Tevhidi dinler tarihinde, özellikle İbrahimi (Yahudilik, Hrıstiyanlık ve İslam) dinler tarihinde Allah’ın mukaddes isminden sonra güzel ve geniş “vahiy” kelimesi derecesinde bir öneme sahip hiçbir kelime yoktur.
Yüce Allah, yaradılışın tümünden Zeyd ve Amr’ın iman ve küfrüne varıncaya dek zat ve zatiliğinin ğena ve istiğna-yi kamil sıfatlarına sahip olması nedeniyle herhangi bir fayda sağlamadığı gibi gayb-ı ammada ve gaybu’l-guyub perdesinde baki kalma imkanına da sahipti. O zaman, böyle bir durumda insanın işi, inleme ve sızlama olup alan ona dar bir yapıda olurdu. Böyle bir durumda beşeriyetin tamamı bir kırık-kapalı silah eliyle, yani sayı düşünen aklıyla yalnız ve başbaşa kalırdı. Ve bugün sahip olduğu şekli dinlere sahip olmayacaktı. Tabii olarak ne Peygamberler gelirdi, ne semavi kitaplar nazil olurdu, böylece de gayb ile şuhud arasında, tabiatötesi ile tabiat arasında doldurulamayacak bir fasıla düşerdi. Akli ve mantıki Şia kelamı, burada bu sırrı en iyi bir şekilde aydınlatıyor. Yani bu zor ve gizemli “Gayb perdesinde oturan Allah, niçin gaybta şuhudla temas kurdu ve beşer ile konuştu?” sorusunun cevabını akli ve mantıki usullerle veriyor. Bunun cevabı Allah’ın lütuf sıfatı kaidesi gereğincedir. Hekimin fiili hekimane olduğu için hikmetten hali değildir. Mevlana’nın;
Men ne kerdem halk ta sovdi konem / Belki ta ber bendegan covdi konem.
“(Ben bir fayda almak için yaratmadım / aksine kullara bağışta bulunmak için yarattım).” demesi de bu amelin lütuf anlamında olması demektir.
İnsanın, mahlukatın en şereflisi olduğu bir gerçektir. Fakat eğer Allah kendisini vahiy yoluyla ona aşikar (görünür) kılmasaydı Allah’ın varlığı konusunda insanın yalnızca konuşacağı kaçınılmazdı. Ve en azından insanlar safi bir yapıya, haksever ve hakperest olduklarından; “Kalbimiz perdenin arkasında perdede oturan birisi olduğuna şehadet ediyor” ve “maksad menzilgahının neresi olduğunu kimse bilmez. / Şu kadarı vardır ki bir zil sesi geliyor.” (Hafız) diyeceklerdi.
Evet, dört unsur, beş his, altı cihet ve yedi gezegenin boyunduruğu ve esareti altında olan insan, iki kısma ayrılıyordu. Bir kısmı “Allah vardır veya bir mebde’ vardır, hem cihan-i gaybi hem de gayb-i cihaniye sahiptir.” diye konuşuyordu. Bir kısmı da “Her ne varsa bu dünyadadır. Ne yaratmazdan önce hareket halindeydi ne de tabii dünyanın sonundan sonra tabiatötesi bir ahiret dünyası vardır.” demekteydiler. Daha sonra taraflar konuşmanın ötesine gittiler. Öyleki, fikir ve felsefe tarihine gittiler ve mebde’in varlığına -ya da iyazu billah- yokluğuna deliller getirmeğe koyuldular. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi tabii olarak bir din de tutunamıyordu. Zira ne bir Peygamber vardı ve ne de bir mesaj (vahiy) geliyordu. İnsan kendi haline bırakılmıştı ve bu üstünlükte bir ses zemin ve zamanın dört bir yanındaki yarıklardan; “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?“[42] benzeri sözler de yankılanmıyordu.
Şimdi bu kısa mukaddimeden sonra Allah’ın mukaddes isminden sonra dinler tarihinde, hatta fikir ve kültür tarihinde küçücük vahiy kelimesinden daha büyük hiçbir kelimenin neden bulunmadığını anlamış bulunuyoruz.
Vahiy, gizli işaret, ilham, fıtrata yerleştirmek, teshir etmek gibi bütün lügat manalarını kapsar. Asli ve temel manası ise, Allah’ın insanla temas kurması ve bir çokları Peygamber olarak adlandırılan seçkin insanlara mesaj göndermesi demektir.
Eski anlamları yeni görüşler muvacehesinde görmek gerekir. Sohrab-ı Sipehri’nin deyimiyle;
“Gözleri yıkamak gerek / başka şekilde görmek gerek.”
Bu kitabın birinci bölümünün başında, “Eğer bugünkü insanoğlu onbeş-yirmi asır önceyle ilgili olan eski bir belge bulsa onun sır ve okunmasının keşfi konusunda çaba sarfettikten sonra bu belgenin Allah’ın tüm insanlığa hitab ettiği kapsamlı bir belge (mektup) ve arştan ferşe bir mesaj olduğu anlaşılsa insanlık aleminde ne tür bir sarsılma ve velvele kopacaktı?” demiştik. Daha sonra yine demiştik ki fesahat, tatlılık ve açıklığın doruğunda olan böyle bir belge ve mesaj gerçek olarak beşerin elinde mevcuttur o yüce ve üstün kitap Kur’an’dır. Niçin bu manadan sarsılıyoruz? Bu ne ağır bir uykudur ki ondan uyanmak bu ölçüde zordur? Evet, Ruhu’1-Kuds veya Cebrail olarak isimlendirilen en üstün melek, bu İlahî mesajı, gayb alemi olan Allah’ın huzurundan “Levh-i Mahfuz” olarak adlandırılan asıl metninden 23 yıl boyunca pak, takva sahibi, emin, sıddik (ve mazeret arzıyla) ve okuması olmayan, ümmî; edebi, ilmi veya felsefi kültürden yoksun -ki gençliğinde yetim bir çobandan başka bir şey değildi- bir insanın kalbine nazil etmiştir. O da, hiçbir teklif ve tasarrufta bulunmaksızın onu okuma-yazması olanların yani vahiy katiplerinin yardımıyla yazdırmıştır. O da en iyi yazı araçlarıyla değil, aksine çok az sayıdaki bir avuç kadar kağıdın veya bir tek kalemin veya divitin dahi zor bulunduğu bir dönemde.
Evet, üns ve adet (=gelenek), ilim ve bilginin; özellikle de gönül bilgiliğinin en büyük örtü ve engelidir. Yoksa Yüce Allah’ın 600 sayfalık bir mektubu (=yazılı metni) insan için göndermesinin önem ve ehemmiyeti, her gönül sahibinden uyku ve huzuru alır ve onu bir ömür boyunca vecd ve cezbe içinde her türlü tasarruftan, tahriften korunmuş ve tarihinde onun korunmuşluğuna şahitlik ettiği bu İlahî mesajı okumaya ve tekrar okumaya, çok okumaya ve onun emrine boyun eğmeye, onun nehyettiklerinden sakınmaya sürüklemiş olurdu. Şimdi de yine bu kötü üns ve adet (=Gelenek ve görenekler) tozu ve dumanı, hakikat güneşini birçoklarımızın gözünden gizlemiş ve şeyh-i ecelin değimiyle;
Afitabi-yi bedan bozorgi ra / Pare-i ebr na-pedid koned.
(O büyüklükteki bir güneşi / bir bulut parçası, görünmez kılar.)
Evet, bizim varlığımızın temelini altüst etmesi gereken bu üstün ve yüce hakikatten ne yazık ki artık sarsılmıyoruz. Zira insan kültüründe büyük bir hakikat vardır ve o da Allah’ın insanla temas kurmasıdır ve vahiy olarak adlandırılır.
Bilinçli olarak böyle ifadeler kullanıyorum. Yeni bir beyanın yeni bir bilgiyi ve bilgiden daha üstününü ve yeni bir bakışaçısını meydana getirebileceği için bu şekilde konuşuyorum. Yoksa lügat yazanların ve müfessirlerin vahiy anlamı konusundaki sözlerinin nakli daha kolaydır ve vahiy kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de birkaç yerde geçtiği için su içmekten bile daha kolaydır.
Evet, Yüce Allah, hakikati duyan temiz kalpli ve takva sahibi yüzden fazla kişiyi seçmiş ve onlara; “Ben var olduğum için varım.”[43] diye buyurmuş ve kendi vücudunun bilgisini beşeri sözler, deliller, iptaller, istidlaller çemberinden -ki gelip-gelmemeğe sahiptir ve her delil kendi zıddı bir delile sahiptir- kurtarıyor ve kendisini kudret eliyle ve kendi suretinde yarattığı[44] en üstün ve en sevgili yaratığıyla konuşuyor.
Yüce Allah, insanların gafletini gidermek ve ölümcül gaflet uykusundan uyandırıp uykusunu kaçırmak için hiçbir lütuf ve inayetten sakınmamıştır. İnsanları normal işlerinin cereyanının mutluluğundan ve suyun huzur veren ayak sesinden uykusunu kaçırmamak için ansızın adetleri yıkıp kırıyor, mucizeler gösteriyor, çakıl taşlarını konuşturuyor ya da ayı ikiye bölüyor. Oysa gerçek müminler mucize şartıyla iman etmemişler, ve imanın mucize yarattığı kadar mucize, iman yaratmamıştır. Nitekim Kur’an’ın deyimiyle inkarcılar, her mucizeyi gördüklerinde onların inkar ve imansızlıkları daha da artıyor ve; “Bu, süregelen bir büyüdür.“[45] diyorlardı. Evet, mesihiyet (Hristiyanlık) tarihinin en büyük alimlerinden, söz sahiplerinden ve en büyük Allahbilimcilerinden ve kelamcılarından birisinin deyimiyle: “İşlerin normal akışı, daha hayret vericidir.” Eğer bir güvercin, bir elmas tanesini gagasına alır da kanat çırparak odanızın penceresinden içeri dalarsa ve o elmas tanesini sizin çalışma masanızın üzerine bırakıverirse sonra da yüzünüze anlamlı bir gülücük kondurarak geldiği yoldan çıkıp giderse bu, o kadar mucize, üstün ve yüce bir şey değildir. Zira Sfdece onun o güvercinliği, ve Sohrab-i Sipehri’nin devirliyle onun aurodinamik “güzel hacmi”, onun küçük ve güzel renkli masum gözleri, süslü-püslü kol ve kanatları, sırbilirliliğinden az olmayan kanat çırpma bilgisi, herhalde daha mucize olsa gerektir. Acaba bir de hava dalgalarının uçuş kabul ediciliği ne derece daha üstün ve yücedir? Tarih gösteriyor ki insanlar ekseriyete yakın bir ittifakla vahiy mesajını kabul etmişler ve Yüce Allah’ın kendi mesajını Peygamber olarak adlandırılan bir elçiye teslim ettiği gerçeğini kabul etmişlerdir ve insana hisler dünyası perdesinin dışında veya arakasındaki sırların bir kısmından haberdar olacak bir yardımcı ulaştırmıştır. Elbette imanın olduğu her yerde şüphe ve inkar da vardır. Peygamberler genellikle kendi toplumlarından, kendi kavimlerinden eziyet, işkence, azar ve sıkıntıyı görmüşlerdir. Nuh Peygamber (a.s.)’dan tutun da Peygamberlerin sonuncusuna kadar. Ne kadar ilginçtir ki Peygamberler, beşeriyete en büyük hizmeti yapıyorlardı ve onlar için Allah’ın mesajını getiriyorlardı. Buna karşılık olarak da hiçbir hediye, karşılık ve ücret de talep etmiyorlardı. Fakat bazı kültürsüz insanlar, sanki kendilerini ya da insanı, Allah’ın kendilerine şifahi ve kitabi (yazılı) bir mesajı vermesine ve onların dünya ve ahiret yaşamları için bir belge ve program vermesine layık ve değer görmüyorlardı.
Aslında din ve bilim önderlerinin yeni söylemleri ve yeni arayışları halkın genelini sarsıtıcı bir özellik taşır. Zira onların uyku ve huzurlarını özellikle onların sessiz, rahat ve haz verici tatlı uykularını kaçırır. Bundan dolayı da cahiller topluluğu ve genel cahiller, sertlik ve kinle Peygamberlerin temiz ve İlahî mesajlarını karşılıyorlardı. Nuh (a.s)’u alaya alıyorlardı, İbrahim (a.s)’i ateşe atıyorlardı, Musa (a)’yı yalnız bırakıyorlardı, İsa (a)’yı çarmıha geriyorlardı, ve Hatemü’l-Enbiya (s.a.v)’ya en can yakıcı onlarca savaşlar açıyorlardı. İşte Peygamber (s.a.v)’in bir hadisinde; “İnsanların en fazla bela çekeni Peygamberlerdir, sonra daha iyiler ve iyiler…” diye buyurması da budur.
Ne kadar ilginçtir ki Peygamberler insanları kurtuluş yoluna davet ediyorlardı. İnkarcılar ise Peygamberleri helaketle tehdit ediyorlardı. Kur’an-ı Kerim de bu anlamı ifadelendiriyor: “Bana ne olmuş ki siz beni ateşe çağırdığınız halde ben sizi kurtuluşa davet ediyorum?“[46]
Doğrusu bu, insanoğlunu seven bir grup insanın, 50 en son ilmi ve teknolojik araç ve gereçleri alıp da vahşi kavimler arasına gidip onları bu araç ve gereçlerle tanıştırmak ve yararlandırmak istemelerine benziyor. Bu medeniyet temsilcileri ile vahşet temsilcilerinin karşılaşmalarının sonucu traji-komik bir film olacaktır. Nitekim gerçekler aleminde de bu vuku bulmuştur ve onun şerhi kitaplarda ya da sinema perdelerine de konu olmuştur.
Peygamberler de genellikle eski dünyanın geri kalmış muhitlerinde davetle emrolunup görevlendirilmişler ve sonuçta muzaffer olmuşlardır. Günümüzde altı milyara yakın bir nüfusa sahip olan bir dünyada dört milyardan fazlası Peygamberlerin davetini kabul etmişlerdir. Ve Peygamberlerin her söylediğine; “Amenna ve saddakna.” demişlerdir.
Evet, dört milyardan fazla insan, Hazreti İbrahim (a.s)’ın kendi imanında samimi olduğunu ispat etme yolunda kendi tek ciğerparesi oğlunun boynuna bıçağı dayayıp kurban etmeye hazır olduğunu kabul etmiştir. İbrahim, İlahî imtihandan başı dik bir şekilde çıktı. Onun pak neslinden insanları sarhoşluk ve başıboşluk karanlığından aydınlığa ve kurtuluşa davet ve hidayet eden ne kadar da çok Peygamber çıkmıştır. Büyük Meryem’in bekar olduğuna ve insandan bir eşinin olmadığına, onun kalbine ruhu’l-kuds olarak bilinen ruhtan ve İlahî bir nefhadan üflendiğine ve İsa (a.s)’ya hamile kaldığına inanmışlardır. Ve Yüce Allah’ın mukaddes Tur ve Tuy vadisinde hiçbir aracı ve perde, örtü olmaksızın Musa (a.s) ile konuştuğunu kabul etmiş ve bundan dolayı da onu Kelimullah yani “Allah ile konuşan.” diye isimlendirmişlerdir. Sonuçta Yüce Allah’ın İslam sünnetinde Cebrail olarak adlandırılan aynı ruhu’l-kudus aracılığıyla en son İlahî vahiy mektubunu başlangıçta Hira mağarasında, daha sonra da 23 yıl boyunca seferde ve hazarda, şehirde ve çölde, gece ile gündüzün her saat ve anında İbrahim (a.s)’in pak sülalesinden olan İslam Peygamberi (s.a.v)’ne gönderdiğini kabul etmişlerdir.
Eğer Peygamberlerin daveti, efsane ve eskilerin uydurmaları türünden olsaydı seyrinin kesilmesi gerekirdi. Yani kendi asırlarında bazı takipçiler bulurdu ve daha sonra gitgide az renkli en sonunda da tamamen renksiz olması gerekirdi. Nitekim insanoğlunun değişik rablere, tanrılara ve tabiat güçlerine inandıkları ilk inançları böyle bir seyir çizmiştir, gün geçtikçe az renkli olmuş en sonunda da renksiz bir hal almış ve ortadan kalkmıştır.
Bugünkü dindar görünümlü insanın hareket ve davranışlarında varolan müşkil, onun genellikle doğru ve dürüst olan itikadında değildir. Aksine temel problem, onun itikadının nasıllığında, niteliğinde ve onun imanının uykuya dalmasında yatmaktadır.
Tarih, iman ateşinin Hz. İbrahim (a.s)’ın ruhuna neler ettiğini tesbit etmiştir. İbrahim’in ateşte olacağı yerde ateş İbrahim’in içindeydi. Aynı şekilde Muhammed (s.a.v)’in, Ali’nin ruhuna, Mevlana’nın, Gazali’nin ruhuna; Paskal’ın, Kadis Augustin’in, K. Yerkegör’ün, Unamuno (İspanyalı yazar) ve daha birçoklarının ruhlarına neler yaptığını tarih bilgisine azıcık sahip olanlar çok iyi bilir.
Bizlerin imanı soğuk ve adetleşmiş bir yapıya gelmiş. Şayet öyle olmasaydı bugünkü insandaki bu hedefsizlik, eskimişlik, duygusuzluk, köhnemişlik ve… görülmeyecekti. Dünküler, iman ateşinin sıcaklığından gürleşiyorlardı:
Ya Rabb, in ateş ki der can-i men est / Serd kon zi-ansan ki kerdi ber Halil.
(Ya Rabb, içimdeki bu ateşi / tıpkı Halil’e serin yaptığın gibi serin yap.) Bugünküler ise soğuk mühr imanına sahiptirler.
Zira bunlar, sanki vahiy ahdinden uzak düşmüş gibiler ve yavaş yavaş unutmuşlar. Evet, Allah’ın zamanın allameleriyle değil insanlarla, normal ve sıddık insanlarla temas kurduğunu ve aracılı veya aracısız onlarla konuşmuş olduğunu; Onları, yolunu şaşırmışlar ve sarhoş, başıboşların elinden tutmak, onlara yol göstermek için göndermiş olduğunu günümüz insanı unutmuş gibi görünüyor.
İmanın sözkonusu olduğu yerde şüphenin de sözkonusu olduğunu söylemiştik. İman, bazen şüpheyi uzaklaştırmaktan veya onunla arayı açmaktan başka bir anlama gelmez. Şüpheyi denememiş iman, şüpheyi denemiş iman kadar asil ve insani değildir. Evet, eskiden beri Peygamberlerin muasırları ve daha sonra gelen sonraki asırların insanları, ya Peygamberlerin doğruluk ve sadakatlarinden ya da onların mesajlarının doğruluk ve sıhhatinden ve bir kelimeyle vahyin asaleti konusunda şüphe etmişlerdir. Ve Vahyin İlahî/semavi olmadığını aksine insani olduğunu söylemişlerdir. Freud’un dünkü ve bugünkü takipçilerinin deyimiyle, Peygamberlerin kendinden habersiz iç davranışlarının sonucudur. Yani hatta birlikte hareket ediyorlar ve; “Peygamberler doğru söylüyorlar, fakat vahiy Allah’ın sözü değildir, onların kendi sözleridir ki bunu kendileri bile bilmiyor ki onların iç alemlerinin ve nefislerinin gayb yapıtlarıdır.
Kendinden habersiz şair ve sanatkarların hayret verici bir yaratma yeteneğine sahip oldukları doğrudur. Fakat sanatkarların durumunu incelediğimizde göreceğiz ki açık veya gizli talim ve terbiye şekliyle, bir sanat veya ilme sahip olmuşlardır. “Akşam okuma-yazma bilmez olarak yattım, sabah arapça şiir söylüyordum!” Her ne varsa bir ölçü ve haddi vardır. Baba Tahir Üryan ve Şatır Abbas Sabuhi tıpkı bir efsane idiler ki ne hiç okumaları vardı ve nede bilgileri vardı. Bunlar, gizli ve açık hal ve geçmişin kültüründen haberdar ve yararlanmışlardı.
Hafız’ı örnek verelim: O, bilinçli bilinçsiz yapısında çok güçlü bir hünere sahiptir ki, hatta şair sessiz ve suskun olduğu zamanda bile kavga ve figan içindedir. Doğrusu eğer Hafız, okuma yazma yeteneğine sahip olmasaydı (Hz. Muhammed (s.a.v) gibi) ve kitap, kültürden habersiz ve Şiraz’ın pazarlarının birinde fırıncı veya çöllerinde çoban bir adam olsaydı şöyle söyleyebilir miydi:
“Ezelde senin güzellik ışığın tecelladan konuştu / Aşk göründü ve ateş bütün alemi sardı.”
Veya şöyle söyleyebilir miydi:
“Kevn ve mekan tezgahının ürünü sadece bu değil / Şarap getir. Zira dünyanın esbabı sadece bu değil.”
Evet, insafen bunlara imkanı yoktu. Ve şayet beşeri alemin en yaratıcı kendinden habersiz zamirine sahip olsaydı yine de basit ve normal sözlerden başka bir şey nakledemezdi.
Düşünce, kültür, sanat, edebiyat, ilim ve fen tarihinin tümü boyunca hiçbir talim ve terbiye almaksızın bilimsel-sanatsal büyük bir eser meydana getirmiş olan kültürlü, kültür yaratıcısı bir insan, büyük bir şair, veya büyük bir edip ya da büyük bir tarihçi, büyük bir hikayeci/romancı, veya icatçı, matematikçi veya büyük bir müzikçiyi bulamazdık.
Eğitim ve öğretim almamış, kültürsüz ve ilimsiz, okuma-yazması olmayan, okuma ve yazmaktan güç almayan bir Arab, sıkıntılar çekmiş ve yetimlik mihnetini tatmış, bir ömrü çobanlıkla geçirmiş, çölün tozundan, koyun, inek ve deve sürüsünden, miladi yedinci asrın Arabistan’ın ilkel yaşamından başka bir şey görmemiş bir Arabdan şu sözlerin çıkması acaba hiç mümkün olur muydu:
“Ve yer, Rabbinin nuru ile parlamıştır.“[47], “Eğer yerde ve gökte Allah’dan başka ilahlar olmuş olsaydı ikisi de bozulmuş gitmişti.“[48], “Ey arz (yer), suyunu yut, ve ey gök tut, denildi. Su azaldı, iş bitirildi. (Gemi) Cudi’ye oturdu.“[49], “Doğrusu insan kendi nefsini görür, ortaya bir takım mazeretler atsa da.“[50], “Ey insan, muhakkak ki sen, Rabbine doğru çabalayıp durmaktasın, nihayet O’na varacaksın.“[51], “Rabbinin her şeye şahit olması sana yetmez mi?“[52], “İnananlar için hala vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah’ın zikrine saygı duysun…“[53], “İnsanların hesapları yaklaştı, fakat onlar hala gaflet içinde yüz çevirmektedirler.“[54]… Ve buna benzer daha yüzlerce yüce ve hayret verici ayet ki, İbn-i Sina’dan tutun da Molla Sadra’ya kadar, İmam Fahreddin-i Razi ve İmam Gazali’den tutun da Molla Muhsin Feyz-i Kaşaneye ve Ebu’1-Ala Muarri’den Taha Hüseyin’e kadar kültür dünyasının ve dünya kültürünün önde gelen en büyük edipleri ve fasihlerini nihayetsiz bir hayret ve şaşkınlığa sürüklemiştir. Ve söylediklerinin neticesi, en büyük beşeri medeniyetlerinden birini dünyanın büyük ve geniş bir kısmında meydana getirecek kültür yaratan bir kitap olabilir miydi acaba? Evet, kendinden haberdar olan zamiri sade, basit, okuma yazması olmayan ve kültürsüz olan bir kişi hiçbir mucizeyle kendisinden haberi olmayan zamiri ilim, edep, kültür ve sanatın gizli hazinesi olamaz. Yani kendinde bir şey olmayan bir insan, bir başkasına bir şey veremez. Bu soğuk demiri bükemeyeceklerini gören bir grup insanın, bir başka görüşü ileri sürmeye başlaması ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in eğitim-öğretim görmüş, kitap okumuş, okuma-yazması olan ve önceki mukaddes kitapları mutaaladan özellikle de Tevrat, indiler ve eski İran kültürünü mütaala ederek bu bilgileri elde eden bir kişi olduğunu ileri sürmeye başlamaları da bundan dolayı idi..
Buna verilecek cevap şudur: Tarihin de şahitliğiyle, Hz. Muhammed (s.a.v)’in, böyle bilgileri toplamaya ve bu tür bir kültür meydana getirmeye ve onlara sahip olmaya imkanı ve gücü yoktur ve miladi yedinci asır Arabistan’ında hiçbir ilim ve kültür kanunu söz konusu olmamıştır. Eğer Peygamber (s.a.v), okuma yazması olan ve kültürlü bir kişi olsaydı ve, örneğin Vahiy öncesi zamanların Arap nazım ve nesrinden haberdar olsaydı ister istemez sözleri, yani iddia ettiği onunla igili olurdu. Cahili asrın söz, nazım ve nesrinin rengini alırdı. Kur’an’da yer alan bütün bu söz ve hikmet, o zamanın kültürünün sermaye ve gücüne sığmaz.
Bir başka konu da eğer bu gayr-i ciddi tevcihatların bir anlamı olsaydı ve buna tevessül ve teşebbüs edilseydi ister istemez kaçınılmaz olurdu ki fiili şekil, yani Kur’an’ın vahiysel olduğu ve emirleri Allah’ın gönderdiği emirler olduğu şekli, insani akıl ve mantık açısından kabul edilemeyecek bir yapıda olurdu. Şimdi ise dünün ve bugünün dünyasının insanlarının üçte ikisinden çoğu Peygamberlerin ve dinlerin davetini, davetlerinin doğruluk ve sıhhatini kabul etmişler ve onda bir gariplik ve akla zıtlık görmemişlerdir.
Bir diğeri de şudur: Vahyin aslını inkar eden bir kimse, sadece vahyi inkar ediyor değil, aksine Peygamberlerin doğruluğunu, hatta nübüvvetin doğruluk imkanını da inkar etmiş olur. Bundan da öte sadece vahyi alanı inkar da değil belki vahyi göndereni de inkar demektir. İnsanlık tarihinin ve tecrübesinin şehadetiyle dinlerin, imanın ve resullerin gönderilmesi ve kitapların nüzulünün inkarı asla onların ispat ve kabulünden daha akli ve mantıksal değildir. Şayet böyle olsaydı dünyada varolan tüm bu akıllılar (insanlığın üçte ikisinden fazlası) onu inkar ederdi.
Şimdi dünyanın ve insanın varlık muamması için peygamberlerin ve dinlerin cevaplarından daha iyi bir cevap bugüne kadar verilmiş değil. İnsanların çoğunluğuna yakın bir kesiminin ittifakıyla hayatın anlamını mebde’, mead, Peygamberlerin davet ve iddiasının varlığını kabul etmekte bulmuşlardır. [55]
KAYNAKLAR :
[42] Kıyamet: 75/36.
[43] Sefer-i huruç, 3.bab, 14. ayet.
[44] “Allah Adem’i kendi suretinden yarattı.” (Hadis-i Nebevi).
[45] Kamer: 54/2.
[46] Mü’min: 40/41.
[47] Zumer: 39/69.
[48] Enbiya: 21/22.
[49] Hud: 11/44.
[50] Kıyamet: 75/14-15.
[51] İnşikak: 84/6.
[52] Fussilat: 41/53.
[53] Hadid: 57/16.
[54] Enbiya: 21/1.
[55] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:43-57.