de bir izah tarzı vardır.”
Bazı müfessirler de bu âyetin tefsirinde ince bir nüktenin varlığını kabul ederek şöyle bir açıklamada bulunmuşlardır: “Bu âyet-i kerîme, mü’minler, hak yolda olduklar müddetçe sapıklardan kendilerine bir zararın ulaşamayacağım açıklamaktadır. însan kendini islâh etmekle yetinmez ve yetinmemelidir. Başkasını ıslah için de çalışıyorsa o zaman en doğru yolu bulmuş olur. Bu konudaki çalışmayı terkeden kimse -kendisine hâkim, sâlih bir kişi’ de olsa- hak çizgiden sapmıştır.
Eğer âyetin vurgulamak istediği yukarıdaki açıklama ise bunun ince nükte ile bir ilgisi yoktur. Belki “böyle bir açıklama Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna uygun bir açıklamadır” demek daha doğru olur.
Allâme ez-Zemahşeri bu âyeti tefsir ederken der ki: “Âyet, ma’rufu emr, münkeri nehyetmeye çalışmayı terketmeyi kastetmez. Aksine gücü yettiği halde bu görevi terkeden kimse hak yola arkasını çevirmiştir. Aslında bu tür bir açıklama, sapıkların veya ard niyetlilerin âyeti kendi indî görüşlerine göre açıklamasıdır. 67
Allame Ebussuud bu konuda şöyle der:
“Yapabilme kudretkine sahib olduğu halde ma’rufu emredip münkeri nehyetme görevinin terkedilebileceği hususunda bu âyetin bir ruhsat olduğu zannedilmesin. Hem nasıl böyle tasavvur olunabilir ki? Münker olan herşeyi ortadan kaldırmayı amaç edinmek, doğruyu ve hakkı bulmanın gereğidir. Yeter ki bunu kaldırmaya gücü yetsin. 68
Ebussuud’un bu açıklamasına Allâme el-Cessas da iştirak eder ve şöyle der:
“Gerek nefsimizde gerek dış hayatımızda olsun, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymak doğruyu bulmanın ve hak çizgide yürümenin gereğidir. Âyette, mu’rufu emr ve münkeri nehyetme farziyyetinin olmadığına işaret eden hiç bir anlam yoktur”69
Hz. Ebu Bekr (r.a.) bir hutbesinde şöyle buyurur: “Ey insanlar! Ey îman edenler! Siz nefisleriniz (i ıslah etmey)e bakın. Kendiniz doğru yolun bulunca sapanlar size zarar vermez.” âyetini okuyorsunuz ve bunu “ma’rufu emr ve münkeri terk” hususunda bir ruhsat sayıyorsunuz. Allah’a yemin ederim ki Allah (c.c) Kur’an’da bundan şiddetlisini indirmedi. Vallahi ya iyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız veya Allah’ın azabı hepinize ulaşacaktır.70 Diğer bir rivayette:
“Ey insanlar! Siz bu âyeti okuyorsunuz, fakat onu Allah’ın muradının dışında bir anlamda yorumluyorsunuz.” Doğrusu ben Allah’ın rasülü’nden (s.a.v.) şöyle dediğini işittim:
“Hangi topluluk olursa olsun günah işleyip de aralarında bunlara engel olacak güçte kimseler bulunduğu halde onlara engel olmazlarsa muhakkak ki Allah azabiyla hepsini kuşatır.” 71
Netice olarak diyebiliriz ki bu âyet-i kerime ma’rufu emredip münkeri nehyetme görevini iptal etmez, aksine en kuvvetli bir tonla ve en açık bir ifâde ile farziyyetini desteklemektedir. Buna ilâveten bu görevin, Kur’ân ve Sünnetin hayatta hükümran olması için en önemli farzlardan biri olduğu vurgulanmaktadır.
Asrımızda da hiçbir islâm âlimi bu görevin farzîyetinde şüphe etmemiştir. Biz Ümmet olarak, Allah’ın dininin, İslâm toplumunda lâyık olan yerini almasını görmek istiyor ve Allah kelâmının dünyada en üstün hâkimiyet mevkiinde olmasını temenni ediyoruz: Bunun temenniden ibaret İslâmî “Ma’rufu emr münkeri nehyetmek” tir.
Bu, asr-ı saadetin de mantığıdır. Bunun dışında hiçbir çıkar yol yoktur. Zira bu, Allah’ın nizamını ve İslâm’ın hayata hakim olmasını arzuladığımızın yoludur. Allah’a da’vet eden bütün insanların, nebilerin ve onların izinde
66 el-Maide: 5/105.
67 el-Keşşaf an-Hakaiki’t-Tenzil: 1/386
68 lrşadü’l-Akli’s-Selİm: 4/119-200
69 Ahkâmu’l-Kurân-li’l-Cessas: 2/592
70 Câmiü’l Beyân: 7/60
71 Mûsned-i Ahmed b. Hanbel: 1/9 (Aynı hadisi Ebu Davut, Tirmizi, Ibni Mace, Nesâî ve başkaları da rivayet etti.) “Ebu Seleme; “Siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar vermez.” âyetinin tefsirini sormuş, Allah’ın Rasûlû şöyle cevap vermiştir: “Ey Ebu Seleme! Ma’rufu emret ve münkerden nehyet. Şayet kendisine boyun eğilen bir ihtiras, peşinde sürüklenilen bir heves ve arzu, tercih olunan değersiz ve âdî bir şey görürsen, her görüş sahibinin de kendi fikrine hayranlık duyduğunu müşahede edersen, sen kendi düşüncene bak ve avamı kendi haline terket.”(Çeviren)
yürüyenlerin tuttukları yoldur bu yol. Allah Teâlâ buyurur “ki:
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse muhakkak ki en büyük kurtuluşla kurtulmuştur.” 72
II. BÖLÜM
Marufu Emr Ve Münkeri Nehyetmeye Çalışmanın Hükmü
Şu bir gerçektir ki şeriatça emredileni yapmanın ve şeriat dışı câhiliyye sistemleriyle savaşmanın (= ma’rufu emr, münkeri nehyin) iarziyeti üzerinde ulema arasında hiç bir ihtilaf yoktur. İhtilaf sadece farziyetin keyfiyeti hususundadır. Yani bu görev hükmen; farz-ı ayn mı yoksa farz-ı kifâ’ye mi?
Şimdi bu soruya, iki farz arasındaki farkı belirtmek suretiyle cevap vermeye çalışalım:
Farz-ı Ayn İle Farz-ı Kifâye Arasındaki Fark
Allâme İbn Bedran el-Hanbelî bu farkı açıklamada en güzel yolu tutmuş ve şu bariz farkı belirtmiştir: “Kulluk ve maslahat hususunda farz-ı ayn ile farz-ı kifâye müşterektir. İkisi arasındaki fark şudur: Farz-ı kifâyeden maksad, kapsamına aldığı maslahatın elde edilmesidir. Farz-ı aynda ise kişilerin bizzat istemeleriyle maksat elde edilir. Yani farz olan bir ibâdetin, her mükellefin bizzat işlemesiyle sorumluluktan kurtulmaktır.”73
Eş-Şeyh Abdûl Ali el-Ensârî ise şu kaideyi zikreder: “Farziyetten maksad; erkân-ı erbaa yani dört rükünde74 olduğu gibi bazan mükellefin uğradığı sıkıntı ve meşakkatler şeklinde ortaya çıkar. Bazan niyet edilen şey başka olabilir. Niyyet ve maksat bununla ortaya çıkar. Maksat elde edilince -cihâd da olduğu gibi- farziyyetin farziyeti kalmaz. Yani farziyet kalkar. Nasıl ki cihâd farziyetini taşıyan mükellefler bu görevi yapınca sorumluluk hepsinden kalkıyorsa. Şayet hiç birisi yapmazsa hepsi günankâr olur. Cihad ancak söz hâkimiyeti Allah’ın olsun diye yapılır. Allah Teâlâ’nın insan hakkındaki yasası, en üstün icra mevkiinde olsun diye çarpışan bir kısım müslüman ortaya çıkınca farziyyet kalkmış ve ümmetten sorumluluk düşmüş olur. 75
Farz-ı Kifâye Kapsamına; Bütün Müslümanlar Mı Yoksa Muayyen Bir Grup Mu Girmektedir?
Farz-ı kifâye ile farz-ı ayn arasındaki bu fark üzerinde ulemânın görüş birliğine (iciriaa) vardıktan sonra, şimdi farz-ı kifâye; bir kısım müslümanın edâ etmesi ile sorumluluktan tüm müslümanlardan kalkar mı, yoksa yalnız bir gruba sorumluluk yüklerken diğerlerini kapsamı dışında mı bırakir? sorusu üzeride ihtilâf vardır. Bu konuda İslâm ulemâsının çoğunluğu sorunun birinci şıkkını savunup tercih ettiler. Razı, Şâtibî ve İbni Sübkî gibi bazı muhakkık’ın uleması ise ikinci şıkkı tercih ettiler.
Diğer bir grup ise şu ihtilâfa düştü:
“Acaba farz-ı kifâye sorumluluğu taşıyan kimse, tayin ve tesbitle mi seçiliyor, yoksa buna kadir olup yeterlilik vasfını taşıyan herkes yürütebilir mi?”
İbni Sübkî der ki; “Tercihe şayan görüşe göre; farz-ı kifâye sorumluluğu taşıyan kimse belirsiz ve tayin olmamış olmalıdır. Çünkü böyle bir kişiyi tayin eden hiç bir şer’i delil yoktur. Bu farziyeti yapabilen kim varsa onun fiiliyle farziyet kalkmış olur.”
Denilir ki: “Nasıl ki başkasının, adma ödemesiyle borç ödeme mükellefiyeti bir kimseden kalkıyorsa, bunun gibi de başkasının yapmasıyla veya kendi şahsının fiiliyle farziyet sorumluluğunun kalkmasıyla birlikte, bazı kimselerin Allah Teâlâ tarafından tayin olunmasına herhangi bir engel yoktur.” diyenler de vardır.
Yine denilir ki: “bir kısım” tabiri ile sorumluluğun düşmesi için onu fiilen yapan kimse kastedilmiştir. 76
İmam Şâtibî: “fraz-ı kifâye, ancak onu yapmaya elverişli ve yeterlilik vasfını taşıyan kimseye sorumluluk yükler,” görüşündedir. 77
Cumhur-ı Ulemâya Göre “Ma’rufu Emr Ve Münkert Nehy’ın Hükmü Farz-ı Kifâyedir
İslâm ümmetinin çoğunluğuna göre bu görevin hükmü farz-ı kifâye iken, diğer bazılarına göre farz-ı ayndır.
Allâme Seyyid Mahmud el-Âlûsî der ki:
“Ma’rufu emr münkeri nehyetmeye çalışmanın farz-ı kifâye olduğu üzerinde İslâm uleması müttefiktirler. Bu görüşe muhalif olanlar azınlıktadır.78
72 el-Ahzab: 33/71.
73 İmam Ahmet b. Hanbel’in Mezhebine giriş: 103-104
74 Hisbede (=Hüsn-i lebdirde) dört rükün varır:
1-Muhtesib 2, Mühtesebün aleyh 3- Muhtesebun fih 4- Ihtisâb. İşte bunlara “erkan-i erbaa” denir ki ma’rufu emr münkeri nehiy görevinde “hesap sorma müessesesi” anlamına gelir. Narh, tartı ve ölçü işleriyle ilgili daireye denirdi. (Çeviren)
75 Fevâtihu’r-Rahmet: 1/63.
76 Celâleddin el-Mahallî’nm şerhi ile Cem’ul-Cevâmi ve Hâşiyetü’l Benâni: 1/186-187
77 İmam Sâtibî’nin bu konudaki görüşü ileride gelecektir.
78 Rûhu’l-Meâni: 4/21
Cumhurun görüşünü düşündüğümüz zaman görülecektir ki “farz-ı kifâye tüm müslümanları içine alan bir farzdır. Bir kısım ehil kimselerin edasıyla diğerlerinden sorumluluk kalkar,” diyenlerin görüşleri ile “Farz-ı kifâye yalmz bir kısım ehil kişilere sorumluluk yükleyen bir farzdır” diyenlerin görüşleri cumhurun görüşlerinin genel espirisi içinde zaten mevcuttur. Bu görüşler; cumhurun vardığı son görüşlerin temel noktalarıyla müştereklik kazanmaktadır.
Cumhurun Görüşü
I. Delil
Konumuzla ilgili ulemânın çoğunluğunun kabul ettiği birinci görüşün delillerini arzetmek isteriz. Bu görüşün birinci delili, Kur’an-ı Kerim’de geçen iki âyettir. Allah Teâlâ buyururlar ki: “Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (onlar herkesi hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar.” 79
Diğer âyet ise şudur:
“Siz insanlar için (İnsanlığın faydası için gaybden, yahut levh-i mahfuzdan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsizin. İyiliği emredersiniz, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah’a inanıyorsunuz.” 80
İbnü’l-Arabî el-Malikî, bu iki âyet “ma’rufu emr, münkeri yasaklamağa çalışmanın farz-ı kifâye olduğuna delildir,” der. 81
Her iki âyete genel bir açıdan bakıldığında sonucu şöyle ifâde etmemiz mümkündür: “Birinci âyet İslâm ümmeti içerisinde ma’rufu emredip münkeri yasaklamaya çalışan bir cemaatın varlığını farz kılarken, ikinci âyetle ise bu görevin bütün İslâm ümmetini kapsamına alan bir sorumluluk yüklediğini görmekteyiz. Bundan anlaşılıyor ki, ma’rufu emredip münkeri nehyetme görevi ümmetin tümüne farz ise de, ümmet içerisinde bu görevi üslenen bir kesimin varlığı, ümmet üzerindeki bu sorumluluğu düşürmektedir.”
Müfessirlerin büyük bir kısmı da birinci âyetteki (Mîn) harf-i cerrinin teb’iz (=bir kısım) için olduğu görüşündedir. Bu da bu mühim görevin îslâm ümmetinin- bir cemaatin varlığı halinde- her ferdine farz olmadığına delildir.
Kadı Beyzâvî ve Allâme ez-Zamahşerî derler ki:a “Âyetteki Mîn, ” bir kısım” için kullanılmıştır. Çünkü ma’rufu ve müriker görevini yürütmek kifâye farzlanndandır. 82
Ebu Bekir el-Cessas bu konuda fikrini şöyle açıklar: “Bu âyette ümmet içerisinde bir kesimin bir kesime nisbetle üstünlük vasfı vurgulanmaktadır. Buna göre, ma’ruf ve münker görevi ancak “yeterlilik ve iktidar vasfını taşıma” esası üzere farzdır. Bu vasfı taşıyan şahıs ve gruplar bu görevi yaptığı zaman geri kalanlardan sorumluluk kalkar. 83 Bu konudaki son söz, İmam Gazâlî’ye aittir. Konuyu veciz bir şekilde ifâdeye çalışan Gazali şöyle der: “Âyetteki ifâde tarzına bakıldığında ma’ruf ve münker görevinin hükmünün, farz-ı ayn değil farz-ı kifâye olduğu görülecektir. Ümmet içerisinde bir kısım cemaat bu görevi yapınca geri kalanlardan bu farziyetin sorumluluğunu kaldırmış olur. Çünkü âyette; “Hepiniz ma’rufu emrediniz” denilmemiş aksine: “Sizden bir cemaat olsun.” diye açıkça ifâde olunmuştur. Öyle ise bu göreve ehil olan herhangi bir kişi veya cemaat bunu îfâ edince ümmetin tümünü sorumluluktan kurtarmış olurlar. 84
II. Delil:
Bu delil de, mârufu emredip münkerden nehyetmenin farz-ı kifâye olduğu konusuyla ilgilidir. Aslında bu görev, sağlam bir iktidar ve ehliyet, üstün meziyet ve maharet isteyen bir görevdir. Aynı şekilde bu görevi üstlenen kişinin, ihtisas ehli, îslâm şeriatını anlama ve aktarma konusunda üstün yetenek sahibi, cesaret ve şahsiyetiyle seçkin bir kişi olması gerekir. Da’vet görevini yaptığı ve üstlendiği toplumun veya şahsın, psikolojik bir takım davranışlarını ve çeşitli yaratılış farklılıklarını kavramak, konuştuklarının zaman ve zeminini ayarlamalı, bulunduğu makamın ve ortamm inceliklerini anlamak için hassas duygulara sahip olmalı, doğacak sonuçları anlaması için ileriye bakış tarzı ve sezgisi kuvvetli olmalıdır.
Davete muhatap toplumu seçerken o anki çalışma şartlarını hesaplayarak karşılaşacağı çarpık düşünce tarzlarının karmaşıklığı karşısında muvazenesin kaybetmemeli, mevcut toplumun atmosferine ayak uydurması için yeni ortaya atılan leh ve aleyhindeki felsefî ekolleri bilmeli. Aksi halde mevcut ortamı İslâm’a kanalize etmesi güçleşecektir.
Yukarıda saydığımız bu özellikleri her kişide ve aynı oranda bulmak mümkün olmayacağı bir gerçektir. Bu nedenle de “Ma’rufu emr münkeri nehiy görevini, ancak bu vasıfları taşıyanlar yapabileceğinden, bu görevin
79 Âl-i İmran: 3/104.
80 Al-i İmran: 3/110.
81 E1-Ahkâmu’l Kur’ân: 2/122
82 el-Keşşaf: 1/224 (“bir kimse birinci âyetteki “MİN” harf-i ceninin Teb’iz yani “bir kesim” anlamında kullanılışın delil getirmesini garib karşılayarak bu görevin hükmen farz-i kifâye olduğunu söyleyebilir. Fakat şu da unutulmamalıdır ki bu hükmün kendisi zaten münakaşa konusudur, öyle ise bu münakaşa, ancak âyetteki “MİN” harfinin Arab gramerine göre ispatı ile gerçekleşir ki buna göre ayetteki MİN=kısım ifâde eder” dememiz ve kabullenmemiz ile sona erer.)
83 Ahkâmu’l-Kur’an: 2/35
84 Ihyâu Ulûmu’d-Dîn: 2/269
hükmen farz-ı ayn değil, kifâye olduğu neticesine varıyoruz.” İmam ez-Zemahşerî şöyle der:
“Bu görev; ihtisas ve ilim isteyen bir görevdir. Yoksa bu görevin düzenli ve verimli yürümesi nasıl mümkün olacaktır. Şüphe götürmez bir gerçektir ki, çoğu kere ehil olmayan câhillerin eline düşen görevler olumsuzlukla sonuçlanmıştır. Hele hele ma’rufu emr münkeri nehiy gibi çok önemli bir görev, câhil bir insanın eline düşerse çok kere ma’rufu yasaklayıp, münkeri emredecektir.
Yine çoğunlukla hakkında kesin bir hüküm bulunan konularda kendi reyini ileri sürer, önüne çıkan mes’eleleri kendi dar görüşüne göre hükme bağlar. Mezhebinin görüşlerini bilemediğinden emredeceği ma’rufu kime yapacağını da bilemeyecektir. Bazan muhatabına karşı yumuşak davranması gerektiği yerde sert ve kaba davranması, sert ve kaba kavranması icabeden yerde yumuşak davranması, kendisini bir çıkmaza sokar. Böylelikle münkeri işlemeyenleri ve ma’rufu abes görmeyenleri kınadığı gibi, münkeri alkışlamayanlara da -kendi düşüncesine uyamayacağı için- düşman gözü ile bakar. 85
Ma’rufu Emredip Münkeri Nehyetmentn Farz-ı Ayn Olduğunu İleri Sürenlerin Delilleri
“Ma’rufu emredip münkeri nehyetmenin” İslâm’a göre farz-ı ayn olduğunu ileri sürenler “sizden bir cemaat olsun….” şeklinde ifâdesini bulan âyetin bu görevin farz-ı kifâye anlamı taşıdığını ve bu âyetin bu iddia için kesin bir nass olacağını kabul etmiyorlar. Zira âyetteki “Min” harf-i cerrinin ba’ziyet (=bir kısım) için değil, diğer bir âyette geçtiği gibi mecaz yoluyla geldiğinin ispatıdır. Nitekim diğer bir âyet olan “el-Ahkaf: 31″‘de şöyle buyurulmuştur.: “……Ona imân edin ki (Allah) sizin günahlarınızdan bir kısmını yarlıgasm. 86Âyette geçen “min zûnûbi-kûm” ifâdesinde geçen “Min” ile “vekekun minkum” ifadesinde geçen “Min” aynı maksat için kullanılmıştır farz-ı ayn taraftarlarınca.
Açıktır ki âyet-i kerimede: “Allah Teâlâ bazı günahlarınızı mağfiret eder” diye kastedilmiştir.87
Farz-ı ayn taraftarlarına göre birinci âyetin mânâsı: “İslâm ümmeti, ma’rufu emredip münkeri yasaklamağa çalışan bir ümmet olsun” demektir. 88 Oysa şu bir gerçektir ki herhangi bir görevin sıhhatli olmasının şartı, ehliyet ile iktidardır. Fevkalâde bir görev olan “ma’rufu emr münkeri nehiy”de ancak ” “İlmî iktidar ve ehliyet sahipleri” tarafından hakkıyla yürütülebilir. Ümmetin her ferdinin ayni derecede ehliyet sahibi olması düşünülemeyeceği gerçeğini göz önünde bulundurarak “dinin temel esaslarım” her müslümanın sıhhatli bir şekilde ve ilmî derecede bilemeyeceği de açıkça ortadadır.
Nasıl ki devlet başkanlığı görevlerinden olan bazı ilim ve ehliyet isteyen yetkileri halk tabakası bilememektedir. Meselâ; namaz ve orucun farziyeti, içki, zina v.b. gibi suçların haram oluşu ve bunlara takdir edilen cezaların tatbiki gibi hususuları herkes icra edememektedir. Aynı şekilde “Ma’ruf ve münker” gibi önemli bir görevin ifâsı için de ilim ve ehliyet şartı aranması kadar tabii bir şey olamaz. Her müslüman ancak bu vasfı taşıdığı an, yürütme hakkına sahip olur.
Şüphesiz ki sıradan bir insanın, ilmî meselelerde, araştırma ve ihtisas isteyen sahalarda görüş beyan etmesi gerekmediği gibi, mümkün de değildir. Fakat câhil bir kimsenin yapabileceği bir işi üslenmesi zor değildir. Aynı şekilde ma’ruf ve münker sahasında ehliyet taşıyan kimsenin de sorumluluk taşıması ve bunu kolaylıkla yürütmesi mümkündür. Aileme şehid Abdülkadir Udeh konu ile ilgili görüşünü şöyle arzeder: “Bilgisiz ve sahasında câhil olan birisine “ma’rufu emr münkeri nehiy” görevi verildiği an peşinen doğacak zararları kabullenmek anlamını taşır. Zira câhil, muhasebe ile meselelere yaklaşmaz ve meydana gelecek zararlara düşmekten kendini kurtaramaz. Câhil kimse, tabiatı icabı; hükmü açık olan ameller müstesna, ma’rufu emredip münkeri nehyetmez.”Meselâ; namazın edası, hırsızlık ve zinadan nehiy gibi üzerinde ihtilaf olmayan konular hariç, bilgi ve derin sezgi isteyen konularda câhil daima yanılır. Yani bilgisize, ancak taşıyacağı kadar sorumluluk taşımak düşer. 89 Mü’minin yüklenmesi gereken görev, Kur’an-ı Kerim’in mesajını taşıdığını bilmesidir. Şüphesiz müslümanm, kendisine farz olana yabancı kalması ve câhil davranması kadar büyük bir fitne yoktur. O, ilim ve ma’ruf-münker arasındaki farkı bilmekle emrolunmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’in ilmî ıstılahına göie ma’ruf; mutlak manada aklın ve sağlam fıtratın çirkin gördüğü herşeydir. Bunu tanımak için ibni Abidîn’in dürer üzerindeki haşiyesini, Fethu’l-Kadîr’i ve Mebsut’u okumak gerekmez. 90
85 el-Keşşaf: 1/224.
86 Ahkâmu’l-Kur’an: 2/35(Ahkaf/31)
87 Bu konuda “Hak Dini Kur’an Dili’ tefsiri der ki: “bâziyet” ifade eden “MİN” ile “MİN ZÜNÛBİKUM” denilmesi şâyân-ı dikkattir. Denilmiştir ki bundan mura’d; hâlis Allah’ın hakkı olan günahlardır. Zira kulların hukuku mücerred ile mağfiret olunmaz,” (Hak dini Kur’an dili; 6/4362 (Çeviren) Yine Beyzâvî ve Çelâleyn tefsirlerinde şu açıklama vardır: “Çünkü kul hakkına taalluk eden günahlar hak sahibini razı etmedikçe yargılanmaz.” (Çantay c. 3 Sh. 927)-(Çeviren)
88 Bu âyet bu şekilde delil getirmenin zayıflığını ortaya koymaktadır. Zira ma’rufu emr münkeri nehyetmeye çalışmanın ümmetin tümünü kapsamına aldığı ve dolayısıyla herkese farz olduğunu gerektirmez. Farz-ı kifâye taraftarları da bu görevin tümüne farz olduğunu söylemektedirler. Ancak muhâlefeten bunu şöyle izah ediyorlar: “Ümmetin tümü bu göreve ehil olmayacağını, ehil bir cemaatın bunu yapmasıyla ümmetin tüm fertlerinden sorumluluğun kalkacağını, aksi halde tüm ümmetin günahkâr olacağını..”ileri sürmektedirler. Böyle delil getirme onların iddialarını hükümsüz bırakmaz.
89 ‘İslâm Ceza Hukuku ve Beşeri :Hukuk: 1/495
90 Ehl-i Sünnetin 14 asırlık hukuk külliyatının üstüne çıkma hevesine sahib olan M. Abduh ve fikir akrabalığını taşıyanların, mezheblere ve onların hukuk anlayışlarına karşı bu tarz bir tavır içinde olmaları sebebiyle kimlerin hesabına konuştuklarını ve çıkış yaptıklarını düşünmek
Hakiki irşad edici güç kaynağı, -sağlam fıtratı korumak şartıyla tcvâıür- ve amelle nakledilen Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) sünneti’dir. Bu ana kaynak, bir kimseye cehaleti caiz görmez. Müslüman ancak bu ana kaynaklara bağlanmakla müslümandır. Ma’rufu emr münkeri nehyetme görevinin genel olmasını men’ edenler, İslâm’ın tesbit ettiği hayır ve şerri tanımayacak, ma’ruf ve münker arasını ayıramayacak kadar müslümanm câhil olmasını tecviz edenlerdir. 91
Abduh’un konu ile ilgili diğer bir görüşü de şöyledir: Ma’rufu emr münkeri nehiy farziyeti, hac farziyetinden daha kuvvetlidir. Hac farziyetinde” güç yetme” şartına karşılık, ma’rufu emr münkeri mehiy farziyetinde “güç yetme” şart koşulmamıştır. Zira bu farziyat, herkesin yapabileceği bir görevdir. 92
Şu bir gerçektir ki Allah Teâlâ’nın emir ve direktiflerini emretmek, yasaklarını ve her türlü câhiliyye sistemlerini yansıtan inanç ve amelleri ortadan kaldırmağa çalışmak, dinin temel yasaklarıyla ilgili olduğundan, böyle genel bir savaşta gücü nisbetinde herkesin görev üstlenmesi ve itikad savaşının bir gereği olarak kapsanıma alması tabiidir. Nasıl ki bir müetehid âlimlerden birinin yaptığı içtihadı bir çalışma, ma’ruf kapsamına giriyorsa, bu görev de bazan ince ilmî bir yöntemle, bazan da basit bir yaklaşım ile yapılır. Şartlar neyi gerektiriyorsa alınacak tavır da ona göre tesbit edilir. Aynı şekilde çok defa Kur’an ve Hadis sahası için geniş bir araştırma ve dinî ilimleri elde etmek için derin bir bilgi ve hazırlık istiyorsa, bazan dinin temel yasalarını ve ilkelerini toplu olarak bilmekle de yetinilir.
Bazan bu çalışma yolunda, zaman ve mekânın şartlarına göre geniş bir anlayış ve yüksek bir ilmî yeterliliğin kolayca çözmesini istediği zor engeller ortaya çıkar. Nasıl ki konuşma, ilim ve düşüncenin kolay yolla savunmasına imkân verdiği güçlükler etrafında dönüp dolaşıyorsa, bu görevin de bu tür engellerle karşılaşacağını hesaba katmak gerekir. Binaenaleyh bu derece önemli bir esasa dayalı bir görevin, onu ihmâl edecek ve yapamayacak kimselere tevdî edilmesi, affedilmeyecek bir hatadır. Yine bu konuda uluorta konuşmak da aynı vebale denktir.
Çoğunluğun Görüşüne Karşı Bir Tenkid
İslâm ulemasının büyük çoğunluğu; “ma’rufu emredip münkerden ehyetmeye çalışmak ümmetin tümüme vaciptir. Fakat ehil bir grubun bu görevi üstlenmesiyle ümmetin sorumluluğunu kaldırır,” görüşünde ittifak halindedir.
Ulemanın üzerinde ittifak ettiği bu görüş, şöyle tahlil edilmektedir:
‘Bir kere bu görevi, herkesin eşit ağırlıkta yüklenmesi mantıkî olarak uygun değildir. Ümmetin her ferdine vacip olması da imkânsızdır.” Zira bu delilin bizzat kendisi, onu ileri sürenin iddiasını dahî çürütmektedir. Çünkü şeriatın herhangi bir hükmü, ancak onu yapmağa gücü yettiği zaman kişiye vacip olur. Temel felsefe ve hikmet bu olduğuna göre, ma’rufu emredip münkeri nehyetmek gibi İslâm’ın varlık sebebini ve devletinin temel düşüncesini oluşturan bir görevin, ümmetin her ferdine yetkili-yetkisiz her kese farz olması gerekmez. Belki buna ehil olan herkese farzdır, demek en doğru olur.
İmam Şâtibî ve bazı fikrî ortakları; ‘farz-i kifâyenin, İslâm ümmetinin tümünü kapsamına almayıp, ancak ifâya muktedir olana yönelik bir farz olduğunu” ileri sürerek şöyle dediler:
“Hükmün muhatab ve kapsamı, ısrarla “bir kısım” üzerinde cereyan etmektedir. Bu nasıl olur? İşte bilinmesi gereken espri bu noktada yatmaktadır. Genel bir kaide olarak; “her işin olumlu sonucu, onu yapabilmenin ehliyetine ve bilincine bağlıdır. ” noktasından hareketle, bu görevin sıhhatli yürümesinde aranan şarda; kişinin onu “yapabilme ehliyetini” taşımış olmasıdır. Hükme muhatab olan, direkt olarak ümmetin tümü değildir.”
Görülüyor ki cumhurun ileri sürdüğü nass ile “sizden bir cemaat olsun….” ifadesinden bir sonuç çıkmaktadır. Bu âyet ma’rufu emredip münkeri nehyetme görevini tüm ümmetin değil, ümmet içerisinde bu işe ehil bir cemaatın, bir ilim kadrosunun ve ihtisas ehlinin üstlenmesi gereğini vurgulamaktadır.
Şatibî, görüşünü böyle sürdürerek diğer bir âyetle açıklık getirmeye çalışır. “Kur’an’da bu ve buna benzer birçok hususlar vardır. Bu tür âyetlerde emir, tümüne değil, ehil bir kesimi muhatab alarak nazil olur. 93
İmam Râzî, geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederken, bazı kimselerin, “ma’rufu emredip münkerden nehyetme sorumluluğunun iki sebepten dolayı İslâm ulemasına tahisis edildiğini” ileri sürdüklerini zikreder: Birincisi; Bu görev ilme muhtaçtır. İkincisi; Bu görevin “yeterlilik ve ehliyet” yoluyla farz olduğu üzerinde ittifakın mevcut olmasıdır. Bu şu demektir: ” Ne zaman, bu görev, bir ehil grup tarafından ifâ edilirse, diğerlerinden sorumluluk düşer.” Bu böyle olunca şu anlam ortaya çıkmış olur: “Bu görevi bir kısmınız yapsın. Ama hakikatte içinizde ehil olan birisi yapacak, hepsi değil. 94
Yukarıdaki Tenkide Cevap
Arzedeceğimiz bu görüş Şâtibî’nin görüşüne yakın bir görüştür. Bu da “farz-ı kifâyenin, onu yapmağa ehil olan
gerekir. Bu ve benzeri düşünce sahiplerinin kitaptaki yorumlarına bu açıdan bakılırsa mide bulantısından kurtulmak mümkün olacaktır. (Çeviren)
91 Tefsiru’l-Kur’ani’l Hakim: 2/27
92 Ağe: 4/35
93 el-Muvafakat fî-Usûli’ş-Şeria: 1/176
94 Mefâtîhu’l-Gayb: 3/20.
kimseleri kapsamına almış olmasıdır” Bu görüşe taraftar olanlar ise Farz-ı kifâyenin bütün ümmeti kapsamına aldığını ileri sürenlerdir. Şöyle ki: Şüphesiz müslümanlar eğer farz-ı kifâyeyi ihmal ederse doğacak günah ümmetin tümüne ait olur. Şayet farz-ı kifâye görevini yapmak, ümmetin yalnız bir kısmına gerekiyor da diğerlerini kapsamına almıyorsa, neden yapılan kusur ve ihlâlden dolayı ümmetin tümü sorumlu olsun? 95
Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer bir çok hitablar vardır. Farz-ı kifâyeyi yalnız bir kısım müslümanın yapmasını sorumlu tutarken, hitabın kapsamına tüm ümmet girmiş olur. (Nasıl ki “Ey Rasul! Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan görevini yapmamış olursun” hitabı peygambere ise de topyekün İslâm ümmetini de muhatap almaktadır.)
Meselâ: Cihad farz-ı kifâyedir. Fakat Allah (c.c) bu farziyeti, “size cihad farz kılındı” âyeti ile emretti.
Açıktır ki bu ifâdelerle yöneltilen hitap, bir ferd veya topluma değil, bilâkis ümmetin tümüne yöneltilen bir ifâde tarzı kullanılmıştır. 96
Evet, “Sizden bir cemaat olsun” ifâdesi, ma’rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışma görevini üstlenecek bir ehil cemaatın varlığını gerekli kılmaktadır. Fakat bu cemaatın varlığı, farziyetin kapsamına tüm ümmetin girmesine engel teşkil etmez. Zira Allah Teâlâ bu cemaatı belli ölçülerle sınırlandırıp tayin etmiş olsaydı, biz bu görevin herkese değil, bu cemaate farz olduğunu ileri sürebilirdik. Âyetteki hüküm sınırlandırılmamış ve hitabın tüm ümmete yöneltilmiş olduğunu görmekteyiz. Ancak ümmetin bir kısmı, maksadı gerçekleştirecek görevi ifâ edince “sizden bir cemaat olsun” âyetinin işaret ettiği sorumluluk kalkmış olur.
Beyzâvî şöyle der: “Ümmetin tümüne yapılan bir hitap ve bir cemaatın yapmasını istemek, bu görevin, ümmetin sorumluluğunda icra edilmesi gereğini vurgular. Hatta bu görev bilfiil terkedilse, ümmetin tümü günah işlemiş olur. Fakat bu sorumluluğun kalkmasının şartı, ümmetin içinden çıkacak ve ümmetin yetiştirmek mecburiyetinde ve borcunda olduğu ehil bir grubu yetiştirmesidir. ihtisas isteyen bir çalışma sahasını hazırlamak farz-ı kifâye ise de ümmetin topyekün iştirakiyle ve herkesin gücüne göre farz olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır. 97
Eş-Şeyh İsmail Hakkı bu âyet-i kerimeyi şu şekilde açıklar: “Âyetteki “minkum” kelimesinin başındaki “Min” harf-i cerri arapçada “bir kısım” ifâde eden “teb’iz” içindir.
Da’vetin, bir kısım ehil kimseye yöneltilmiş olması ile birlikte hitabın ümmetin tümünü kapsamına almış olması, da’vet farzziyyetinin, “ilmi ehliyet” anlamını ortaya çıkarmak içindir. Da’vet ise inanmış herkese farz bir görevdir. Fakat bu işe ehil bir kişinin tayin edilmiş olması, da’vetin sıhhatli ve özüne uygun yapılmasını temin içindir. Ancak bu ehil kadronun ortaya çıkması ise ümmetin omuzundaki önemli bir sorumluluğu ifâde eder. Böyle bir kadronun ortaya çıkışı ile sorumluluk; ümmetten kalkar. İhlâl ve ihmal halinde, ümmetin her ferdi cürüm işlemiş olur. Herkes da’veti ihmalden dolayı günaha girmiş olmaz da’vetçiyî yetiştirmemiş olması nedeniyle cürüm irtikâb etmiş olur. 98
Doğru Görüş
Konu ile ilgili her iki muhalif görüş taraftarının ileri sürdükleri delilleri arzettik. Her iki grubun taraftarlarının kritiği yapılacak delilleri varsa da görüşlerinde isabet de vardır. Zaten iki tarafın fikir ve ilim taraftarları, kendi düşünce ve ictihadîarına yönelik delilleri reddetmişlerdir. Fakat bununla beraber, hakkı ehline teslim etmek gerekirse her iki tarafça ileri sürülen deliller, büsbütün hata ve tutarsız sonuçlardan da uzak değildir. Problem kesin bir sonuçla çözülememiştir.
Kanaatımızca bu konuda isabetli veya doğruya daha yakın olan sonuç; “el-Muvafat fi-Usûl-iş-Şeriâ” adlı kitabın yorum ve tanıtıcısı olan Dr. Abdullah Dıraz tarafından verilmiş olan sonuçtur.
Yukarıda arzedilen açıklamalardan anladım ki, İmam Şatibî’ye göre farz-ı kifâye, ancak onu ifâya muktedir olan kimsenin yükleneceği farzdır. Bu görüşünü de “sizden bir cemaat olsun” âyetiyle dikkat çekerek diğer bir takım âyetlerle desteklemiştir.
Dr. Abdullah Dıraz, bu görüşe karşı çıkararak kanaatini şöyle belirler.
“Bu âyetler, taleb’in (âyetteki tebliğ görevinin istenmesi), ümmetin bir kesimine yönelik olduğuna işaret etmez. Aksine taleb’e muhatab; tüm İslâm Ümmeti olup, insanlığı kuşatan bu mesajın gerçekleşmesi için, her türlü vasıta ve sebeplerle bu görevi üstlenenlere yardım edener, onların gayretlerini kamçılayanlar ve kendi iktidarları oranında hamiyyet ve çabalarını esirgemeyen ümmetin her kesimini içine alan bir farzdır. Bu görevin ihmali, topyekün ümmet fertlerinin günah ve isyanda müşterekliğini ifade der. 99
95 Bazı kimseler şöyle dedi: “Farz-ı kifâye, ancak onu yapmağa ehil olan kimse, terkettiğinde günaha girer”, (el-Muvafakat: 1/177)
96 Bu iki görüş taraftarlarının ileri sürdükleri delilleri konusunda şu eserlere bakınız.
a) Müsellim-Es-Subût ve Serhuhu
b) Fevâtihu’r-Rahmet: 1/63-66
c) Rûhu’l-Meanî: 4/21-22
97 Envâr-ut-Tenzil ve esrâr-ut Te’vil (Mezkûr âyetin tefsiri)
AÇIKLAMA: “Farz-ı Kifâyenin, ümmetin tümünü kapsamına alması, kifâye ve ehliyet sahiplerinin yetiştirilip sahalarından çalışma imkânını hazırlamak ümmetin görevidir. İslâm adına yapılacak bir kıyamın başını çeken ulemayı tesbit ve yetiştirme cehdi yoksa, bu ümmetin böyle bir sorumluluğu taşımadığını gösterir. Binaenaleyh bu öyle iç-içe bir mimarî manzara arzeder ki birinin varlığı, diğerinin sebeb-i vücûdudur. Yokluğu ise öbürünün yokluğu anlamını taşır. Yani biri diğerinin lâzım-ı gayr-ı mufanki dır.” (Çeviren)
98 Rûhu’l-Beyân: 1/352.
99 El-Muvafakat fî-usûl-iş-Şeria (Şâtıbî) 1/176- İkinci Ta’lik
Çok enteresandır ki Şâtıbî, bu açıklamanın sonunda insanı konunun ağırlığından âdeta kurtarır ve husûsî bir gözle bakıldığında problem pozisyonunda kalan bir yanı görülmeyecektir. Dr. Abdullah Dıraz bu konuyu şöyle bir sonuca bağlar:
“Bu görev mecaz yönü ile ümmetin her ferdine yönelik bir farzdır.” denilmesi bazan doğrudur. Bu farzı ifâ etmek, umumun maslahatını temin etmekle tahakkuk eder. Yani bu görev, İslâm Ümmetinin tümünü kuşatan bir görevdir. Meselâ; Ümmetin bir kesimi bir açıdan bu görevi destekleyebiliyorsa bu ehliyeti ifâde eder. Geri kalanlar güçleri bizzat görevi yürütmeye kâfî değilse bile göreve ehil olanları desteklemekle yükümlüdürler. Kimin bir işe gücü yetiyorsa ve onu yürütmede ehil ise, onun sorumluluğunu taşıyor demektir. Buna ehil olmayan ise yapabileceği ve yürüteceği bir başka sahada sorumluluk taşır. O da; esasen görevi üstlenmiş olana destek olmak, sabır ve metanet tavsiye edip onu görevine icbar etmektir. Öyleyse görevi yapmağa kadir olan farzı yapmakla sorumludur. Gücü yetmeyen ise, kadir olanı teşvik etmek, destekleyebildiği kadarıyla takviye etmekle sorumludur. Çünkü görevin ifası, ancak buna ehil olanın yapmasıyladır. Gayeye de ancak bu yolla ulaşılır. İşte bu açıdan ihtilâf ortadan kalkar. Fikrî ihtilaflara açık kapı bırakılmış olmaz. 100
Varılan bu sonuç açısından bakıldığında; Şatıbî’nin ilmî açıklaması ile artık farz-ı kifâyenin kapsamı konusundaki ihtilaf çözülmüş demektir. Keza “ma’rufu emredip münkeri nehyetme” konusu etrafında mevcut ihtilaflar yani “fraz-ı ayn veya farz-ı kifâye mi” problemi sona ermiş olmaktadır.
Şeyh Muhammed Abduh ise aynı konuya şu şekilde ve dolayısıyla katılır.
“Ma’rufu emretmek münkeri nehyetmek hükmen farz-ı ayndır. Âyet-i kerimedeki “…. sizden bir cemaat olsun….” kısmındaki “Min” harfinin “bir kısım” anlamında olduğu doğrudur. Böyle bir tefsin sonuç, ma’rufu emr ve münkerden nehyetmeye çalışmanın, bu işte İktidar ve yeterlilik vasfının farziyeü ile ilgili görüş taraftalarının delillerindendir” Abduh de’vamla..” ma’rufu emr ve münkeri nehyetmek farz-ı kifâye olmakla beraber sonuç itibarıyla farz-ı ayna dönüşeceğinin kesin olarak bir seyir takibettiğini…..” ileri sürer ve:
“Şimdi âyette “bir kısım” manasındaki “Min” harfini gözönünde bulundurarak âyetin anlamı “Sizden, da’vet görevini, ma’rufu emr Ye münkeri nehiy çalışmasını yürütecek seçkin bir sınıf oslun… şeklinde olur” der. Zira bu emre muhatab aslında “topyekün İslâm Ümmeti ve inananlar topluluğudur” Onlar, bu faziyeti ayakta tutacak ve imanın iktidanna götürecek olan bu “kadroyu” -nasıl ve nerede hangi şartlarda yetişip görev başına getirilmesi gerekiyorsa- yetiştirmekle mükelleftirler.
Meseleye genel açıdan bakıldığında şu iki sonuç ortaya çıkar:
1. Tüm müslûmanlara sorumluluk yükleyen farz,
2. İslâm ümmetinin “İslâm Devleti” için, varlığı, farz olan “davet kadrosunu” yetiştirmesinin ve bu görevinin farziyeti.
Aslında “ma’rufu emr ve münkeri nehiy” kavramının “ümmet” kavramıyla, birbirinden ayrılması mümkün olmayan ilişkileri vardır. Ma’ruf ve münker, ancak “ümmet” kavramının ifâde ettiği mânâ ile doğru olarak anlam kazanırlar.
Bilindiği gibi ümmet, cemaat manâsına gelmez. Cemaatten ayrı bir anlam taşır. Fertlerinin, birbirleriyle kopmaz bağlarla kaynaştığı cemaate ümmet denir. Bir insan bünyesindeki organlar gibi bir nizam uygunluğu içinde görünen vahdettir.
“İnanlar topluluğu” kavramından murad; bu ümmetin, böyle bir önemli göreve muhatab oluşunda, tek ve eşsiz oluşudur. Zira bu ümmet her ferdi çelik bir irâde, insanlığı bir cemaat oluşturmada veya bir ideal etrafında toplamada pratik bir amel kabiliyeti, gücü nisbetinde davranışlarını kontrol eden bir oto-kontrol özelliği, fertlerinin birbirlerine karşı sorumluluk duyarak takib ettiği seyir çizgisinde, bir hata ve haktan sapmayı gördüklerinde düzeltici ve hakka yöneltici bariz bir özelliği olan bir ümmettir. 101
Şüphesiz ki dini tebliğ etmek, bir ümmetin ıslahına çalışmak ve onu temel felsefesi etrafında cemaatleştirmek ve bunu muhafaza etmek, insanlığı hak ölçülere da’vet edip, onlara karşı (silah kullanmadan) islâm’ın râm edici ölmez ölçüleriyle ayakta tutmak kolay bir iş değildir. İslâmî düzende her ferd, gücü ve yeterlilik oranında bir görevden sorumludur. Eğer bir mü’minin ma’rufu emredip münkeri nehyetmeye gücü yetiyorsa evvelâ bu mü’min kendi sorumluluğundaki görevi hakkıyla yapıyor demektir. Gücü yetmeyen kişi, yapabileceklerini, belli sınırlar dahilinde yapma gayretini gütmelidir. Böylece bir güçten de mahrum olan bir kimse ise, gücü yeten kimseyi teşvik ile sorumludur.
Ma’rufu emr münkeri nehiy farziyeti gibi bir görevin yüklediği sorumluluğun ümmet fertleri arasında paylaşılması gerekir. Zira bu önemli sorumluluk ihmal kabul etmez.
Cumhur Ulemânın Bu Konudaki Görüşünün Geniş Bir Tahlili
“Ma’rufu emr-münkeri nehiy” görevinin; gerek farz-ı ayn gerekse farz-ı kifâye olduğu konsunda görüş sahiplerinin delilleriyle ilgili açıklamaya geniş yer vermiş olduk. Bu görüşlerden birincisi Cumhur-ı Ulemanın görüşüdür ki bazı yönlerinin şerh ve izaha muhtaç olduğunu ifâde ile konu ile ilgili açıklamaları maddeler halinde sıralayalım:
1-Ma’rufu emr-münkeri nehyetme çalışmasının, “farz-ı ayn olduğu” fikri-cumhurun savunduğu gibi-farziyet
100 el-Muvafakat fi-usul-iş-Şeria: 1/178-179
101 Tefsir-ul-MENAR: 4/36.
açısından ve hüküm itibariyle bir değişiklik arzetmez. Yani farz-ı ayn olduğu gerçeğinde ihtilâf yoktur. Keza farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olayında da bazı kimselerin var sandıklan ve inandıkları ihtilaf doğru değildir.
Allâme el-Âmidî der ki:
“Farziyetin, her ikisinin hududunu kapsamına alması, vücûp açısından farz-ı kifâye ile farz-ı ayn arasında mezhebimiz açısından fark olmadığındandır. Buna muhalif olan bazı kimseler, “farz-ı ayn, başkasının yapmasıyla sorumluluk düşmez, farz-ı kifâyede olduğu gibi” derler ki maksad, sorumluluğun kalkması-kalmaması konusundaki ihtilâftır. Bu ise hakikatte ihtilâfı gerektirmez.102
2-Farz-ı ayn, ümmetin her ferdine ayrı ayrı farz iken, farz-ı kifâye ümmetin tümüne müştereken bir farzdır. Her ferdin nasıl ki farz-ı aynda gösterdiği azmin, yapılmadığında sorumluluk kalkmayacağı konusunda gösterilen inancın, farz-ı kifâyede gösterilmesi gerekir. Zira farz-ı kifâye âmmeyi ilgilendirdiğinden; bilerek önem vermemek, ihmâl etmek veya ihmâle sevkedecek her çeşit engelleri kaldırmağa çalışmamak, ümmetin tümünü isyana ve gûnüha sokmak anlamını taşır.
Evet, bir ehil grubun bu görevi yapmasıyla, ümmetin sorumluluğu kalkmış olur. Ve bu görevi yapanlar sevab ve ecre nail olur. Ümmetin de bu ecirde ortak olması için, bu görevi yürütecek ehil cemaatın yetişmesinde ortak olması şarttır. Zaten bu yönüyle farz-ı kifâye ümmetin tümüne şâmil bir görevdir, denilmektedir. eş-Şeyh Abdul Ali el-Ensarî, farz-ı kifâyeyi şöyle sınıflandırır. “Yapanların yapmalarından dolayı sevap kazandığı ve terkedenlerin cezalandırılmadığı farz. Bir cemaatin yapmasıyla edâ edilen farzdır. Eğer bir tek kişi bu farzı edâ etmezse hepsi âsî olur. 103
O halde, Allah’ın (c.c.) azabından- maddî-manevî olarak- korkan, herşeye gücü yeten ve yegane galib Cenâb-ı Hakkın her çeşit cezalandirmasından kurtulmak isteyen cemaatin, farz olan bir nizama suresizce ve tavizsizce tâbi olması, itaat etmesi böyle bir farziyete, her çeşit ihtimamı -her görevden önce- göstermesi ve ma’rufu emr-münkeri nehiy çalışmasını ümmetin her ferdine mâl etmesi gerekir.
3- Farz-ı kifâye mi yoksa farz-ı ayn mı daha üstündür veya hangisi ilk planda getir? sorusu gündeme gelmektedir. Bu konuda Celâlüddin el Mahallî şöyle buyurur;
“Zihinlerde münakaşaya yer vermeksizin, bazan aklımızda, farz-ı ayn, çoğunlukla her mükelleften istenmesi nedeniyle Allah Teâlâ’nın çok önem verdiği” sonucu ortaya çıkar. Halbuki Ebu İshak el İsferâyinî, İmam’ul Harameyn ve babası eş-Şeyh Muhammed el-Cüveynt gibi itim otoriteleri farz-ı kifâyenin, sorumluluk ve kapsam bakımından farz-ı ayndan daha üstün olduğu fikrini savundular. Zira ehliyetli ve iktidar sahibi bir cemaatin bu görevi yapmakla, mükellef müslümanların topluca Allah’a isyandan kurtulmalarını sağlar. Farz-ı ayn ile ancak onu bizzat yapan, terkiyle yine işleyeceği günahtan yalnız kendisi korunur. 104
Bu yönü ile ma’rufu emr-münkeri nehiy çalışması, farz-ı kifâye olduğu sözü ile konun önemini daha da arttırır.
4- Tüm insanlığı Allah’ın dinine da’vet etmek ve aralıksız bu da’vet görevini sürdürmek, insanın Allah ile olan ilişkisini sürdüren namazın kılınmasını sağlayacak zemini hazırlamak, terkine götürecek engelleri yoketmek, içki içip aklı sahasının dışında kullanacak her çeşit haramların terki için, organizeli ama ısrarlı bir çatışma sistemi kurmak (basın-yayın gibi) da ma’rufu emr münkeri nehiy görevinin gereğidir.
Allah’ın dinine da’vet, kesiksiz ve daimî olduğu halde ikinci şıktaki namazı terk ve içkiden vazgeçme ve vazgeçirme gibi çalışma, her ferdin hayat boyu ve iktidan nisbetinde yürütmesiyle mümkündür. Bir kimse “bu çalışmanın pratikte sona erdiğini” asta iddia edemez. Bu vadinden bakılınca ma’rufu emr münkeri nehiy çalışmasının hükmen farz-ı ayn olduğunu söylemek mümkündür. Fakat ikinci çalışma için, her ferdin ayrı ayrı yapması gerekmez, İslâm’a aykırı bir münkerin işlenmesi halinde cemaatten bir kişinin müdahalesi yeterlidir.
Meselâ; bir toplulukta şeriat’a aykırı ve uygun olmayan bir söz sarfedilirse, hazır olan cemaatin tepki gösterip reddetmeleri gerekir. Bu tepkiyi, topluluğun birden ve müştereken değil içlerinden birinin müsamaha ile yaklaşıp onu mehyetmesi yeterlidir. Zaten tümünün anî bir şekilde karsı koymasına da ihtiyaç yoktur. Ehil birinin meseleyi soğukkanlılıkla halletmesi ve kargaşaya meydan vermemesi halinde, orada oturanların sorumluluktan kurtulmalarına vesile olur. Böyle bir ortamda mevcut topluluğun susması ve hiç birinin cevap vermemesi, hepsini günaha ve isyana sokmuş olur. Ma’rufu emr-münkeri nehiy çalışmasına bu açıdan bakılınca, onun farz-ı ayn değil, farz-ı kifâye olduğunu görürüz.
5- “Ma’rufu emr-mûnkeri nehiy” görevi farz-ı kifâyedir” dememiz şöyle de anlaşılmamalıdır: Yeryüzünün belirli bir mıntıkasında İslâm ümmetinin bir veya bir kaç grubunun bu farziyeti ifâ etmesiyle, bütün ümmeti sorumluluktan kurtarır. Kaldı ki ma’rufu emr-münkeri nehiy çalışması, bir taraftan gayr-ı müslim ülkelerde icra edilmesi gerekirken, bir taraftan da müslümanlar arasında edaya ihtiyaç duyacaktır. Eğer birinci iş gayet zor ise, ikincisi ona nisbetle küçümsenmiyecek kadar büyüktür.
Şüphesiz ki İslâm ümmeti, belli sınırla çevrili ve belli bir kıt’ada oturan küçük bir azınlık değildir. Bugün (kitabın yazıldığı tarih olan 1966 yılı itibarıyla) 900 milyonu aşmış, muhtelif ülkelere dağılmış, birbirine uzak mıntıkalarda yaşamaktadır. Lisanları ayrı, bir çatıda birleşemeyecek kadar- bugün için- mümkün olmayan bir dağınıklı_____k
102 el-İhkâm fi-usûl-il Ahkâm (ÂMİDÎ): 1/141-142
103 Şerh-u MÜSLİM es-Sübût: 1/62-63
104 Serh-ul-Celâl el Mahallî ala Cem’i Cevâmi’: 1/185-186
NOT: “Farz-ayn şahıs plânında, farz-ı kifâye ümmet plânında cereyan eder. Birincisinin terkinde şahsî cürmü, ikincisinin terkinde umûmi cürmü ortaya çıkarır. Kıyas bu yönü ile değerlendirmelidir. (ÇEVİREN)
içerisinde yaşamaktadır.
Aynı şekilde bugün bu ümmet, dinî bir birlik oluşması gerekmesine rağmen, davranışlarında, görünüşlerinde, giyinişlerinde, dâva ve problemlerinin çözümünde gruplara ve cemaatlara bölünmüş, tabiatıyla idareleri ve anayasaları da ayn, büyük coğrafî sınırlarla çevrili ve değişik medeniyetlere boyun eğmiş ve eğdirilmiş olması sonucu bu dîni vahdetin oluşmasını zorlaştırmaktadır. Binâenalyh ümmetin iç ve dış dünyasını kuşatan bu emperyalist çember karşısında, ma’rufu emr-mûnkeri nehiy görevini bir ferdin veya bir grubun üstlenmesi ve yürütmesi gayet zordur. Bunun için devlete tâlib bir ümmetin bü kadar geniş bir organizasyona ihtiyaç duyacaktır. Da’vet kadrosunu ve ulemasını yetiştirmeyen bu cemaatin böyle bir çaışmaya kalkışması gülünç olur, saf dillik olur. Bu nedenle her kıt’a ve ülkede her İslâmî cemaat, ehliyetli ve ilmî kariyeri taşıyan İslâm âliminin yönlendirmesinde birlikler oluşturmalı ve ma’ruf-münker görevini bugünkü şartlarda yürütmelidir. Bu, ümmet olmanın ilk basamağıdır ve büyük olmanın ilk şartıdır. Şayet tüm dünyada üstün gücü ile ilkel olmayan bir takım vasıta ve yollarla ma’rufu emr-münkeri nehiy görevini yürüten bir cemaatin varlığını kabul etsek bile yine bu cemaat, aynı şekilde, her ülkede kendilerini kuşatan giyiniş, davranış ve yaşadıkları şartları ve bölge özelleklerini gözetip strataji tesbit edecek olan ehliyetli-tebligci ve- da’vetçilere ihtiyaç duyacaktır. 105
Kur’ân-ı Kerim bu çalışma metodunu şöyle işaret buyurur: “(Bununla beraber) mü’minlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkmaları lâyık değildir. O halde (onlann her sınıfından birer zümre savaşa gitmeli) kimi de din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeli ve vimleri (savaştan) dönüp kendilerine geldikleri zaman, onları Allah’ın azabıyla korkutmaları için (gitmeyip kalmalıdırlar.) Olur ki (bu suretle mü’minler dine aykın hareketlerden) kaçınırlar. Âyette önerilen metod, Beyzâvî’nin açuıklamalarma uygunluk arzetmektedir. Beyzâvî şöyle der: “Kabile gibi her büyük bir topluluktan bir kişi, şehir ahalisinden de bir cemaat… Bunlar, çalışma gayelerini, yüce ideal ve maksatlarını İslâm Hukukuna göre düzenleyecek, topluma yol gösterip yönlendirecek ve şeriata aykın tutum ve davranışlardan dolayı uyaracakladır. Bu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, ma’rufu emr münkeri nehiy görevi, muhtelif şehirlerde ve değişik mıntıkalarda aralıksız sürdürülecektir. Varılmak istenen gaye ve maksatların gerçekleşmesi için bununla da yerinilmeyecek, büyük veya küçük şehirlerde, köy ve kasabalarda bu organizeye bağlı çalışmalar sistemli bir şekilde sürdürülecektir. 106
Allâme el-Bagavî bu âyeti tefsir ederken şöyle der: “Fıkıh, şeriat hükümlerini tanımaktır. Bu hükümleri tanımak da farz-i ayn ve farz-ı kifâye yollarıyla olur. Farz-ı ayn bilgisi; taharet, namaz ve oruç gibi sahalara hitabeden Her mükellefin bilmesi gerekir.” Allah’ın Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur: “İlim öğrenmek her müslüman erkek ve kadına farzdır.” Aynı şekilde Allah Teâlâ kullarından bir kişiye farz kıldığı ibâdeti, onu tanıyacak ilmi öğrenmesini de farz kılmıştır. Eğer dince zengin ise Zekât bilgisini, hacc ibâdeti için de haccı ifâye ve sıhhatli bir şekilde edaya yarayacak ilmi öğrenmesi farzdır. Farz-ı kifâye’ye gelince; ictihad derecesine ve fetva verecek rütbeye erişinceye kadar ilim öğrenilir ve öğretilir. Bir şehir halkı, söz gelimi, bu farzı terkeder de ehliyetli kodroyu yetiştirip, dini sıhhatli bil kaynaktan öğrenmezse, o cemaatin tümü Allah Teâlâ’nın şeriatına isyan etmiş olur. Aksi bir ifâde ile “dini bütün yönleriyle” ve “Bir bütün olarak” öğrenip anlatacak bir “ilim kadrosu’nu yetiştiren münslümanlar farz-ı kifâye sorumluluğundan kurtulmuş olur Halkın başına gelecek herhangi bir olayda bir fıkıh âliminin taklidi ümmete vacip olur.
Hakkında kesin hüküm bulunmayan davalarda, haktan ve hak çizgiden sapmamaları için, insanlara hakkı gösteren her mıntıkada İslâmi çözümler getiren ulemanın varlığı farzdır. Bu, geçmişin değişmeyen sünnetidir. Her asrın İslâmı cemaatlerinde olduğu gibi, her gelen İslâmî Cemaatlerin de Ma’ruf ve mûnker görevini öğretecek İslâm âlimini yetiştirmesi zorunludur. Bunun dışındaki her çalışma, ümmete zaman kaybettirmekten başka bir işe yaramaz. Bu görev yerine getirilmediği sürece Ümmet âsîdir ve günahkardır.
6- İmam ibn-i Teymiyye’ şöyle buyurur:
“Ma’rufu emredip münkeri yasaklama görevi bizzat herkese (yani direkt herkese) farz olmayan bir görevdir. Kur’an-ı Kerim’in işaret buyurduğu gibi, bu farz yeterlilik ve iktidar ehliyetine göre cereyan eder. Cihad bu görevin tamamından sayılınca, aynı şekilde kifâye Farzlarından olur. 107
İslâm Hukukçuları, cihad hakkında şu mütalaada bulunur: “Düşman İslâm ülkelerinden birine taarruz edince halkı savaşa çağıran ister güvenilir olusun, ister fâsık olsun farz-ı ayn açısından ikisi de eşit sorumluluk taşırlar.
İslâm ümmetinin son 300 yılı içerisindeki dağılışını hızlandıran Emperyalist güçler, çok yönlü bir sömürü plânı hazırlayan haçlı zihniyeti, İslama karşı tarihî kinini nihayet peygamberin varislerini ortadan kaldırmakla ortaya koymuşlardır. Demek oluyorki İslâm’ın devlet ve iktidardan düşüşü; gerçek ve mûcâhid ulemanın ortadan silinişiyle sağlanmıştır.
Ümmeti cephede yenemeyen İslâm düşmanları toprak işgalinden ümit kesmiş, uzun vadeli plânlarını devreye sokmuş, ümmeti ayakta tutan merkezi otoriteyi ortadan kaldırmış, böylece ümmet başsız kalmıştır. Ümmet olma şuurunu, inandığı genç nesle aşılama uğrunda hayatını zindanlarda feda etmiş ve hâlis hürriyeti Hakka kölelikte bulan şair: (Nfk):
İpi kopan teşbihim, Dağılmış tane tane, Acı amma teşbihim. Hani nerde İmame? Taneleri toplayın, Hak ipine derleyin, Bir Îmâm’e bağlayın, Tevhid gelsin meydana” «yerek, İslâm ümmetinin arzetügi enkaz karşısında acı acı
105 et-Tevbe: 9/122.
106 Envâr-ût-Tenzil ve Esrâr-üt-Te’vil (Mezkûr âyetin tefsiri)
107 Meâlim-ur Tenzil (Hazin tefsirinin kenarı): 3/138
ağlamıştır. Evet, şimdi tes-bıh kopmuştur. Ümmeti yönlendiren Ulema itelenmiş, İslâm dışı modern câhiliyye bütün kurumlarıyla sultasını kurmuştur. (Çeviren)
Bu nedenle o ülke halkının tümüne seferberlik farz olur. Aynı şeilde bu ülke halkından olmasa bile, bu ülkenin müslüman ahalisine cihâd, kifâye vasfına göre farz olur. Yakın veya komşu bir müslüman ülke yoksa, yani arada kâfir bir devlet var da ondan sonra İslâmî bir ülke varsı, bu defa seferberlik halindeki İslâm ülkesinin yardımına koşması bu ülke halkına farz olur. Böyle bir ortamda “ben uzak bir ülkeyim, yapamam, edemem, diyerek bu farklı konumlu İslâm ülkeleri, cihad ve savaş halindeki İslâm ülkesine yardımda bulunmayıp, 9 ihmalkâr davranırsa, isyankârlar ile sorumsuzlukta yâni isyanda eşit olurlar. Binâenaleyh sorumluluk çemberi, böylelikle doğulu ve batılı İslâm ümmetini kuşatır ve farz-ı ayn durumuna geçer. 108
Bu açıklamalar zaviyesinde konuya bakılınca, kıyasın zarûretininin ortaya çıktığım görürüz. Söyle ki: “Bir yerde şeriat emirleri zayıflamış, nehiyleri yaygın hale gelmişse, bu emirleri tekrar yaşanır hale getirmek, yasakları da toplumdan uzaklaştırmak, o yerin ahalisine farz olur. Şayet o yerin halkı sorumluluklarını taşımaz veya bu sorumluluklarını taşımada gaflete düşerlerse, yakın komşu müslüman ülke, isyan halinde olan bu topluma, sorumluluklarını hatırlatmak ve yardımda bulunmak üzere devreye girecektir. Ya da fiilen ihmal yüzünden yönetimini düşmana kaptırma derecesine getiren bu halkın yönetimini üstlenecektir..Sözgelimi, müslüman bir cemaat veya ülke, şeriatın yasakladığı herhangi bir haramı veya suçu işleme tehlikesine düşmüş, bu da onu dinden çıkaracak kadar tehlikeli bir fitne halini almışsa, inanç ve itikadları da bozulmaya yüz tutmuşsa, içlerinde de kendilerini ıslah edecek bir dâvetçisi ve dâvetçileri de yoksa, bu takdirde, bu cemaate yakın olan müslümanlara, onları ıslah edip tekrar İslâm’a ısındırma sorumluluğu düşmüş olur. Bu komşu cemaat veya ülke de bu görevini yapmazsa, sorumluluk cihadda olduğu gibi- ümmetin tümünü kapsar.
7- Ma’rufu emretmek münkerden nehyetmek, cunıhur’a göre farz-ı kifâye olmasına rağmen, bazı şartların ortaya çıkardığı zorunluluklar nedeniyle farz-ı ayn olur. Bunlardan birkaçını arzedelim:
a- İslâm Devleti’nin görevlendirdiği kimselerin bu görevi yapmaları farz-ı ayrıdır.
Nizamuddin-en-Nisâbûri: “Devlet, ma’rufu emr-münkeri nehiy görevini yürütmek için bir kişi tayin, etse, o kimseye bu konuda yetki vermiş demektir. Ve o kimse Muhtesib”dir der109
b- Bir yerde Ma’rufu emretme esasları değişikliğe uğrar, mimker de işlenmiş olup, bu durumu, bir kişiden başkası da bilmiyorsa, mafu emr münkeri nehiy görevi, otomatikmen bu kişiye verilmiş demektir.
Aliyyul-Kârî der ki: “Ma’rufu emredip münkeri nehyetmek, bir kişiden fazla kimseler tarafından bilmiyorsa farz-ı kifâye olur. Aksi halde gören herkese farz-ı ayndır. 110
c- Ma’rufu emredip münkeri nehyetmek, usûlüne uygun olarak münakaşa ve mücâdeleyle ihtiyaç hissettiriyorsa, buna ehil olan herkesin iştiraki farz-ı ayndır.
İbnul-Arabt el-Malikî: “Ma’rufu emr münkeri nehyetmek farz-ı kifâyedir. Mü’min kendinde bu görevi yapabilme salahiyet ve yetkisini görüp, tek başına ve bağımsız olarak yürütebileceğine inanıyorsa bu durumda bu vasıfları taşıyan herkese farz-ı ayn olur,” der. 111
d- Ma’rufu emr-münkeri riebiy görevini yürütecek bir tek kişi kalmışsa, bu kişi de bu görevi yürütebilecek iktidarı kendinde bulabiliyorsa bu, hükmen farz-ı ayn olur.
İmam İbni Teymiyye şöyle der: “Ma’rufu emr, münkeri nehiy; güç, iktidar ve ehliyet kapasitesine göre farzdır. Gücü yeten herkesin bu görevi üstlenmesi farz-ı ayn’dır. 112
İmam Gazâlî de aynı anlamı desteleyerek şöyle der: “Ma’rufu emr münkeri nehyetmek farzdır. Şüphesiz ki bu farziyetin sorumluluğu; kudret ve ehliyet sahibi olanların ifâ etmesiyle kalkar. 113
Genişçe incelemeye çalıştığımız ve görüşlerle desteklediğimiz bu konu, her nekadar farziyeti, iktidar ve ehliyet şartlarıyla kayıtlı görünüyorsa da, zaruretlerin gerektirdiği her yer ve zamana, bu görevi yapabilen her kese farzdır. Fakat herkesin yapması ve bu konuya el atması, nazik bir konuyu hakkıyla izah edememe zorluğunu da ortaya çıkaracaktır. Bu caiz de değildir. Aslında bu duruma düşmeden önce tedbir almak en çıkar yoldur. Çünkü bu, ihmal kabul etmeyecek kadar nâzik bir konudur. Peygamberler hayat boyu yürüttükleri bir görevi ihmal etmezken, müslümanm ihmal etmesi ve bu sahanın bilincinde olmadan, sahanm adamım yetiştirmemesi kadar büyük cürüm olur mu?
Ma’rufu’emr-münkeri nehiy konusunda, hiç bir ihmal müslümam mazur göstermez.
III.BÖLÜM
“MARUF” VE “”MÜNKER” KAVRAMLARININ MAHİYETİ VE NE İFÂDE ETTİKLERİ
108 el-Hisbe fil-İslâm: 66
109 Feth-ul-Kadir vel-înâyetü Alel-Hidâye: 4/270-271
110 Garâib-ul Kur’an ve Regâib-ul Furkan (İbn-i Cerir’in ken….) 4/30
111 el-Mubin-ul-Muin Li-fehm-il Erbain: 189
112 el-Ahkam-ul-Kur’an: 1/122
113 el-Hisbe fil-Îskam: 37
Ma’ruf’u Emretmek Münkeri Yasaklamak, Ahlâkî Konulara Ait Bir Kavram Değildir
Ma’rufu emr-münkeri nehiy, o kadar önemli bir görevdir ki, ümmetin omuzlarına yüklenen devlet gibi bir organizenin kuruluşu için veya iktidara götüren en yüce inkılâbı hareketin temel felsefesini ifade eden bir unvan anlamını taşır.
Öyle ise “ma’rufu ve münker” kavramlarını İslâm’ın yüklediği anlam ve kapsam ile anlamamız gerekir. Şimdi bu iki kavramla ne anlatılmak istenmektedir. Asıl olan; Allah’ın bu iki terim ile nasıl bir hedefi mü’minlere göstermek istediğidir. Öyle ise iki kavram tanıtılmadan, bize yüklenilen görevi kavramamız mümkün olmayacaktır.
Günümüz müslümanlarınca kullanılan ve revaçda olan anlamıyla ma’ruf; herkesçe bilinen ve iyiliği sınırlı olan, olsa da olmasa da yapılan ahlâkî faziletler olarak anlaşılmaktadır. Bunun gibi münker de; genel ahlâka aykırı ve herkesin çirkin gördüğü ahlâkî davranışlar olarak anlaşılmakta veya sanılmaktadır. Daha sonra da “ma’rufu emr-münkeri nehiy” gibi bir görevi de; herkesi iyi davranışlara yöneltmek ve kötülüğü hoş görmeyen bir kamuoyu oluşturmak şeklinde anlarlar. Tabii ki bu kötülük İslâm’ın hoş karşılamadığı kötülük değildir.
Oysa Kur’ânı Kerim’in bu iki kavram ile anlatmak istediği, yukarıda sanıldığı gibi çok dar ve indî olarak ifâde edilenler değildir. Ma’ruf ve Münker kavramlarının sahasını böyle dar anlamak, avamın kendi arasında anladıklarından farklı bir konum işgal etmeyecektir. Öyle ise Kur’ân-ı Kerim’in arz ettiği ve hayat felsefesinin temelini oluşturan bu kavramları anlamak için düşüncelerimizi zorlayarak, Kur’ân ve sünnetin ışığında en doğru anlamım araştırmak mecburiyetindeyiz.
Kur’an-ı Kerim açısından bu kavramlara bakıldığından görülecektir ki; yalnız Ahlâki Sınırlarla ifadesini bulan bir anlam taşımadığı gibi, sadece va’z ve öğütten ibaret bir sahaya da sıkıştınlmamıştır. Kur’an-ı Kerim’in ifâde ve üslûbunu iyice kavrayanlar göreceklerdir ki bu iki kavramın kapsamı çok geniştir. Hatta “Kur’an ve İslâm bu iki kavram üzerinde kurulmuştur,” denilse yanlış olmaz. Zira “dini hayatı canlı ve diri tutmak, dünyadaki tüm İslâm dışı yanlış ve eğrileri düzeltmek için” sarfedilen çabaları ve gayretleri ifâde edecek kadar geniş sahalıdırlar. Bu iki kavramı böyle anlamağa bizi iten saik, elbette ki Kur’an’n tatbikatıdır. Veya hedeflediği toplum anlayışıdır. Aksi halde ma’ruf ve münkeri öyle dar anlamak; hedefi olmayan bir çabayı sarfetmeye götürecek ve sadece câhiliyyenin “iyi ahlâk” deyip, kendine karşı aktif olmasını arzu etmediği bir hümanizma anlayışına mü’mini sürükleyecektir. Böylelikle de dinin ve dinî hayatın ayakta tutulması için herhangi bir gayret ve çalışma sarfedilmeyecek. Mü’min gönderildiği hedefini tanımayacaktır. Kapsam ve anlamı böyle anlaşılan bir kavramın farziyetine de inanmayacaktır. Dinin ve dini hayatın üzerinde kurulduğu bu iki kavramın mana’ ve ihemmiyeti ile ilgili her türlü çalışma artık boş bir hayâl halini alacaktır ve İslâm ümmetinin, görevi ile ilgili çalışmayı da dar ve sınırlı bir sahaya hasredecektir.114
Bu düşünceye sahib kişiye: “Allah teâlâ” dini hayatın yaşanmasını” bize emretmiştir” diye sorsan, cevabı; “Onları ahlâkî güzelliklere çağırıp böyle bir hayatın varlığını duyurduktan sonra görevimiz sona ermiştir” diye cevap verecektir. Şüphesiz ki bu düşünceye sahip bir kimsenin maruf ve münker kavramlarını anlamadığı söylenemez. Ancak bu kavramların açıklanmasında hataya düşmüştür denilebilir. Hatta denilebilir ki bu kişi, dinden kaynaklanan doğru bir tasavvur ve anlayıştan uzak kalmıştır. Tıpkı ümmetin, niçin ve hangi maksat ve hedefleri gerçekleştirmek için gönderildiğini anlamadığı gibi. Demek oluyor ki aslolan; Kur’an’ın maksad ve hedefleri doğrultusunda yaşanan islâm gerçek İslâm’dır.
Ma’ruf ve Münker Kavramlarını Doğru Anlamak
Ma’ruf ve münker, sadece Kur’an-ı Kerim’in asıl maksadına uygun olarak kullanıldığı iki kavramdır. Kur’an’ın kendi yöntemiyle bakıldığından, bu iki kavramla ne anlatılmak istendiği kolayca anlaşılır. Bu konuyu şu açılardan inceleyelim:
1- Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin görevinden söz ederken, ma’ruf ve münker kavramlarını kullanmıştır. Hiç şüphesiz ki peygamberler, sadece insanların güzel huylu olmalarını sağlamak için gönderilmiş değillerdir. Bu, sadece onların gönderildikleri hedefleri gerçkleştirmek için görevlerinden biridir. Zira onların görevleri, açık ve net olarak; insanları tek Allah’a boyun eğmeye, şartsız itaata ve onun hâkimiyetini kabul edip, onun dışında her türlü beşerî otoriteyi reddetmeye da’vet etmeleridir. Allah’a şartsız itaat ise, yalnız Allah’ın hükümranlığı için hayatın tüm cephelerini kuşatma anlamındaki boyun eğişi ifâde eder. Mü’min, böylece hayatı, yalnız bir cephesiyle değil, onu kuşatan atmosferi bütün renk ve muhtevasıyla değiştirici ve kapsayıcı büyüklükte bir anlayış ve evrensel bir tasavvur çerçevesi içerisinde İslaha, yenilemeye ve yönlendirmeye koyulacaktır. Artık o, gerçek ve kâmil imanın ancak böyle bir ortamda yaşanabileceğine inanacak ve tüm gayretini bu yönde sarfedecektit Hedefi; Allah’ın emir ve nehiylerinin hayatın her sahnesinde söz sahibi olmasmr sağlamak olacaktır. İnançlarında…. Düşüncelerinde İbâdet ve ahlâk ölçülerinde….Medenî, sosyal, siyâsî ve insanî tüm ilişkilerinde göstereceği gayret,
114 Günümüz müslümanları, yabancı kültür emperyalizmasının telkinleri sonucu bu gün aynı konumdaki bir anlayışa sahib olmuştur. Yani “dinin geçmişte etkin bir rol oynayıp, müslümanların ümmet olmasını hazırlayıcı aktif görevini yitirdiğini ve o günkü statükoyu korumanın mümkün olmayacağım ileri sürerler. Yeniden dinî hayatı yaşatmak veya dini hayata hâkim kılmak imkansızdır.” demeleri yukarıda arzedilen anlayış gibi müşahhas bir iflâs örneğini sergilemektedir. Aslında günümüz müslümanının böyle bir anlıyışa sahip olması için uzun va’deli, dış kaynaklı bir İslâm düşmanlığının tohumlarının atıldığını ve asırları alan bir çabanın sergilendiğini göstermektedir. (Çeviren)
bu hedeflerin tahakkuku uğrunda olacaktır.
Anlaşılıyor ki ma’ruf, Allah Rasûlü’nün, tatbikatını emrettiği şer’i ölçülere uygun, hayatın her safhasını kuşatan Allah’ın rızası, münker ise tatbikatını arzu etmediği ve hayatın tüm safhalarında yaşanan Allah’ın rızası dışındakiler demektir. Yani ma’ruf ve münkerin sahası, hayatın her safhasıdır. Hayatı bütünüyle etkiler ve kucakar. 2- Nebi ve peygamberlerin gönderilişindeki gaye ve amaç; bizzat islâm ümmetinin varoluş gayesi’dir. Binaenaleyh bu ümmetin görevi; ma’rufu emretmek, münkeri yasaklamaktır. Bu yönüyle bu ümmet “en hayırlı ümmet” diye adlandırılmıştır.
Şayet ma’ruf ve münker kavramlarıyla yalnız “Ahlâki öğüt” kastediliyorsa, dünyanın her tarafında ve sürekli olarak bu görevi yapan topluluklar mevcuttur,
20. asır, ahlâki çözüntünün zirvede seyrettiği bir asırdır. Nice ahlâkî değerlerin, renk ve mekân değişikliğine rağmen bugün her yerde ahlâk öğretilmektedir. Konferanslar, edebî toplantılar ve makaleler sunulmakta, kitap ve broşürler yayınlanmaktadır. Kitlelere ahlâkın yüceliğini tanıtmak ve bu kitleleri ahlâki degerelere göre yönlendirmek için gayret sarfeden, çeşitli renk ve muhtevada yanşa giren kuruluşlar görmekteyiz. Bu kuruluşlara karşı İslâm ümmeti, geçmişteki aktif pozisyonunu takınarak, dünya insanına mesajını aktaracal ve toplumu inkılâbı bir ruhla yeniden İslâm’ın kucağına oturtacak tır. Dünyamız, şartların zorladığı bir ortamda böyle ahlâkî bir islah; ne kadar da muhtaçtır. Bu, İslâmî anlamda bir cemaat işidir. (Gayelerini tahakkuk ettirecek bir lider etrafında toplanma ruhundar, mahrum olanlar cemaat olmaktan uzaktırlar. Biatlı toplum olmak mecburiyetleri vardır bugünkü müslümanlarm….) Fakat bu ümmet, dünyada yaşayan diğer ümmetlere nisbetle “en hayırlı ümmet” vasfını sadece bu çalışmasıyla elde etmiş değildir. Çünkü onun gerçek görevi yalnız “ahlâkî ıslah”dan ibaret değildir. Bunun dışında hayatın her safhasında ve tedricî usûllerle “İslâm insanını inşa” etmektir. Bu yönüyle bu ümmet, peygamberlerin görevini üstlenmekle diğer insanlar arasından seçilmiş bir ümmettir. Peygamberlerin insanlara nisbetle işgal ettikleri mevkî ve statükoyu koruma ve sürdürme anlamını taşır bu ümmetin üstlendiği görev. Aksi halde Allah Teâlâ’nın onu “en hayırlı ümmet” diye vasfetmesinin bir anlamı olmazdı. Zira mücerret ahlâka da’vet, dinin bir bölümünü ifade eder. Ümmet sadece bu yönüyle bu ismi almamıştır. Çünkü tarihî görevi itibariyle bu ümmet; Allah’ın dinini her türlü ve çok geniş boyutlu emperyalist tasullutlara karşı koruyacak ve dini bütün kurumlarıyla ayakta tutmak için, Allah’ın yeryüzündeki var olan şahitleridir. İnsanların arasından seçilip gönderilmiş oimasi da bu yönüyledir. Allâme Ebu’l-Hayyan el-Endülisi şöyle buyurur: “Kur’anı Kerim’in bu ümmeti “en hayırlı ümmet” diye vasfetmesi şu özelliklerinden dolayıdır:
“Bu ümmet, Allah’ın Rasûlü’ne iman etmeye da’vet ederek, Allah’ın yardımına güvenip dayanmış, şeriat ilmini koruyup kollamış, bunun için her şeyini feda etmeyi cana minnet bilmiş ve ülkeleri bu idealle fethederek diğer ümmetlerle yarışta birinciliği kazanmıştır.115
3-Allah Teâlâ Âl-i İmran sûresinde, İslâm ümmetinin, ma’rufu emredip münkeri yasaklama ve hayra da’vet görevinin birlikte yürütülmesini emretmiştir. Bu iki emirden biri, diğeri olmadan yürütülemez. Hayra da’vet ma’rufun açıklanmasıdır. Çünkü hayra da’vet etmek; tüm insanlağı Allah’ın dinine ve bütün kapsamıyla Allah’ın şeriatına da’veti ifade eder. (İnanç ancak amelle anlam kazanır. Aslolan ölçü yaşayıştır. “Diğer dinler, bağlılarından sadece iman etmelerini istemelerine karşılık İslâm, inanmak ve inandığı gibi yaşamayı da istemiştir. Hak olan bir davranıştan yoksun olan İman meziyet değildir. Tıpkı yerine geritirilmeyen bir görev gibi eksiktir. Ölçü yaşayıştır.”)
Müfessirler derler ki: “Allah Teâlâ “hayra da’vet” kavramıyla ma’ruf ve münker ikilisini iki temel kabul ederek, İslâm’ı bütün kurumlarıyla bu kavramın hükmü ve otoritesi altına almak” istemiştir. İmam Râzî şöyle buyurur:
“Hayra da’vet cins bir kavramdır. Altında iki anlam yatar: Biri ma’rufu’ emretmeyi gerektiren çalışmaya teşvik diğere münkeri yasaklamayı konu alan her çeşit çalışmaya teşviktir. 116
Netice olarak; “Hayra da’vet, ma’rufu emredip münkeri yasaklamaya çalışmak” kavramlarıyla, insanlığı Allah Teâlâ’nın dinine da’vet etmek ve tüm hükümranlık haklarını bu dine veren ve bunu açıkça ilan eden her çeşit çalışma anlaşılmaktadır.
İlim Otoritelerinin Açıklamaları
13 yüzyıl boyunca İslâm ulemasının, maruf ve münker kavramlarına sadece ahlâkî ve dayanıksız bir takım ilmî nazariyelerden öteye geçmeyen anlamlar verdiği zannedildi. Oysa ma’ruf ve münker kavramları sanıldığı kadar dar sınırlı kavramlar değildir. Hükmettikleri sahaları tesbit ettiğimiz zaman görülecektir ki bu ilmî kavram; inanç, ibâdet, ahlâk ve tüm sosyal ilişkileri ve ilâhî hukuku sahasına almışür. Hayatın sadece belli bir bölümünü ele aldığı şeklindeki gayr-ı ilmî bir sınırlandırma yapmak, gayr-i ilmi olduğu gibi, bu kavramların ne ifâde ettiklerini de anlamamak olur. Şimdi bir çok ilim otoritelerinin konu ile ilgili ilmî bakışlarım arzederek, onların ma’ruf’un; ahlâkî diriliş ve Kur’an’i hayata hâkim kılma, münker’in ise ahlâki çöküntünün unvanı olduğunu ispatlayan derin anlayışlarından birkaç tanesini arzedelim: İmam eş-Şevkâni der ki:
“İbn-i Ebî Hatem Eb’ul-Âlîye’den şöyle bir tanım nakleder: “Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de ma’rufun emredilmesi ile ilgili zikrettiği her âyet İslâm’ı, münkerin yasaklanması ile ilgili zikrettiği her hükmü putlara
115 Bahr-ul Muhit : 3/239
116 et-Tefsir-ul-Kebir: 3/20
ibâdeti ifade eder.” Bu, tayin ve tesbiti güç olan bir tahsisdir. Ne arap dilinde, ne şerl örfde böyle bir tanıma rastlanmamıştır.117
Allâme Ebu’l-Hayyan el-Endülisî şöyle der: “Bazı kimseler ma’rufu tevhid, Münkeri de küfür ile tefsir ettiler. Şüphesiz ki tevhid ma’rufun, küfür de münkerin temel felsefesidir. Fakat bununla beraber her ma’ruf’da genel belirti, şeriatın emirlerine teşvik etmek, her münkerde de şeriatın yasaklarına uyma anlamı vardır. 118
İmam Razî şöyle buyurur: 119
“Ma’rufun başı Allah’a îmam’dır. Münkerin başı da Allah’ı inkârdır.”İmam Ebu Bekir el-Cessas buyurur ki:
“Ma’ruf Allah’ın emrettikleridir. Münker ise Allah’ın yasakladığı şeylerdir. 120
Allâme el-Heddâdi:
“Ma’ruf, sünnet, münker, bid’attır. 121 der.
Allâme Seyyid el-Alüsi buyurur ki:
“Ma’rufa uymak: itaat ve Allah’ın emirlerine uymak, münker ise şeriatın meşru görmediği günah ve günah sahalarıdır. 122
Allaame İbni Hacer el-Heysemi: “Ma’rufu emredip münkeri yasaklamak: şeriattın esaslarıyla hükmetmek, haramlarını yasaklamak demektir123 diye tanımlar.
Allâme b. Malik ise konuya şöyle bakar:
“Münker, söz ve amel yönünden Allh’ın rızasının olmadığı her hakaret ve davranış, ma’ruf ise bunun zıddı olan sahanın adıdır. 124
Allâme Aliyyü’l-Karî der ki: “münker: Dinin hoş görmediği, istemediği ve rıza göstermediği her şeydir. 125
Allâme el-Münavî münker kavramının geçtiği âyeti tefsir ederken derki: “(Sizden bir kimse herhangi bir münkeri görürse yani söz ve amel olarak İslâm’ın çirkin görüp, söz ve amel olarak yasakladığı herhangi bir şeyi görünce (onu değiştirip hayattan kovsun. 126 der. İmam İbn-i Teymiyye: Ma’ruf her farzı, münker ise her çirkin davranış ve ameli ifade eder. Çirkin ameller ise günah ve mahzurları kapsamına alır ki, şirk, yalan ve zulüm gibi yüz kızartıcı söz ve davranışlardır. 127
Gerçek şu ki ma’ruf, yalnız yüksek ahlâkî değerler için kulanılmaz. Zira bu değerler ma’rufun bir parçasıdır. Münker ise fesad ve ahlâksızlık anlamını taşır, ama sadece “bozuk ahlâk” diye tanımlanamaz.
Allah’ın zat ve sıfatlan Rasûllullah’ın (s.a.v.) sünneti ve İslâm şeriatı maa’ruftur. Uluhiyyet ve peygamberliği inkâr, din ve şeriate muhalefet de münkerdir.
Şimdi bu ilmî tanımları arzettikten sonra konuya diğer bir açıdan ve derinlemesine bir gözle bakmaya çalışalım.
İlahî Şerîat Ma’ruf, Ona Aykırı Her İdare Ve Anlayış Münkerdir
İnsan her halü kârda dine muhtaçtır. Teşri hakkı dediğimiz (emretme ve yasaklama) kanun koyma ve yapma hakkı sadece Allah’ındır. İnsan ferdî ve sosyal hayatında kanun dediğimiz nizamdan uzak yaşayamaz. Fakat bizzat kendisine, kendisini bağlayacı bir kanun yapma yetkisi de verilmemiştir. Çünkü insanın kendisi hakkındaki anlayışı, kendisini izah eden felsefesi hiç bir zaman yeterli olmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın, insanın izahı demek olan din, ma’rufun ta kendisidir. Ve insanı beşeri ölçü ve bakışlarla izaha kalkışan her sistem de câhiliyyedir, münkerdir.
İnsan, kanun koyma ve kanun yapma hakkının Allah’a ait bir hak olduğuna inanıp itiraf edince, hayatının her safhasında ma’rufa boyun eğmiş ve hakkı doğrulamış olur. Şayet bu hakkı Allah’a ait görmeyip kendi arzularını kanun yapmağa yeltenirse iki durumdan birine rıza göstermiş olacaktır.
Bunlardan ilki; insanı kanun koymanın ölçüsü kabul etmiş olacak, idare hakini insan arzusuna ve mücerret akla vermiş olacaktır ki her söz ve amelinde bunların arzusuna boyun eğemek mecburiyetinde kalacaktır.
İkincisi; kendisinin kendisi gibi bir kişinin veya kişilerin (yani meclislerin) millet adına çıkardıkları emir ve yasaklara boyun eğmeye razı olmasıdır.
Günümüz insanlığının sahib olduğu temel felsefe, bu iki yaklaşımın değişik çehreleridir. Her iki yöntem de aldatma ve sömürme yollarıdır. İnsanlığı hüsran ve ölüme mahkûm eder. İnsanı, insanlığın kulluğuna ve şahısların katı arzuları demek olan despotizme kurban eder. Halbuki ma’rufu emr-münkeri nehiy; insanın, kulların hükmetmesinden kurtarılıp Allah’ın hâkimiyetine ve gerçek hürriyete teslim edilmesidir. Şartsız itaat olan Allah’a ibâdet etmeye ve yalnız ona boyun eğmeye çağırmaktır. Allah’ın gönderdiği din, İslâm’dır. Tek hedefi, i’lâ-yı
117 Feth-ul Kadir: 1/338
118 El-Bahr-ul-Muhît: 3/20-21
119 Et-Tefsir-ul Kebîr: 4/523
120 El-Ahkâm-ul-Kur’an:’ 26/41
121 Ruh-ul-Beyan: 1/959
122 Ruh-ul-Maanî: 4/28
123 ez-Zevacir an-aktiraf-il Kebâir: 2/146
124 Mebârik-ul-Ezhâr şerh-u Meşarik-il Envar: 1/48
125 el-Mübin-ul-Muîn-li-fehm-il Erbain: 188
126 et-tefsîr şerh-u Cami-is-sagir: 2/418
127 el-Akîdet-ül İsfahâniyye: 121
kelimetullah yani Allah’ın (c.c.) her sahada tek hâkim kabul edilmesi, her sahada söz sahibi olması, yönetim ve hükümranlık hakkının kendisine verilmesidir.
Allah’a inananlar onun dinini açıkça ilan etmeli ve onunla çatışan her çeşit sistem ve felsefelerin aleyhinde birlikte savaşmahdırlar. Ta ki fitne ortadan kalkıncaya kadar…. Allah, fikrî ve amelî olarak her türlü yabancı unsurlardan arınmış saf İslâm şeriatını tatbik etme görevini bu ümmete yüklemiştir. Hayatın her çeşit idare ve şubesinde emir ve nehiylerine uyularak tatbikatını istemektedir. İslâmda kanun koyma hakkı, hiç bir yasama organının hakkı olamaz. Nefis ve arzuların kanun yapma hakkı İslâm’da yoktur. Çünkü İslâm ile terbiye edilmemiş bir nefsin, insanlığa vereceği ve sunacağı hiçbir olumlu mesajı yoktur.
Hiç bir insanın Allah’ın dinini tebdîle ve tağyire yeltenme hakkı yoktur.
Allah’ın dininden sapmak ve din düşmanlığı yapmak kadar büyük münker olamaz. Münker taraftarlarının çoğalması ve savunucularının mevcudiyeti de münkerdir. Allah Teâlâ İslâm ümmetinden ma’ruf’a tabî olmasını ve uygulamasını istemektedir, İslâm’ın hayata uygulanma görevinin ma’ruf ehlinden ve onu savunanlardan istenmesi kadar tabiî birşey olamaz. Bu istek ve arzunun, müslümanın iç ve dış dünyasında görünür halde belirlenmesi ve savunulması gerekir. Her fırsat ve adımda bu istek ve arzunun tezahürlerini vermesini sağlamak müslümanın görevidir.
İmara İbn-i Teymiyye şöyle der:
“Emir ve nehiy insanoğlunun varlığının gereğidir. Kim Allah ve Rasûlü’nün emirlerini emretmez, yasakladıklarını yasaklamazsa, ya ma’rufa muhalefet etmiş olacak, ya da Allah’ın hükmetmesini emrettiiği hakkı bâtıla karıştırmış olacaktır. Eğer bu tür bir anlayıştan ayrümazsa uydurma bir din edinmiş olur.
İslâm müctehid imam ve ilim otoritelerinden naklettiğimiz bu açıklamaların ışığı altında vardığımız kanaat gösteriyor ki ma’ruf ve münker kavramları, salt ahlâkî kavramlardan olmayıp, “Şeriat Hukukuna ait” iki temel kavramdır. Bu iki temel kavram, Allah’ın dinini ve şeriatının tatbikatını ifade eden iki mücmel ifâdedir. Bu nedenle ifâde ve kapsam açısından bu iki kavrama bakıldığında, görülecektir ki ma’ruf; Allah’ın dininin emrettiği inanç, fikir, ibâdet, usûl ve metodlar, ahlâki ilkeler, siyasî ve medenî kanunların tümü, bunların dışında ‘kalan saha da münkeri ifâde etmektedir. İşte bu ümmet birincisini emretmek ikincisini de nehyetmekle emrolunmuştur.
Ma’ruf Ve Münker Dinin Tarifidir
Şimdi yanlış bir anlayış üzerindeki perdeyi kaldırmak istiyoruz. Bu yanlış anlayış sıhhate kavuşmadan ma’ruf ve münker kavramlarım anlamakda daima güçlük çekmiş olacağız.
Bu yanlış anlayış; ma’rufu’un; “bir davranışı iyi ve güzel bulmak” münkerin ise, “herhangi bir şeyi sadece hoş görmemek veya çirkin bulmak” gibi anlamlar ifade ettiğidir. Keza ma’ruf, herhangi bir fert ve toplumun hoş görüp kendisiyle amel ettiği davrımşı da ifâde etmez. Yine fert veya cemaatın hoş görmediği ve bilinmeyen bir davranış da münkeri ifâde etmez. (Zira fert veya toplumun hoş görmediği bir davranışı, din hoş görebilir veya onaylayabildiği bir amel olabilir. Yine hoş gördüğü bir ameli dinin ona münker damgasını vurduğu cinsden bir davranış olabilir.) Çünkü ma’ruf ve münkerin Kur’anî ifadeyle özel bir anlamı vardır.
Binaenaleyh Kur’ân-ı Kerim’in genel esprisi açısından bakıldığında ma’rufun; “ilahî yasanın sunmak istediği inanç ve ameli” ifâde ettiği hemen anlaşılacaktır.
Aklımızın mahsûlü olarak keşfedilen bir sahanın insanlar tarafından hoş görülüp beğenilmesine ma’ruf diyemeyiz. Ancak keşfedilen bu saha Kur’an ve sünnet tarafından kabul görürse ma’ruf olur. Aynı şekilde aklımızın kabul etmeyip, insanların da sevmediği, alışamadığı ve uygun olamayan bir davranışı İslâm şeriatı, onun münker olduğuna hükmetmediği sürece münker diye ilân edemeyiz.
Herhangi bir amel veya tatbikatın din nazarında münker olduğu halde o günkü düşünür veya ilim ehli tarafından ma’ruf kabul edilmesi ileri sürülebilir. Dinin bu tatbikatı onaylaması istenemez. Nasıl ki bir kısım şahıs veya kurumların münker olarak kabul ettikleri bir tatbikat dince ma’ruf kabul edilmediği gibi. 128
İmam Râğıb el İsfehânî şöyle buyurur:
“Ma’ruf, akıl ve dinin hoş ve uygun gördüğü her amelin adı, münker ise akıl ve dinin hoş görmeyip yasaklamayı emrettiği her amelin adıdır. 129
Bu açıklamada ma’ruf ve münkerin tanımında aklın, din mevkiine konulduğu anlaşılmasın. Zira bu hususda akıl hür değildir. Aksine dine boyun eğmiştir. Bununla beraber, fesada uğratacak bir hastalığa yakalanmadığı sürece, bütünüyle dinle uyum içindedir. Şüphesiz ki dinin hiç bir hükmü sağlam akılla çatışmaz. Bu nedenle imam Râğıb el-İsfehâni, akıl ile dini aynı makamda zikretti. Binaenaleyh bir davranışın ma’ruf veya münker oluşu ile ilgili hüküm vermede akü acziyete düşse bile din tek başına konuya çözüm getirecek yeterliliktedir, İmam Râğib bu hususa, münker’i açıklarken şöyle temas eder. “Münker, aklın, çirkinliğine ve kötülüğüne hükmettiği, yahut bir
128 el-Hisbe fı’l İslâm: 87
129 Tâğutî yönetimlerde içki, kumar, zina ve gayr-i meşru ne kadar amel ve tatabikat varsa hepsi ma’ruf (meşru) kabul edilmişken, hâkim unsur İslâm olan devlet yönetimlerinde bu ameller münkerdir ve savaşılması gerekir bunlarla. Bunun gibi “şehâdet kelimesi” öz olarak yalnız Allah’ın hâkimiyetini ve Resûlüllah (s.a.v.) ‘in liderliğini ifâde ederken, islâm’da bir amelin temel felsefesi bu iki unsurdan kaynaklanmıyorsa, ölü ve merdûd olduğu kesin çizgilerle . belirlenmiştir. Böyle bir ma’rufun gerçekleşmesi farz-i ayn iken, İslâm’ın bu temel yapısı, çağın tâğutî ve câhiliyye yönetimlerince “Çağ Dışı” damgası vurularak münker kabul edilmiştir.”(Çeviren)
davranışın çirkin ve kötü oluşunda aklın durakladığı fakat dinin “çirkindir” dediği ve hükmettiği her ameldir.
İbni Cemre şöyle der:
“Ma’ruf, dinin ma’lum delil ve kıstaslarıyla bilinen her iyi amel ve davranışın adıdır. Bu ister âdet cinsinden olusun, ister dışındaki bir davranış olsun hüküm birdir. 130
İslâm uleması, İslâm toplumunda bir amelin yaygın oluşu veya kabul görmeyişi, güzel görülmesi veya reddedilişi, ma’ruf ve münkerin tanımıda din ile beraber bir kıstas ve ölçü oluşundan söz etmiştir. Bu doğru bir yargı olmayıp sadece bir zandır. Fakat bununla beraber şu da bir gerçektir. İmân sahiplerinin inanış ve amel cinsinden güzel kabul ettikleri davranışların ma’ruf, hoş karşılamadıkları davranış ve tutumları da münker diye adlandırmamızda bir sakınca yoktur. Böyle bir sonuç; “akıl ve tecrübelerinin ürünleridir. Yahut muhtemel ki millî gelenekleri ve ırkî tutumlarıdır” denilemez. Çünkü Allah ve Rasûlü’ne sâdık bir imanla teslim olanlar, ma’ruf veya münker bir amele, ancak Allah’ın dininin ışığında, O’nun şeriatine tâbi olarak ve emirlerine bağlanarak bakarlar.
İlâhî Şeriatın, tanıyıp kabul ettiği her amel ve davranış onlarca da ma’ruf, hoş görmeyip reddettiği her davranış da münker kabul edilir. Bu yargılarında hiçbir şüphe ve zan içinde değildirler. Dinin “ma’ruf kabul ettiğini “münker” diye ileri sürecek kadar cesaret göstermeleri düşünülemez. Bunun ötesinde bu konuda ihmalkâr bile davranmalarının affedilmeyecek kadar bir suç telâki edilmesi ayrıca zikre değer bir davranıştır. Kaldı ki dinin münker dediğini ma’ruf diye îlan etmeleri veya azıcık da olsa rağbet göstermeleri hiç mümkün değildir. İmam Cerir et-Taberî şöyle buyurur:
“Ma’rufun aslı; inananlarca bir amelin güzel kabul edilip hoş görülmesidir. Meselâ; Allah’a itaat ma’ruftur. Çünkü İman taşıyan herkes, bunun güzel bir amel olduğunda müttefiktir. Münkerin aslı ise; Allah Teâlâ’nın hoş görmediği ve mü’minlerin de tabiatları gereği reddettiği her ameldir. Bu nedenle Allah’a itaat etmemek ve âsî olmak münker diye kabul edilmiştir. Çünkü îman edenler böyle bir davranışı en büyük suç saymış ve hoş görmemiştir. 131
İmam eş-Şevkânî, İslâm ümmetini şöyle vasfeder: “Onlar, dinin emrettiklerini emrederler, yasakladıklarını da yasaklarlar. Onların, bu davranışları ma’ruf ve münker diye kabul etmelerine delil ise Kur’an ve sünnettir. 132
Görülüyor ki İslâm uleması, “ma’ruf kavramını; hikmet, felsefe ve mantık terimleriyle ifade ettikleri gibi, asırlarındaki geleneklerin ışığında anlamağa çalışmamışlardır. Aksine hep dinin ve sünnetin saf ışığında anlamağa çalışmışlar ve hükme bağlamışlardır.
Bir diğer önemli anlayışları da; Ma’ruf ve münker kavramlarım “Allah’a itaat” ve O’na isyan” şeklinde oluşudur. Bu açıdan bakılınca görülecektir ki; helâl ve haram, farz ve nafile, müstehab ve mekruh kavramları da bu iki temel kavramın sahasına girmiştir.
Bütün bu açıklamalar yine bizi; “Allah’ın şeriatı, ma’ruf ve münker denilen iki temel’e oturmuştur” yargısına götürmektedir. Çünkü bu din, Allah Teâlâ’nın, sevdiği ve hoşlanmadığı şeyleri bize haber vermektedir. Helâl ve haram nedir? Vacip ve mendup nedir? Haram ve mekruh ne demektir? sorularının cevaplarını en yetkili bir şekilde önümüze sermektedir.
İbnü’l-Esîr, ma’rufu şöyle tanımlar;
“Ma’ruf; Allah’a itaat, onun rızasına nail olma, insanlara (dini mesaj açısından yaklaşıp) iyilikte bulunma, dinin çağırdığı tüm iyilikleri ve nehyettiği tüm kötülükleri kapsamına alan toplayıcı bir kavramdır. Bu tanım, ma’rufun meşhur özelliklerindendir. Yani insanlararası bilinen iyi şeyler, müslümanların kötü görmedikleri ve İslâm ile çatışmayan davranışlardır. 133
İbnül’l-Esîr münkeri de şöyle tanımlamağa çalışır: “münker, Ma’rufun zıddıdır. Dinin çirkin gördüğü, haram kabul ettiği ve hoşlanmadığı her eylem ve ameldir. 134
Allâme es-Sâvî: “Ma’ruf kavramından ınurad; Allah Teâlâ’nın istedikleridir. Bu, ister beş vakit namaz, anne babaya iyilik ve yakınları ziyaret gibi vücûb ifâde eden emirler olsun, ister nafileler ve nafile sadakalar gibi mendub cinsinden ameller olsun değişmez. Münker ise şeriat sahibinin yasakladığı şeylerdir. Bu yasaklar, ister zina ve hırsızlık gibi haram yollarla işlenmiş olsun, isterse arzulamadığı amel ve davranışlar şeklinde olsup, hoş görmediği şeylerdir, 135 şeklinde mütalaa beyan eder.
Allâme şe-Şehîd Abdülkadir Udeh bu iki kavramı daha da bir genellemeye tabî tutar. Söyle ki: “Ma’ruf ve münker, sahaları geniş olan temel iki îslâmı kavramdır. Dinin, yapılmasını farz kıldığı her şeyi emretmek yahut namaz, oruç, zekât, tevhid (Allah Teâlâ’yı her sahada rakibsiz kabul etmek ve her sahada söz hakkım ona vermek) gibi temel esaslar üzerinde mü’minleri eğitmek… inanç ve amel olarak din ile çatışan her türlü düşünce ve davranışı yasaklamak, bir daha yeşermemek üzere bunların kökünü kazımak ve bu düşünce ile karşı çıkmak…. Semavî dinlerden Hrıstiyanlığa ait münkerlerden, Teslis inancı ve İsa’nın (a.s.) çarmıha gerilip öldürüldüğü iddiası, Ruhbanlık, içki içmek, domuz etini yemek, İslâm dinin diğer dinlerle çatıştığı (çatışır ama muharref şekliyle, ilk haliyle değil) iddiasını ortadan kaldırmak için yapılan tüm çalışmalar bu iki davramm sahalarıdır.136
Tüm bu hükümlerden ve varılan sonuçlardan anlmaşılmaktadır ki ma’ruf ve münker kavramları, herhangi bir
130 el-Müfredat fi-Garib-il Kur’an (Arefe) maddesi
131 el-Müfredat fi-Ğarib-il Kur’an (Nekire).maddesi
132 Feth-ül Bari: 10/342
133 Câmi-ul Beyân fî-Tefsir-il Kur’an: 4/28
134 İrşâd-ülFuhül:74
135 en-Nihâyetü fi-Garib-il Hadîs ve Eser: (Arefe): 3/85
136 en-Nihâyetü fi-Garib-il Hadis ve Eser: (Nekere)4/175
kimsenin istediği yorum ve izahla doğru anlaşılamaz. Genel bir anlayışla bakmak gerekir. O zaman görülecektir ki bu iki kavram Allah’ın “rızası” ve “gazabı” şeklinde anlamını bulur. Bir amel ve davranışı “ma’ruf ve münker” sınırı içinde mütalaa etmek insan aklının yetkisi dışındadır. Zira ma’ruf ve Münker diye amelleri iki temel üzerine oturtmak Allah’ın şeriatının hakkıdır. Kim Allah’ın şeriatının üstünde, bir ameli ma’ruf veya münker kabul ederek hükmetme hakkım kendinde görürse, o kimse kendini Allah Teâlâ’nın makamına koymuş ve teşri hakkını kendi varlığında toplamış olur. Böyle bir tavır içine girmek, yalnız Allah’ı inkâr değil, aynı zamanda Allah’a karşı savaş açmak ve topyekün insanlığı ölüme mahkûm ederek, dine karşı isyan etmek demektir. (Bu gün aynı isyan ve küfrü yaşıyoruz. El-İyazu billâh)