“Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi sırası ile Ebu Bekir Sıddık, Ömer Faruk, Osman Zinnureyn ve Ali Murtezadir”
“Peygamberimizden sonra insanların en üstünü”, ifadesi yerine “Peygamberlerden sonra…”, ifadesi kullanılsaydı daha güzel olurdu. Fakat Müellif Ömer Nesefi “sonra” sözü ile (derece ve rütbe bakımından olan sonralığı değil), zaman itibariyle olan “sonralığı” kastetmiştir. (Onun için bu ifadeden, Hz. Ebu Bekir Hz. Peygamber hariç, diğer bütün insanlardan, yani diğer peygamberlerden de üstündür, manâsı çıkmaz. Diğer taraftan} Peygamberimizden sonra da peygamber yoktur (Onun için de müellifin ifadesi sakıncalı değildir). Bununla beraber Hz. îsa (a.s.)nın durumunun özellikle belirtilmesi şarttır. Eğer “insanların en faziletlisi”, sözü ile, Hz. Peygamberden sonra varolan “bütün insanlar” manâsı kasdedilirse, Hz. İsa (a.s.)nın bir nebî olarak varlığı müellifin ifadesiyle bir çelişki meydana getirir. (Çünkü âhir zamandaki nüzûl-i İsa bahis konusu edilebilir).
Eğer bu ifade ile “Hz. Peygamber’den sonra doğan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zaman da dört halifenin yukardaki sıraya dayanan üstünlüğü sahabeye karşı öne sürülemez. (Zira Hz. Peygamber’den evvel vefat eden sahabîler bu ifadenin şümulüne girmez. Şayet bu ifade ile (“Hz. Peygamber’in zamanında) yeryüzünde mevcut olan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zaman da bu dört zatın tabiûna ve ondan sonra gelenlere karşı üstünlükleri sözkonusu edilemez. Eğer bu ifade ile, “yeryüzünde var olan ve olacak olan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zamanda yine Hz. İsa (a.s.)’nın durumu öne sürülerek bir çelişki meydana getirilebilir [1].
Ebu Bekir (r.a.), Nebi (s.a.)nin peygamberliğim hiç düşünmeden taşınmadan tasdik etmiş, miracını kafiyen tereddüt etmeden kabul etmişti, (Onun için de Sıddîk yani çok tasdik eden, imam pek kuvvetli olan ismini almıştı).
Ömer Faruk (r.a,), hüküm verirken ve dava konusu olan meseleleri hallederken hak ile bâtılı ayırdettigi için ona Faruk adı verilmişti.
Osman Zinnureyn (iki nurlu) (r.a.), Peygamber (s.a.) kızı Rukiye’yi onunla evlendirmiş, o ölünce öbür kızı Ümmü Gülsüm’ü kendisine nikahlamıştı. O da vefat edince: “Ya Osman, üçüncü bir kızım olsaydı onu da sana nikahlardım”, buyurmuşlardı [2].
Ali Murtaza (r.a.), Allah’ın kulları içinde en seçkin ve Resûlüllah (s.a.) ashabı arasında en ihlaslılanndandır. (Murtaza, Allah ve Resûlünün kendisinden razı olduğu veya onların rızasını kazanan zat demektir).
Selefi (yani ilk müslümanlann ekseriyetini 4 halifenin üstünlük sıraları bahsinde) bu şekilde bulduk. Öyle anlaşılıyor ki, ellerinde bir delil bulunnıasaydı bu tarzda hüküm vermezlerdi.
Bize gelince, her iki tarafın ( yani Sünnilerle Şiilerin) delillerini çatışır durumda (ve tearuz) halinde bulduk. Bu meselenin amelle (ve fiiliyatla) ilgili bir yönünü bulamadık. Bu konuda duraklamak (tevekkuf etmek ve bir hüküm vermekten sakınmak) da farz olan hiç bir şeyi ihlâl etmez. (Zira Sünnilere göre, halife seçilecek zatın, insanların en üstünü olması esasen şart değildir). Selef, Hz. Osman’ın Hz. Ali Murteza’ya olan üstünlüğü konusunda tevekkuf etmişler ve: “Tafdil-i şeyheyn ve mahabbet-i Hateneyn (Hz. Ebu Bekir’le Hz. Ömer’in üstünlüğünü, Hz. Ali ile Hz. Osman’ın sevgisini) Ehl-i sünnetin şiarı ve alâmeti saymak suretiyle bu kanâatlarmı ortaya koymuşlardı. (Hateneyn iki damad, Şeyheyn: iki kayın peder demektir). Hatta Seleften bazılan Hz.Ali’nin Hz. Osman’dan daha faziletli olduğuna meyletmişlerdi).
Bu konuda insafla verilecek hüküm şudur: Eğer, “daha üstün” olmaktan maksat, sevap çokluğu ise, tevekkuf etmek (ve kesin bir hüküm vermekten sakınmak) için bir sebep vardır. (Kimin sevabının daha çok olduğunu ancak Allah bilir). Şayet “daha üstün” olmaktan maksat, akl-ı selim sahibi kimselerin fazilet kabul edecekleri meziyetlerin fazlalığı ise, tevekkuf için sebep yoktur. (Zira onlara ait fazilet ve meziyetler, o zamanda yaşamış olan insanlarca bilinmekte idi. Bu gibi hususlar bize de nakî ve rivayet yolu ile gelmiştir. (Sahabenin üstünlüğü konusunda bk. îbn Hazm, el-Fısal, IV, 87. el-Müfadala bahsi).
Bütün ümmet fertlerine ittiba vâcib olacak şekilde Allah Resulüne (s.a.) niyabet manâsına gelen, “İlk dört halifenin hilafetleri de bu tertib üzeredir” [3]. Yani Resûlüllah (s.a.) dan sonra halife olma (hak ve ehliyeti evvela) Ebu Bekir’e, sonra Ömer’e, sonra Osman’a ve daha sonra da Ali (r.a.) ye aittir.
Buna sebep de şudur: Resûlüllah (s.a.)ın vefat ettiği gün sahabe Benû Saide sakifesinde toplanmış, bir takım tartışmalardan ve müşaverelerden sonra Ebu Bekir’in halife olması hususunda görüş birliğine ulaşmış ve bu konuda icnıa ve ittifak etmişlerdi. Kendi iradesiyle (altı ay kadar) bir süre tevekkuf eden ve geri duran Ali (r.a.) daha sonra, bir çok şahidin de hazır bulunduğu bir mecliste Hz. Ebu Bekir’e biat etmiş (ve halifeliğinin meşruluğunu kabul etmiş) ti. Şayet halifelik Hz. Ebu Bekir’in hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak etmez, Ali (r.a.) Muaviye (r.a.) ile kavga durumuna girdiği gibi onunla da çekişme durumuna girerdi. Şayet Şiilerin iddia ettikleri gibi Hz. Ali’nin halife olması gerektiğine dair (Hz. Peygamber’den bir nas ve) açık bir beyan bulunsaydı, Hz. Ali bu nassı sahabeye karşı delil olarak öne sürebilirdi. Hz. Peygamber’den gelen açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek, Resûlüllah (s.a,)’-ın sahabesi hakkında nasıl düşünülebilir?
Başka bir delil de şudur: Ebu Bekir, yaşamaktan ümit kesince, Osman (r.a.)ı çağırdı ve Hz. Ömer’i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırarak altını mühürledi. Sonra bu kararname halka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmeleri teklif edildi, onlar da teklifi kabul ettiler. Sıra Hz. Ali’ye gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti”, dedi.
Hulasa Hz. Ömer’in halifeliği de ittifakla sabit olmuştur. Sonra Hz. Ömer (r.a.) şehid edilince, yeni halifenin seçimini, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa’d b. Ebu Vakkas (r.a.) dan meydana gelen altı kişilik bir şûra (komisyon) ya havale etti. (Seçilmemek, fakat seçme hakkına sahip olmak şartıyle Hz. Ömer oğlu Abdullah’ı da bu komisyona dahil etti. Uzun ve çetin tartışmalardan sonra komisyonun) beş kişisi, yeni halifeyi tayin yetkisini Abdurrahman b. Avf a verdi ve O’nun vereceği hükme rıza göstereceklerini bildirdi. O da Hz. Osman’ı seçerek ashab huzurunda O’na biat eyledi. Sahabenin biati da O’nun biatini takib etti. Hz. Osman’ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiler. O’nun peşinde cuma ve bayram namazlarını kıldılar. Bu ise bir icma ve ittifak niteliğinde idi. Sonra Hz. Osman şehid edildi. Halifelik işini ortada bırakmıştı.
Muhacir ve Ensann büyükleri toplanıp Ali (r.a.) nin yanma gittiler, halifeliği kabul etmesini kendisinden rica ettiler. Teklifi kabul edince de O’na biat ettiler. Zira o zaman mevcud olan şahısların en üstünü ve halife olmaya en çok ehil olanı O idi. Daha sonra ortaya çıkan kavgalar ve savaşlar, O’nun hilafeti ve hilafetinin meşruluğu üzerindeki çekişmelerden değil, ictihaddaki hatadan ileri gelmişti.
Ehl-i sünnetle Şiîler arasında bu konuda vaki olan ihtilaflar, gruplardan her birinin imamet ve hilafet meselesinde nass bulunduğunu iddia etmeleri, karşılıklı olarak sorular sormaları ve cevaplar vermeleri bu meseleye dair geniş bilgi veren hacimli eserlerde anlatılmıştır (Cemel, Sıffın savaşları için onlara bakınız).
“Hilafet otuz senedir, ondan sonrası mülk ve imamettir”
Çünkü Peygamber (s.a.) “Benden sonra halifeliğin müddeti otuz senedir. Sonra iş ısırgan bir meliküğe dönüşecektir” [4]. (Bu hadiste bahsedilen mülk ve melik, 30 seneden sonra başlayan, şer’î ve İslâmi halifelikle ilgisi bulunmayan, insanları ısırma ve onlara zulmetme esasına dayanan babadan oğuîa intikal eden saltanat ve krallıktır, îmâret ise emirlik ve derebeylik ve Feodal sistemdir. Sultan ve emirlerin zâlim, gaddar ve müstebid tipleri yanında âdil, hakşinas ve insaflı tipleri de mevcuttur).
Hz. Ali (r.a.), Resûlüllah (s.a.)m vefatından sonraki 30. yılın başında şehid edilmişti. Şu halde Muaviye ve ondan sonra gelenler, melik ve emir idiler, halife değillerdi. Diğer taraftan bu, müşkii bir meseledir. Zira ehl-i hail ve akd adı verilen büyük din âlimleri, bazı Abbasî halifeleri ve Ömer b. Abdülaziz gibi – meselâ bazı Mervanî (yani Mervan’nı soyundan gelenilerin halifelikleri (ve hilafetlerinin meşruluğu) konusunda ittifak” etmişlerdi. Herhalde burada,biattan sapma ve muhalefet şaibesi bulunmayan “kâmil manâdaki hilafet” kasdedilmektedir. (Sultanların çoğunda görüldüğü üzere hevâ ve hevesine uyma, benliğine ve hırsına kapılma hali söz konusu olmadan tavizsiz ve mükemmel bir şekilde İslâmî hükümlerin tatbik edilmesi manâsmdaki) hilafet 30 senedir. Ondan sonrasında (anlatılan manâda bir hilafet) bazan mevcut olur, bazan mevcut olmaz.
Bir halife (ve devlet başkanı) tayin etmenin vâcib olduğu konusunda icma ve ittifak vardır [5]. İhtilaf konusu olan husus şundan ibarettir: Halifeyi ve imamı nasb ve tayin etmek Allah Taâlâ üzerine mi, yoksa halk üzerine mi vâçibtir? Eğer imam tayini vâcib ise sem’î ve nakli delille mi, yoksa aklî ve mantıkî delille mi vâçibtir?
Ehl-i sünnet mezhebine göre, halife tayin etmek halk üzerine ve naklî delillerin gereği olarak vâçibtir. Zira Hz. Peygamber (s.a) “Bir kimse, zamanının imamım bilmeden ölürse, cahiliye devrinde yaşayan (müşrik ve putperest) kişilerin ölüşü gibi ölür” [6], buyurmuşlardır. Ayrıca ümmet, Peygamber (s.a.)in vefatından sonra, en önemli iş olarak imam (lider) ve halife tayin etine işini görmüşlerdi. Hatta imam tayin etme işini, (Hz. Peygamber’i) defnetme işine takdim etmişlerdi. Daha sonra vefat eden her imamdan sonra da durum böyle olmuştur. Ayrıca ger’î vazife ve vecibelerin pek çoğunun yerine getirilmesi halifeye bağlı olduğu için, müellif Ömer Nesefi buna işaret ederek dedi ki:
“Müslümanlar için bir imama (siyasi lidere) mutlak surette ihtiyaç vardır. Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, cezaların tatbiki, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması,müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların, yani vergilerin toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyanın zabt u rabt altına alınarak kahredilmesi, cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların ortadan kaldırılması, hukuk üzerine kaim olan şahitliklerin kabulü, velileri bulunmayan küçük yaştaki oğlan ve kızların evlendirilmeleri ve ganimet mallarının taksim edilmesi, gibi önemli hususlar imam sayesinde icra edilir”
Bunlara benzeyen ve ümmete mensup fertler tarafından ifa edilemeyen diğer işler için de durum budur.
Soru: Her bölgede, o bölgeye hükmeden ve güçlü bir otoritesi bulunan bir hâkim (derebey) ile iktifa edilmesi mümkün değil midir? Genel bir başkan tayin etmenin lüzumu ve zarureti nereden gelmektedir?
Cevap: Böyle bir durum hem dünya hem de din işlerim aksatacak çekişmelere ve kavgalara sebep olur. Nitekim zamanımızda bu durumu müşahade etmekteyiz.
Soru: İster imam olsun isterse olmasın otorite sahibi genel bir başkanla yetinilemez mi? Türklerin zamanında olduğu gibi, nizam bu yoldan da sağlanamaz mı? (Devlet laik olamaz mı?, cengiz tüzüğü ve yasası gibi).
Cevap: Evet, dünya ile ilgili bazı işler bu yoldan nizama konulabilir. Fakat en mühim gaye ve en büyük umde olan din işleri aksar.
Soru: Anlattıklarınıza göre, Hulefa-yı râşidin denilen ilk dört halifenin hükmettikleri 30 senelik müddetten sonraki zaman imamsız geçmiş, onun için bütün ümmet fertleri asi ve günahkâr olmuş, bu sebeple de cahiliye döneminde ölen şahıslar gibi vefat etmiş olmazlar mı?
Cevap: Yukarda anlatıldığı gibi 30 senelik halifelikten maksat “kâmil manâdaki hilafet”tir. (Mutlak hilafet kastedilmiş değildir), İtirazın doğruluğunu kabul etsek bile, mümkündür ki, hilafet dönemi biter ama imamet dönemi bitmez. Zira imamet daha genel bir kavramdır. (Hadiste de imamdan bahsedilmiştir). Fakat kelâmcılar arasında böyle bir ıstılahın ve izah şeklinin var olduğuna raslamadım. Tam tersine, bazı Şiilere göre halifelik imamlıktan daha genel bir tabirdir. Bundan dolayı Şiîler ilk üç devlet başkanının halife olduğunu söylerler ama imam olduğunu söylemezler. Fakat Abbasi halifelerinden sonrası için durum müşküdir.
(Burada şu şekilde izahlar öne sürülmüştür:
a) Müslüman halk, gücü yettiği halde imam tayin etmezse, o zaman mesul olur.
b) Bir kişi otorite tesis edip disiplini temin etti mi, ona itaat vacip olur, zira o hükmen imamdır.
c) Hadis sadece imama itaat edilmesine teşvik için söylenmiştir. Osmanlı dönemi için de aynı şeyler söylenebilir. Bu izah şekli, fiilî durumuna nazarî olarak bir meşruiyet kazandırır).
“İmanım zahir ve açıkta olması gerekir”
Kendisine müracaat edilince maslahatın ve işlerin görülmesi ve imam tayin etmedeki maksadın hasıl olması için imamın böyle olması (Şiilerin iddia ettikleri gibi gâib olmaması) lazımdır.
Zâlimlerin galebe çalması ve düşman korkusu sebebiyle imamın halkın gözünden
(Şiîlikte olduğu gibi, imam mahfî ve mestur olmaz). Zuhur ve hurûc etmek için, zamanın düzelmesi, şer ve fesad vasıtalarının ortadan kaldırılması, zâlim ve inatçıların haksızlıklarının halledilmesi vaktini bekleyen kişi de (imam) değildir. (İmam-ı müntazar, gelişi beklenen imam, Şiîlikte var, Sünnîlikte yoktur).
Şiilerin, Özellikle İmamiyenin ve Ca’feriyenin, “Resûlüllah (s.a.)’dan sonra hak ve meşru imam, Ali (r.a.), sonra oğlu Hasan, sonra onun kardeşi Hüseyin, sonra onun oğlu Ali Zeynelâbidin, sonra onun oğlu Muhammed Bakır, sonra onun oğlu Cafer Sâdık, sonra onun oğlu Musa Kazım, sonra onun oğlu Ali Rıza, sonra onun oğlu Muhammed Takî, sonra onun oğlu Ali Nakı, sonra onun oğlu Hasan Askeri, sonra onun oğlu Kaim Müntezar Mehdî (radiyallahu anhüm)”, şeklindeki iddiaları doğru değildir.
Caferîlere göre Mehdî, düşman korkusundan gizlenmiştir. Yakın bir gelecekte zuhur edecek (sahib-i zuhur) cevru cefa ve zulm ile dolan dünyayı adalet ve hakkaniyetle dolduracaktır. İsa, Hızır (a.s.) ve daha başkalarında da görüldüğü gibi, Mehdi’nin ömrünün uzun olması ve günümüze kadar hayatının uzayıp gelmesi imkânsız bir şey değildir [7].
Malumdur ki, imamın mevcudiyetinden beklenen maksatların gerçekleşmesi yönünden gizli imamın varlığı ile yokluğu birdir. Bir imamın, düşmanlardan korkması (anka kuşu gibi) “İsmi var, cismi yok”, denecek şekilde saklanmış olmasını gerektirmez. Olsa olsa, imamlık davasını gizli tutmasını icab ettirir. Nitekim halk arasında gezip dolaşan, fakat imamet davasında bulunmayan Mehdî’nin ataları hakkındaki durumu budur. Ayrıca zaman bozulduğu, (tehlikeli boyutlara ulaşan) görüş ayrılıkları ortaya çıktığı ve zorbalar hâkimiyet kurduğu zaman halkın imama olan ihtiyacı daha fazla olur. Böyle vakitlerde ona daha kolay itaat edilir. (Onun için imamın ye Mehdi’nin gizli ve saklı olmasına ihtiyaç yoktur).
“İmamın Kureyş’ten olması lazımdır. Başkalarından olması caiz değildir. Fakat Haşini oğullarından ve Hz. Ali’nin evladından (r.a.î olması da şart değildir”
Yani Hz. Peygamber (s.a.) “İmamlar Kureyş’ten olur”[8], buyurduğu için imamın Kureyş’ten olması şarttır. Gerçi bir konudaki haber, vâhid haberdir. Fakat Hz. Ebu Bekir (r.a.) bu hadisi Ensara karşı delil olmak üzere ileri sürünce kimse bunu inkâr etmemişti. Onun için de bu konuda bir icma ve ittifak hasıl olmuştu. Bu ittifaka, Haricîlerle Mutezilelerden bazılarından başkası da muhalefet etmemişti.
İmamınHaşimi veya Alevî (Ali evladı veya Fatımî, Fatma’nın neslinden) olması şart değildir. Haşimoğullarmdan olmayan fakat Kureyş’ten olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) ın halifelikleri delille sabittir. Kureyş, Nadr b. Kinâne’nin soyundan gelen kişilerin ismidir. Hâşim ise Peygamber (s.a.) in dedesi olan Abdülmuttaüp’in babasıdır.
Resûlüllah’ın şeceresi: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmutta-lip b. Haşim b. Abdülmenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka’b b. Luey b. Galip b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b, îlyas b. Mudar b. Nezâr b. Muadd b. Adnan [9].
Alevîlerle Abbasiler (Hz. Ali ile amcası Hz. Abbas’ın neslinden gelenler) Haşimoğullarındandırlar. Zira Abbas ile (Hz. Ali’nin babası) Ebu Talib, Abdülmuttalib’in oğullarından idiler.
Ebu Bekir (r.a.) ise Kureyşî idi. Şeceresi de şöyledir: Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe b. Osman b. Âmir b. Ömer b. Ka’b b. Lüey…
Ömer (r.a.) in durumu da böyledir. Şeceresi: Ömer b. Hattab b. Nüfeyl b. Abduluzzâ b. Rebâh b. Abdullah b. Kurt b. Bizah b. Adî b. Kaib…
Osman (r.a.) ın durumu da böyledir. Şeceresi: Osman b. Affan b. Ebu Âs b. Ümeyye (Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ve torunu Yezid de bu zatın soyundan gelir ve onun neslinden gelenlere Emevî veya Ümeyye oğulları adı verilir), Abduşşems b. Abdülmenâf… (Soy itibariyle ilk dört halifenin Hz. Peygambere yakınlık sıralan: Ali, Osman, Ömer ve Ebu Bekir yani hilafetlerindeki sıranın tersidir).
“İmamda masum olma şartı aranmaz”
Mâsûm olduğu kesin olmamakla beraber Hz. Ebu Bekir’in halife oluşu ile alâkalı deliller bunu gösterir. Ayrıca hilafette “ismet” i şart koşmak bir delilin bulunmasına ihtiyaç gösterir, “Şart koşmamak” da ise, ismetin şart olduğunu gösteren bir delilin mevcut olmaması kâfi gelmektedir. Bu hususta muhalif kanâatta olanlar: (Allah, Hz. İbrahim’e, “Seni insanlara önder kılacağım”, demişti. O da “Soyumdan gelenleri de” deyince) “Zâlimler benim ahdime nail olmazlar” (Bakara, 2/124, onları önder yapmam buyurmuştu), mealindeki âyeti delil olmak üzere ileri sürerek “masum olmayanlar zâlim olurlar. Onun için de imam olma ahdine (ve payesine) erişemezler”, demişlerdir.
Cevap: Bu itirazı kabul etmiyoruz. Zira zâlim, adalet (ve dürüstlük) niteliğinin elden çıkmasına sebep olacak bir günahı işleyen ve sonra da buna tevbe etmeyen ve kendini düzeltmeyen kişidir. Şu halde masum olmayan bir kimsenin zâlim olması lazım gelmez,
İsmetin mahiyeti, günah işleme konusunda kuvvet ve irâde sahibi olduğu halde Allah Taâlâ’nın bir insanda günah yaratmamasıdır. Mutezilenin, “İsmet, irâde ve ihtiyar niteliği var olmaya devam etmekle beraber, imtihan etme halini gerçekleştirmek için Allah Taâlâ’dan gelen ve kişiyi iyi işler işlemeye, kötü işlerden uzak durmaya sevkeden bir lütuftur”, demesinin manâsı da budur. İşte bundan dolayıdır ki, Şeyh Ebu Mansur (r.a.), “İsmet, mihneti ve teklifi yok etmez”, demiştir. Onun için, “İsmet, insanın ruhunda veya bedeninde mevcut olan bir özelliktir ki, onun var oluşu, insandan bir günahın zuhur etmesini imkânsız kılar”, diyenlerin sözleri bâtıldır. Bu tarifin doğru olması nasıl düşünülebilir ki, kendisinden günah zuhur etmesi imkânsız olan bir şahsı, günahı terk etmekle mükellef tutmak ve bunun için ona sevap vermek doğru olmazdı [10].
“İmamın, zamanının en üstünü olması şart değildir”
Bunun sebebi şudur: Fazilet ve üstünlükte müsavi olan, hatta ilim ve amel yönünden daha az ve daha aşağıda bulunan bir kimse, imametteki maslahat ve mefsedetleri, iyi ve kötü tarafları daha iyi bilebilir, bunların gereğini yapmaya daha çok muktedir olabilir. Bu durumda olan tve mefdûl denilen) zatı imam tayin etmek, kötülükleri defetmede ve fitne çıkarılmasını önlemede daha tesirli olacaksa, bu hal özellikle bahis konusu olur. Bundan dolayıdır ki, bazılarının öbür bazılarından daha üstün olduklarım kesinlikle bildiği halde Ömer (r.a.) yeni imamın tayini meselesinin hallini altı kişilik bir şûra (komisyon) ya bırakmıştı.
Soru: Bir zamanda iki imam tayin edilmesi caiz olmazken, imamet konusunun altı kişilik bir heyete havale edilmesi nasıl doğru olur?
Cevap: Caiz olmayan şey, her birine ayrı ayrı itaat edilmesi gereken bağımsız iki imam tayin etmektir. Zira bu durum, birbirine d hükümlere uyma gibi bir çelişki meydana getirir. Altı kişilik şûra heyeti tümüyle tek bir imam hükmündedir.
“İmamın, kâmil ve mutlak bir velayete sahib olması şarttır”
Yani imam, müslüman, hür, erkek, akıllı ve buluğ çağına ermiş olacak. Müminler üzerinde kâfirlerin velayet hakkına sahip olmalarının yolunu, Allah Taâlâ kâfirler için kapatmıştır. Köle ise efendisine hizmet etmekle meşguldür, ayrıca halk nazarında da hakir görülmektedir. Kadınların ise aklı ve dinî eksiktir.[11] Hissi hareket ederler, fazla yürekli değillerdir. Hayız ve nifas gibi durumlarda farz ibadetleri ifa edememektedirler. Camide cemaata imam olup namaz kıldıramamaktadırlar). Sabi ve deliler işleri sevk ve idareden, amme hizmetleriyle ilgili tasarruflarda bulunmaktan acizdirler. (Bazı îslâm devletlerindeki deli ve çocukların halife ve padişah tayin edilmesinin îslâmî hükmünü burada hatırlamakta fayda vardır).
Yani görüşünün ve düşünüşünün kuvveti, şevket ve kudretinin yardımı ile müslümanlarm işlerinde tasarrufta bulunma (ve onları sevk ve idare etme) ehliyetine sahip bulunmalıdır.
“İmam güçlüdür”. Yani ilmi, adaleti, yeterliliği, cesaretiyle “Dinî hükümleri tatbik etmeye (ve kanunları uygulamaya), İslâm ülkesinin sınırlarını korumaya, hak sahibinin hakkını haksızdan almaya muktedirdir”
Zira bu niteliklerden birinin bulunmaması, imam tayin etmekten elde edilmek İstenen faydaları ve gayeyi gerçekleştirmez, aksine aksatır.
Allah Taâlâ’ya itaat halinin haricine çıktı ve “Fasik ve zâlim oldu, diye imam azledilmez”
Buradaki zâlim olmak, cevr ve cefa etmek, Allah Taâlâ’nın kullarına haksızlık etmek manâsına gelir. Hulefa-yi râşidîn, ilk aort halifeden sonra imamlardan fısk ve günah zuhur etmiş, cevr ve cefa yayılmış olduğundan bu durum caiz görülmüştür [12].
Selef, bu nevi imamlara itaat eder ve boyun eğerlerdi. Onların izni ile cuma ve bayram namazlarını kılarlar ve kendilerine karşı isyan edilmesini (ve bir hurûc ve ihtilal hareketine girişilmesi) kanâatini taşımazlardı. Ayrıca, başlangıç ve tayin itibariyle imametin, şartlarından olmayan ismetin imametin devamı itibariyle şart olmayacağı aşikârdır. Fısk ve cevr sebebiyle imamın azl olunmuş sayılacağı, bütün hâkim ve valiler için de durumun böyle olduğu görüşü îmam Şafiî’den nakledilmiştir.
Meselenin esası şudur: îmam Şafii’ye göre fâsık velayete ehil değildir. Çünkü kendisine bakmamakta (haline, menfaatına ve maslahatına uygun olan davranış biçimini beni msem emekte) dir. Şu halde bu durumdaki bir kimse başkasına nasıl bakacaktır? Ebu Hanife (r.a.)ye göre fâsık velayet ehliyetine sahiptir. Hatta fâsık olan bir babanın, küçük yaştaki kızını evlendirmesi sahihtir. Şafiî kitaplarında “fısk sebebiyle hâkim azlolunmuş sayılır, fakat imamda durum böyle değildir”, diye yazılmıştır. Aradaki fark şudur: İmamın azledilmiş sayılması ve yerine yenisini tayin etmenin farz olması fitne çıkmasına sebep olur. Zira imamın gücü (şevket) vardır. Halbuki hâkim için bu durum bahis konusu değildir.
(Hanefîlerin) Nevadir (isimli fetva kitapların) daki bir rivayete göre üç imama, yani Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre, “fâsık hâkimin hükmü caiz değildir”. Bazı fıkıh hocaları şöyle der: Fâsık bir kimsenin hâkimliğe tayini başlangıçta (ve prensip itibariyle) sahihtir. Fakat âdil (ve dürüst olarak bilinen bir) kişi, hâkimliğe tayin edildikten sonra fışkı sebebiyle görevinden azledilir. Bunun sebebi şudur: Bu kişiye hâkimlik görevini veren zat, onun adaletine (ve dürüstlüğüne) güvenmiştir, bu vasfı taşımadan hüküm vermesine razı olmamıştır.
Fetava-yı Kadihan’da denilmiştir ki: “Bir hâkim rüşvet alsa, rüşvet aldığı dava ile ilgili olan hükmü geçerli olmaz. Bir adam hâkimlik görevini ve makamım rüşvetle ele geçirse hâkimliği muteber değildir, verdiği hükümler de geçerli olmaz”.
“Salih olsun fâcir olsun herkesin peşinde namaz kılmak caizdir”
Çünkü Peygamber (s.a); “İyi ve kötü herkesin ardında namaz kılınız” [13], buyurmuşlardır. Bu ümmetin âlimleri, tenkit ve inkâr konusu yapmaksızın fâsıklann ve hevâ ve bid’at ehlinin arkasında (cemaat olup) namaz kılarlardı. Seleften bazı zevatın, fâsık ve bid’atcıların ardında namaz kılmaktan müslümanlan menetmeleri, kerahete hamledilir. Fâsık ve bid’atcımn peşinde kılman namazın keraheti konusunda söz yoktur. (Fakat kerahet cevaza engel değildir). Lâkin bütün bunlar bir fâsıkm fışkı ve bid’atcının bid’atı küfür sınırına varmadığı sürece bahis konusu olur. Fısk ve bid’at, kişiyi küfür sınırına getirdi mi, böylesi birinin peşinde kılman namazın caiz olmayacağı hususunda da söz yoktur. Mutezile, her ne kadar fâsık ve faciri, (yani büyük günah işleyen mürtekibi kebîreyi) mümin, saymıyorlarsa da, onların peşinde namaz kılmayı caiz görmektedirler. Çünkü onlara göre imamette şart olan tasdik, ikrar ve amelin hep birlikte var olması manâsına gelen imanın mevcudiyeti değil, küfrün yok olması halidir. (Mutezileye göre fâsık mümin olmaktan çıkmışsa da kâfir olmuş değildir, iki menzile arasındadır, kâfir olmadığı için ardında namaz kılınır).[14]
[1] Nesefî, “Peygamberimizden sonra insanların en üstünü Hz. Ebu Bekir’dir, donra Ömer…”, demiştir. Maksadı, tüm resul ve nebilerden sonra diğer bütün insanların en üstünü Hz. Ebu Bekir’dir, sonra Ömer’dir…” hükmüdür. Taftazânî böyle deseydi, meseleyi çok daha açık ve kolay bir şekilde anlatmış olurdu. Fakat maksadı, Ömer Nesefi’nin kullandığı bir cümlenin, hiç bir şekilde kurtarılamayacak ve te’vil edilemeyecek gekilde yanlış olduğunu sergilemektir. Gaye bu olunca, kimsenin aklından geçmeyecek olan bir cok İhtimallerden bahsetmek ihtiyacını duymuş ve eserini şerhettiği Ömer Nesefî’yi sıkıştırdıkça sıkıştırmıştır.
[2] Taberanî, Suyutî, Tahric,
[3] Aslında İmamet konusu da itikadı ve kelâmî bir mesele değildir. Şiîlikte imamet ve hilafet iman ve itikadın temel esaslarından kabul edildiği için onları red maksadiyle bu husus kelâm ilminin konularına alınmıştır.
Sünnîler bilhassa sonraki Sünnîler; dört halifenin, sahabenin, dolayısıyla Resûlüllah (s.a,) dan sonra dünyaya gelen bütün insanların en üstünü olduğuna itikad ederler. Halbuki Resûlüllah (s.a.) vefat ettiği zaman Hz. Ali’nin sahabenin en faziletlisi olduğuna, dolayisıyle de hilafetin onun hakkı olduğuna inanan büyük sahabeler vardı. Hz. Ali’yi, faziletçe, sahabenin dördüncüsü kabul etmek, şayet Ehl-i sünnet ve’1-cemaattan olmanın bir gereği ise o sahabelerin Sünnî değil Şiî olmaları gerekirdi. Unutmamak gerekir ki, aşere-i mübeşşereden olan Hz. Zübeyr ile Hz. Talha ve Hz. Aişe, Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıkmışlar, onu dördüncü halife olmaya bile lâyık görmemişlerdi. Cemel savaşı bu görüşün neticesi idi.
Hz. Ömer vefat ederken kendisinin yerine kimin halife olacağını, hangi sahabenin buna daha ehil ve layık olduğunu kestir em emiş ve işi altı kişilik bir şûraya havale etmişti. Ona göre bu altı kişiden herbiri aynı derecede halife olmak ehliyetine ve liyakatına sahip idiler. Bu altı kişiden sadece ikisi hulefayı râşidinden, geriye kalan dördü aşare-i mübeş§ereden idiler. Hz. Ömer, Hz. Osman’la, Hz. Sa’d b. Ebu Vakkas’ı bile hilafete aynı derecede layık ve ehil görmekte idi. Hz. Ömer gibi ashabı yakından tanıyan ve Pâruk (doğruyu yanlıştan ayırdeden) unvanım taşıyan büyük bir insanın bile kesin bir tercih, hatta temayül belirtmekten kaçındığı hilafet konusunda kesin bir fazilet sıralaması yapılması, Şiî-Sünnî çekişmelerinin bir sonucudur.
En tarafsız âlimler ve tarihçiler bile icraatlarına bakarak Hz. Ebu Bekir’le Hz. Ömer’in hilafete en ehil, en layık, bu işte müslümanlara en faydalı şahsiyetler oldukları konusunda müttefiktirler. Hz. Ebu Bekir’in veya Hz. Ömer’in yerine Hz.Ali’nin halife olması İslâm cemiyetinin daha çok yararına olmazdı. Bunda şüphe olmamakla beraber Hz. Ali’nin sahabenin en üstünü olduğu görüşünde olan bir müslümanın, bu kanâatmdan dolayı Ehl-i sünnet ve’1-cemaatın haricinde görülmesi, bid’atcı ve hatta dalâlette sayılması da oldukça hatalıdır. Kimin en faziletli olduğunu kesin surette bilen sadece Hakk Taâlâ’dır, İnsanların bu konudaki bilgileri, kesin olmayan kanâat ve reylerden ibarettir. Bir şahsın halife olabilmesi için, o cemiyetin en faziletlisi olması gibi bir şart yoktur. Resûlüllah bir seriyeye komutan tayin ettiği Amr b. As’ın emrine Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i de vermiş; bu keyfiyet, Amr b. As’ın “en faziletli insan ve sahabe olma” gibi yanlış, bir kanâata kapılmasına sebep olmuş, bu maksatla Hz. Peygamber’in yanına vararak ağzını yoklamış, fakat kanâatmda fahiş surette hata ettiğini anlamıştı. Kısaca ilk dört halife konusunda yapılan fazilet sıralamasının esası itikadı değil, siyasî tercihlere dayanmaktadır. Yani mesele siyasîdir. Onun için herkesin siyasî tercihini ve kanâatini açıkça ve serbestçe ortaya koyması çok tabiî karşılanmalıdır. Konunun bid’atçılıkla ilgisi yoktur. Dalâletle ise hiç bir alâkası ve irtibatı mevcut değildir.
[4] Tirmizî, Filen, 48; Ebu Davud, Sünnet, 8; İbn Hanbel, V, 220, 22i.
[5] Mutezileye ve Zeydilere göre imam ve halife tayini aklen, Sünnîlere göre naklen vaciptir. İmamiye ve Caferiyeye göre imam tayin etmek Allah üzerine, Sünnîlere ve Mutezileye göre halk üzerine vâçibtir. Haricîlere göre, fitne hali müstesna imam ve halife tayin etmek vacib değildir.
Hilafet konusuna imamet-i hiibrâ (büyük imamlık) adı da verilir. Böylece bu konu namaz kılma esnasında camideki imamet bahsinden ayırd edilmek istenir.
[6] İbn Hanbel, IV, 96. Bu hadis Muaviye tarafından rivayet edilmiştir. Şu mealde hadisler rivayet edilmiştir; “Bir kimse devlet başkanına itaatsizlik ederse, Allah’a hesap vereceği gün bu suçu için delil ve mazeret bulamaz. Üzerinde biat bulunmadan ölen bir kimse, Cahiliye Araplarınm öldükleri gibi ölmüş olur” (Müslim, İmaret, 13). Bu mealde birçok uydurma hadiste mevcuttur. İmameti dinin aslî şartlarından sayan Şiflerle siyasetçilerin, bu nevi hadislerin uydurulmasında büyük rolü olmuştur.
[7] Şiîlikte ve Özellikle îsnaaşeriye denilen Caferilikte, imam gâib olabilir: Gaybubet’in iki şekli vardır: a) Gaybubet-i suğra, imamların kısa süreler için kaybolmaları, b) Gaybubet-i kübra, 12. imam Mehdî’-nin 260 tarihinde ortadan kaybolması ve hâlâ ortaya çıkmaması. 260/873 tarihinde Samarra’da bir bodruma gizlenmiş olan Mehdî hâlâ yaşamaktadır. Fakat hayatını gizli sürdürmektedir. Gizli olan Mehdî’nin, kendisi adına dinî işleri idare eden naibleri vardır. Bunlara Caferilikte Âyetullah, Huccetullah adı verilir. Âyetullahlar, “âdil birer müctehid” sayılırlar. Dinî konularda ictihad yapar ve imamlara verilmesi gereken humusu, yani beştebir malî vergiyi alırlar. Caferilikte imamın muhtefî, gâib müntazar ve masum olması caiz olduğu halde diğer bir Şiî mezhebi olan Zeydilere göre imam gizli olamaz. Bir kimsenin imam olabilmesi için ortaya çıkması ve imamlığa aday olduğunu ilan etmesi gerekir. Caferîler, “imamlar nas ile tayin edilir”, derken, Zeydîler “vasıfla tayin edilir”, derler.
[8] Mehmet S. Hatipoğlu, yazdığı uzun bir makalede, halifenin Kureyş’ten olması lüzumundan bahseden hadislerden hiç birinin sahih olmadığını göstermiştir. Bk. M. S. Hatipoğlu, “Hilafetin Kureyşîliği” İlahiyat Fakültesi dergisi, XXIII, s. 120-213 (1978).
[9] Halife tayin edilecek kişinin soyu îslâm siyasi düşüncesi tarihinde önemli tartışmalara sebep olmuştur. Medineli Ensar kendilerinden de halife tayin etmenin caiz ve mümkün olduğu kanâatmdaydı. Muhacirler ve Kureyşliler ise hilafetin Kureyş’e ait bir imtiyaz olduğu görüşünde idiler. Daha sonra Şiîler, imamın Hz. Ali’nin eşi Hz. Fatma’dan olan oğullarından olması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Haricîler ise ehil ve layık olmak kayd ve şartiyle bir kölenin bile devlet başkanı ve halife olabileceğini, imam ve halife olmanın, herhangi bir soyun, ırkın, kabilenin, şahsın ve zümrenin inhisarında bulunmadığını, böyle bir imtiyazın hiç bir kimseye verilemeyeceği görüşünü savunmuşlardı. İmam ve halifenin Kureyş’ten olması konusunda sahabenin ısrar etmesi, o zaman Arapların Kureyş’ten olmayan birinin devlet başkanlığını tanımaması ve bundan da anarşinin doğması endişesinden idi. Diğer kabileler üzerinde güçlü bir tesire ve büyük bir nüfuza sahip bulunan Kureyş kabilesinden seçilecek bir halifenin devlet otoritesini kurması ve disiplin sağlaması ihtimali çok kuvvetli idi. Esasen Hz. Peygamber’in Kureyş’ten seçilmesinin sebeplerinden biri ve belki de en önemlisi bu idi. Kureyş, müslümanlığa cephe aldığı sürece îslâmiyetin. pek yavaş yayılması, Mekke’nin fethinden sonra ve Kureyş’in îslâma girmesini takib eden iki yıl içinde bütün Arabistan’daki tüm Arapların İslama feve fevc girmeleri bu durumun ne kadar önemli olduğunu göstermeye kâfi gelmektedir. Onun için mesele, devlet otoritesinin tesis edilmesi ve sosyal hayata disiplin ve nizamın hâkim kılınmasıdır. O zaman bu hususu gerçekleştirecek devlet başkanının Kureyş’ten olması şarttı. Başka birisi bunu temin edemezdi. Fakat İslâmiyet öbür milletler arasında yayılınca, Arap olmayan müslümanlar değil Kureyş’in, Arapların otoritesini dahi kabul etmemişlerdi. Sonraki Abbasî halifelerinin hiç bir yetkileri yoktu, sadece ismen halife idiler. Aslında devlet gücü bazan İran asıllı, bazan da Türk soyundan gelen sultan ve emirlerin elinde idi.
Nihayet sembolik bir mahiyeti bulunan hilafeti, son Abbasî halifesi, III. Mütevekkil Alallah (1508-1516) tan alan Yavuz Selim saltanatla hilafeti birleştirmiş, hükmen ve fiilen çoktan ortadan kalkmış olan, “halifenin Kureyş’ten olması”, prensibini ismen de ortadan kaldırmıştı. Lakin ondan sonra akâid ve kelâm kitapları yazan İslâm uleması yine de bu şarttan bahsedip durmuşlardı. Fakat bu konudaki sözlerin amelî hayatla değil, artık nazarî olarak da değeri kalmamıştı. Esasen kelâmın bir çok meselesi bu hale gelmişti. Yani ne amelî ne de nazarî bir fayda temin etmeyen ve yaşanan hayatta tesirli olmayan konuları okumak, okutmak ve tartışmak Arap olan müslümanlarla, Arap olmayan müslümanlann her hususta eşit olduklarım, Arapların Arap olmayan müslümanlardan daha fazla bir meziyete ve fazilete sahip olmadıklarını savunan harekete ”Şuûbiye” veya “Ehl-i tesviye” (musavatcılar) adı verilmekte idi. Araplar, mevâlî (köle ve esir müslümanlar) adım verdikleri Arap soyundan gelmeyen müslümaııiarı kendileriyle eşit görmezlerdi. Başta Haricîler olmak üzere Mutezile, Mürcie ve İbn Haldun, Ehl-i tesviyeden sayılır.
[10] Sünnîlikte İsmet (günahsız ve hatasız olma, la-yuhti olma) sadece peygamberlerin sıfatıdır. Genel olarak Şiiler, özel olarak iran’da resmî bir mezhep olan Caferîler 12 imamın masum olduğuna bir akide olarak itikad ederler. Sünnîlerce kabul edilmeyen ve hatasız ve günahsız olma manâsına gelen imamların ve devlet başkanlarının masum olmaları inancı, ister istemez Hıristiyanlıktaki papalık müessesesini akla getirmektedir.
İmamların masum olmaları, akidesinin kökleri eski İran dinlerinde ve Hıristiyanlıktadır. Sünnî sûfîler, şeyhlerde bir hıfz sıfatının mevcud olduğuna, şeyhlerin -masum olmasalar bile- mahfuz olduklarına itikad ederler. Şiîlikteki ismet akidesi ile sûfîlikteki hıfz akidesi M. Kâmil Şeybî tarafından mukayeseli bir gekilde tetkik edilmiştir. Bk. es-Sılu heyne’t-tasaovuf ve’t-teşeyyu’ ikinci, cüz. s. 62 (Bağdad, 1964).
[11] Bk. Buharı, Hayz, 6; Müslim, İman, 32.
[12] İmamet ve hilafet adı verilen devlet başkanının başlıca nitelikleri şunlardır:
1. Ortada olacak, gâib, mestur ve muntazar olmayacak. (Şiîlikte durum terstir).
2. Kureyşten olacak. İzahı yukarıda geçti.
3. Masum olması şart değildir. Peygamberler hariç, herkes hata yapa, bileceğine ve günah işleyebileceğine göre masum bir zat bulup onu devlet reisi yapmak esasen imkânsızdır. Fakat imam ve halife olacak bir adamın sefih, fâsık, fâcir, yalancı ve sahtekâr olmaması şarttır. Hayatı fısk u fucûr ve günah içinde geçen kişi halife olamaz. Adaletin manâsı budur. îmam ve halife olacak zatın âdil olması şart, ama masum olması şart değildir.
4. İmam ve halife olacak zatın, çağının en faziletli kişisi olması şart değildir. Bazı hallerde, en faziletli olmayan bir kimse, fazilet cihetinden kendisinden daha üstün olan zevattan daha çok halkın çıkarım kollayabilir, onları zarardan daha iyi koruyabilir. Gayet güzel bir sevk ve idare kabiliyetine sahip bulunabilir. Ahlâkî ve dinî faziletle, devleti sevk ve idare kabiliyeti ve ehliyeti kısmen birbirinden farklı şeylerdir. Hz. Ömer’in, yeni halifenin seçimini altı kişilik komisyona bırakması bunu gösterir. Esasen, din ve ahlâk yönünden kimin daha faziletli olduğunu en iyi şekilde sadece Allah bilir. İnsanlar, kalbe ait olan fazilet konusunda ekseriya kesin hüküm veremezler. Sadece bir kanâat ve temayül belirtirler, daha fazla ileriye gidemezler. Bazı Sünnîlerin Hz. Ali’yi Hz. Osman’a üstün tutmaları da bunun diğer bir delilidir.
5. İmam ve halife olacak zatın müslüman olması, kâfir olmaması, hür olması, köle olmaması, erkek olması, kadın olmaması, akıllı olması, deli olmaması, buluğ çağma ulaşmış olması ve sabi olmaması tabiî şartlardır. Bunun insan haklariyle çelişir bir yönü de yoktur. Burada anlatılan şartlara itiraz edenler, abartılmış propagandalara rağmen Cumhuriyet döneminde tek bir kadının Cumhurbaşkanı, Başbakan ve hatta Bakan olduğunu, -göstermelik bir iki bakan hariç- gösteremezler. Tabiî olan erkeğin devlet başkanı olmasıdır. Diğer ülkeler için de durum budur. İstisnalar kaideyi bozmaz. Cumhurbaşkanlığı için bugün de bir yaş sınırı konulmaktadır.
6. İmam ve halife olacak zatın iyi bir politikacı (sâis) ve diplomat olması da önemlidir. Devleti idare etmek için ilim ve fazilet sahibi olmak yeterli değildir. İçinde yaşadıkları zamanın en faziletli kişileri olmadıkları halde Muaviye İle Amr b. As’jn rakiplerine karşı kesin bir üstünlük kazanmaları politik dehaları sayesinde mümkün olmuştur. Esasen imamet ve hilafet her şeyden evvel siyasî bir makamdır. Cok faziletli olsalar bile yüksek seviyede sevk ve idare yeteneğine sahip olmayanların bu makamı işgal etmeleri kimseye çıkar sağlamaz.
7. İmam ve halife demlen devlet başkanının kuvvetli, dirayetli ve kudretli olması şarttır (otorite). Acz ve za’f içinde olan1 bir kişi başkan olamaz.
îmam ve halife hata edebilir, günah işleyebilir. Bu gibi bahanelerle devlet başkanına itaat etmemek, ona isyan etmek ve ihtilal hareketine girişmek (hurûc ale’s-sultan) caiz görülmemiştir. Şayet fıkıh ve kelâm âlimleri, günah işleyen devlet başkanlarına baş kaldırılmasını ve ayak lanma vaziyetine girilmesini caiz görselerdi, İslâm cemiyeti anarşiden, keşmekegten ve siyasî istikrarsızlıktan kurtulamazdı. Demek ki, en doğru, hareket tarzı, kelâm ve fıkıhtaki ifade ile fâsık ve câir (zâlim) de olsa devletin meşru otoritesine baş kaldırmamaktır. Bu şarta riayet etmeyenler Haricîlerdir.
Her halde, hukuk çalışmaları ve siyasî tartışmalar yönünden, kelâm kitaplarındaki kesin naslara dayanmayan bu nevi görüşler çok faydalı ve değerli malzeme olma niteliğine sahiptirler. (Bk. Maverdî, eî-Ahkamu’s-sultaniyye s. 4, 5 (Mısır, 1960).
[13] Aclunî, II, 32 (îbn Mace, Darekutnî, Taberaiiî, Ebu Nuaym, Ebu Da-vud, Beyhakî).
[14] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 321-336.