• İlahiyat Arapça Eğitim Seti
  • D.B.Meal Video Takip
  • Sanal-Medrese
  • İlahiyat Arapça Eğitim Seti
  • D.B.Meal Video Takip
  • Sanal-Medrese
Tag:

EDİLLE-İ SER’İYYE

Browse:
  • Home
  • EDİLLE-İ SER’İYYE

İSTİHSAN

by Admin in USUL DERSLERİ
Tags: EDİLLE-İ SER'İYYE, İSTİHSAN, İSTİHSAN ne demektir, İSTİHSAN nedir, İSTİHSANın manası

Tarifi

İstihsan lügatte bir şeyi güzel bulmak demektir. Usûlcülerin ıstılahında ise: Bir delile binaen hafî kıyası celî kıyasa tercih etmektir. Veya istisnayı ge­rektiren hususî bir delile binaen cüz’î bir hükmü küllî bir hükümden veya umumi bir kaideden istisna etmektir. Meselâ yırtıcı kuşların, karga, doğan ve dölengeç kuşlarının artıkları temizdir. Çünkü bunlar havadan süzülerek suya inerler (yani gagalan pisliğe bulaşmaz). “Olmayan şeyin üzerine yapılan akid batıldır” hükmünden istisna olarak selem, istisna, kira, mudâraa ve musâkât akidlerinin sıhhatine hükmetmek de bu cümledendir.

Bu ince bir fakahate, düşüncedeki derinliğe ve meseleleri anlama kudre­tine delâlet eder. Bu, aklına, heva ve heveslerine göre hüküm koymak değildir. Çünkü bu ancak uzak görüşlü, ufku geniş, tefekkürü derin bir kişinin farke-debileceği kuvvetli bir delille amel etmektir.

İstihsan kıyastan ve masalih-i mürseleden farklıdır. Çünkü gördüğümüz gibi kıyas naslarda veya icmâda benzeri veya misli olan olaylarda cereyan eder. Halbuki istihsan benzeri olan fakat bir delilden dolayı umumî bir hükümden is­tisna edilen bir meselede cereyan eder. Masâlih-i mürsele ise dinde üzerine kıyas edilebilecek bir benzeri olmayan olayda tatbik edilir. Masâlih-i mürselede hüküm ancak bazı naslann tamamından elde edilen manaya veya küllî esaslara uygunluğuna binaen müstakil olarak sabit olur.

Çeşitleri

Dayandığı delile göre istihsan çeşitlere ayrılır. Bu delil, nas veya icmâ veya zaruret veya hafî kıyas veya örf veya maslahat olur1

1- Delili nas olan istihsan: Bu, umumî delil ile sabit olan küllî hükme veya umumi kaideye muhalif olarak, bir mesele hakkında bir hüküm ifade eden mu­ayyen bir nassın bulunmasıdır. Bu nas ya Kur’andan olur veya sünnetten olur.

Nassın Kur’an’dan olmasına misal vasiyettir. Kıyasın veya umumi ka­idenin gereğince vasiyet caiz olmamalıdır. Çünkü vasiyet mülkiyetin bittiği an olan ölümden sonrasına izafe edilerek temlik etmektir. Ancak vasiyet “yapı­lacak vasiyetten ve borçtan sonra” (Nisa: 4/12) ayet-i kelimesiyle bu umumi ka­ideden istisna edilmiştir. “Malım sadakadır” diyen kişi bu sözüyle malının ta­mamını tasadduk etmiş olması gerekir, kıyas bunu gerektirir. Ancak “Onların mallarından zekat olarak al.” (Tevbe: 9/103) ayet-i kerimesi gereğince istihsan onun bu sözüyle zekata tabi mallarını kastettiğine hükmeder.

Nassın sünnetten almasına misal, unutarak yeme-içmenin orucu bozma­yacağı hükmüdür. Kıyasın yani umumi kaidenin muktezası orucun bozulması­dır. Çünkü “oruç bozan şeylerden kendini tutmak” esasına muhalif olarak içeriye bir şey girmiştir. Ancak bunun bir istisnası olarak “Kim unutarak bir şey yer veya içerse orucunu tamamlasın, Allah ona yedirmiş ve içirmiştir.” hadis-i şerifiyle orucun devamına hükmedilmiştir.

Selem akdinin cevazı. Umumi delilin muktezasına göre bu caiz olmama­lıdır. Çünkü selem olmayan şeyi satmaktır. Rasulullah (a.s.) insanın elinde olmayan şeyi satmasını nehyetmiştir. Ancak selem husûsi bir delille bundan is­tisna edilmiştir ki o da: “Kim bir meyvada selem yaparsa ölçeği belli tartısı belli olsun.” hadisi şerifidir.

Hıyân şart akidlerdeki “lüzum = bağlayıcılık esasına ters olmaktadır. Ancak Hibbân ibni Münkız hadisi ile, ona üç güne kadar hıyar = tercih etme hakkı verilmek suretiyle buna cevaz verilmiştir.

Arâyâ satışı yani beş vesk = 653 kg.’ı aşmamak şartıyle eski kuru hurma ile taze hurmayı takas etme şeklinde yapılan satış faiz karıştığı için caiz değil­dir. Ancak insanların ihtiyacına binâen, kolaylık olsun, sıkıntıya sebep olma­sın diye Rasulullah (s.a.) tarafından ruhsat verilmiştir.

2- Delili icmâ olan istihsan: Bu şer’î bir meselede icmâ hasıl olması se­bebiyle kıyasın muktezasının terkedilmesidir.

Alimlerin istisna akdinin cevazı üzerine icmâ etmeleri buna misaldir. İs­tisna bir zanatkarla muayyen bir ücret mukabili bir şey yapmak üzere anlaşmak­tır. Kıyasa göre bu akit batıl olmalıdır, çünkü yapılacak eşya akid esnasında mevcut değildir. Ancak insanların buna olan ihtiyacına ve her devirde yapıla-gelmiş olmasına binaen icmâ ile buna cevaz verilmiştir.

3- Delili örf olan istihsan: Bu, insanların ihtiyaçların zorlaması altında kıyasa veya umumî kaideye muhalif olarak bir şeyi örf haline getirmeleridir. Meselâ: Kullanılacak su mikdan ve içerde ne kadar kalacağı belli olmadığı halde ücretle hamama gitmek. Kıyasa göre bu caiz olmamalıdır, çünkü bu bazı unsurları meçhul bir kira akdidir. Ancak insanları sıkıntıya sokmamak için ihtiyaçtan dolayı cevaz verilmiştir.

Helake maruz bulunduğu için menkul bir şeyin vakfedilmesi kıyasa göre caiz de&ildir riinkii vaVıflarrlî»

4- Delili zaruret olan istihsan: Bu, müctehidi kıyası terkedip zaruretin veya âdeten zaruret derecesine gelen ihtiyacın gereğince amel etmeye sevkeden bir zaruretin bulunmasıdır. Meselâ içine necaset düşen kuyularda ve havuzlarda kıyasa göre kalan suyun kaynayan su ile karışması ve kovanın devamlı necis suya temas etmesi sebebiyle kirlendiği için suyun tamamının veya bir kısmının çekilmesiyle temizlenmiş olmaması gerekir. Ancak âlimler zaruretten dolayı kıyası terkederek istihsanen, bir miktar su çekilmesiyle kuyunun temizlendiği hükmünü vermişlerdir.

Şahin, doğan, kartal gibi yırtıcı kuşların artığının temiz olması hükmü de istihsanendir. Çünkü bu hayvanlar necis şeyleri gagalanyle yerler, gaga ise kemiktendir, kemik temizdir. Bilhassa sahralardaki insanların su kaynaklarını bunlardan korumaları mümkün olmaz. Bu sebeple zaruri olarak bunların hükmü arslan, kurt, pars, kaplan gibi yırtıcı hayvanların hükmünden farklıdır. Çünkü bunlar suyu ağızlarıyle içerken salyaları suya karışır ve suyu kirletirler.

5- Delili kıyas-ı hafi olan istihsan: Kıyası hafî kıyası celîye tekabül eden kıyastır. Meselâ ziraate müsaid arazinin vakfedilmesinde bu iki kıyas iki ayrı hüküm verir. Kıyası celîye göre vakıf, mülkiyetten vazgeçme olduğu için sa­tışa benzer, dolayısıyle geçme hakkı, yol hakkı, sulama ve fazla suyu dışarı atma yolu hakkı gibi irtifak haklan dahil olmaz. Yalnız vakfeden bunları açıkça zikrederse satış akdinde olduğu gibi dahildir. Kıyası hafiye göre ise vakfetme kiraya vermeye benzer, çünkü her ikisi de eşyanın aynından intifa hakkını ifade eder. Dolayısıyle vakfeden açıkça zikretmese de kira akdinde olduğu gibi irtifak haklan da vakfa dahil olur. Burada kıyası hafî kıyası celîye tercih olu­nur. Çünkü vakıftan maksat intifadır, istifade etmektir. Bu da ancak irtifak haklanyle beraber mümkün olur. Dolayısıyle bunlar açıkça zikredilmese dahi hükmen arazi vakfına dahil olur.

Müşteri ve satıcı semenin mikdan (anlaştıkları fiyat) üzerinde ihtilaf etse­ler, istihsana göre her ikisine de yemin ettirilir. Kıyasa göre ise satıcı yemin etmez çünkü o fazlalık iddia ediyor, meselâ yüz liraya sattığını iddia ediyor müşteri de bunu inkar ederek semenin doksan olduğunu iddia ediyor. Kaideye göre beyyine (delil) iddia edene yenin inkâr edene düşer. O halde satıcıya ye­min gerekmez. Halbuki istihsanen her ikisi de yemin eder. Çünkü her biri hem müddei hem münkir durumundadır. O halde ikisi de yemin edecektir. Çünkü satıcı fazlalık iddia ediyor ve müşterinin malı teslim alma hakkını inkar ediyor. Müşteri de fazlalığı inkar ediyor malın fiyatı olan doksanı verdikten sonra malı teslim alma hakkını iddia ediyor.

6- Delili maslahat olan istihsan: Bu, meseleyi umumi bir esastan ve küllî bir kaideden istisna etmeyi gerektiren bir maslahatın bulunmasıdır. Meselâ: se-fihliğinden dolayı hacr altında bulunan kişinin hayırlı bir vasiyet yapması ha­linde kıyasa veya küllî kaideye göre bu kişinin teberruları sahih olmamalıdır,

sebeple o kişiye de sevap kazanma imkanı verilmesi ve hali hayatında kendisine zarar verilmemesi için bu vasyet umumi kaideden istisna edilmiştir.

Bir başka misal: Hâşimî olana zekat verilmesi. Rasûlullah’ın nehyi ol­duğu için kıyas buna cevaz vermez. Ancak Ebu Hanife (r.a.), bunlara Beytul-malden bir şey verilmediği bir zamanda perişan olmamaları için maslahatları icabı onlara zekat verilmesini müstahsen görmüştür.

Başka bir misal: Zanaatkara veya gündelikçi işçiye (ecîr-i müşterek) ver­diği zararı tazmin ettirmek. Kıyasa göre ödenmemesi gerekir. Çünkü kendile­riyle icare akdi yapılması sebebiyle emin kişilerdir. Emin kişi, korumada ihmali veya kastı görülmedikçe telef olan şeyi tazmin etmez. Ancak bunların ihmalkar­lığını önlemek ve iş sahiplerinin mallarını koruma altına alabilmek için istihsa-nen tazmin etmeleri gerekli görülmüştür. Lakin yangın, sel gibi afetlerde tazmin etmezler.

İşte bu misallerde bir delile dayanılarak cüz’î bir maslahat küllî bir hü­kümden istisna edilmiştir. İşte ıstılahta buna istihsan denir.

İstihsanın hüccet olması ve bu husustaki alimlerin görüşleri:

İstihsan konusunda âlimler iki gruba ayrılmışlardır: Cumhura göre istih­san şer’î bir hüccettir. Şafiî, Şia ve Zahiriyyeye göre istihsan hüccet değildir. Hatta İmam Şafiî: “istihsanla amel eden kendiliğinden din icad etmiştir” demiş­tir.

Cumhurun bu husustaki delilleri şunlardır[1]:

1 – İstihsanla amelde zorluğu bırakıp kolaylığı alma vardır ki bu da dince bir esastır. Allah (c.c.) ayet-i kerimede “Allah size kolaylık ister zorluk istemez” (BAkara: 2/185) buyurmaktadır.

2- İstihsanın varlığı müttefekun aleyh bir delile dayanmaktadır. Bu delil daha önce de geçtiği gibi ya nasdır veya icmâdır veya zarurettir veya kıyası hafidir veya örftür veya maslahattır. Bütün bunlar kıyası hafinin kıyası celiye tercihini, küllî hükümden cüz’î istisna yapılmasını gerektirir ki bu şer’an makbuldür.

İstihsanı kabul etmeyenlerin delilleri de şunlardır[2]

1 – Ancak nassla veya nassa kıyas yapılarak hüküm vermek caiz olur. Çünkü böyle olmazsa bu heva ve hevese göre hüküm vermek olur. Halbuki Allah (c.c.) “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma” (Maide: 5/49) buyurmaktadır.

2- İstihsanın temeli akıldır, âlim-cahil bunda müsavidir. O halde her in­sanın yeni bir din getirmesi caiz olmalıydı.

3- Rasûlullah (s.a.) istihsanla fetva vermez vahyi beklerdi.

Bu delillerin heva ve hevese göre hüküm koymayı reddetmeye dair olduğu görülmektedir ki bu ittifakla caiz değildir. İstihsanı benimsemeyenlere göre ise istihsanm hakikati iki delilden daha kuvvetli olanı ile amel etmektir ki bunda ihtilafa söz konusu değildir. Alimler hepsi az veya çok bunu yapmıştır. Aslında istihsan kıyas veya maslahat gibi delillerle amel etmek olduğundan müstakil bir hüküm kaynağı sayılmaz.

——————————————————————————–

[1] el-Iltisam,ŞMbî:.2/]37;Ravzatu’n-Nâzır. 1/407.

[2] 2 er-Risale, Şafiî, s. 507; el-thkam, İbni Hazm: 6/759; Mulahhasu tbtali’l-Kıyas, İbni Hazm;

s. 50.

3- İCMA’

by Admin in USUL DERSLERİ
Tags: dinimizde deliller, dinimizde icma, dinin delilleri nelerdir, edille i şeriyye kaçtır, EDİLLE-İ SER'İYYE, fıkıh usulü, icma ile ittifak arasındaki fark, icma nedir, icma', usulü fıkıh kitabı, vehbe zuhaylai, Vehbe Zuhayli
İcmânın Tarifi
İcmâ lügatta ya bir şeye azmetme manasınadır. Meselâ “filan şu iş üzerine icmâ etti” demek ona azmetti karar verdi manasına gelir. “Siz de ortaklarınızla beraber yapacağınıza icmâ edin. (Yunus: 10/71) ayetindeki icmâ da azmedin, karar verin manasınadır. Veya ittifak manasınadır. Meselâ: “Bir topluluk şuna icmâ etti” demek “onun üzerinde ittifak ettiler” manasına gelir.
Usülcülerin ıstılahında icmâ: “Ümmet-i Muhammed’den müctehidlerin Peygamberin vefatından sonra her hangi bir asırda bir şer’î hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.” Yani icmâda mutlaka her hangi bir şey üzerinde ittifak vardır. Ayrıca bu ittifakın mutlaka ictihad ehliyetini hâiz müctehidler tarafından yapılmış olması lazımdır. Dolayısıyle avamdan kişilerin ve şer’î hüküm istinbâtında ehil olmayanların sözüne itibar edilmez. Mevcut bütün müctehidlerin çoğunluğunun ititfakı bağlayıcı bir icmâ sayılmaz. Yine sadece Medine halkının veya Mekke ve Medine halkının veya Basra ve Küfe halkının veya Ebubekir ve Ömer’in ittifakı veya yalnız dört halifenin veya Âli Beyt’in (Hz. Ali, Fatma, oğulları Hasan ve Hüseyin) ittifakları icmâ sayılmaz.
Yine müctehidlerin ümmet-i Muhammed’den olması şarttır. Buna göre başka dinlerden olanların ittifakı şer’î bir icmâ sayılmaz. Çünkü şeriatin delil­lerinde icmâ, hatadan masum olduğu sabit olan ümmet-i Muhammed’e aittir.
Yine Rasûlullah hayatta iken icmâ vaki olmaz. Çünkü eğer Rasûlullah icmâ edenlere katılmışsa o taktirde bu hüküm icmâ ile değil sünnetle sabit ol­muş demektir. Onlara muhalefet ederse onların ittifakı düşer geçersiz olur.
Yine icmâ ancak vacib, haram, sahih, fasid gibi şer’î bir hüküm üzerinde olur. Buna göre meselâ “Fe harfi takib içindir” gibi lügatla ilgili bir şey veya bu âlemin sonradan var olması gibi aklî bir şey veya mükelleflerin fiilleri ile ilgisi olmayıp örf ve âdetten kaynaklanan harp gibi halkın işlerinin düzenlenmesi gibi dünyevî bir şey üzerindeki ittifak icmâ sayılmaz.
İcmânm Rükün ve Şartları
“Rükün” kelimesinin gerçek manasıyle icmânın sadece bir rüknü vardır o da “müctehidlerin ittifakı”dır. Aralarında ittifak hasıl olmadıkça icmâ oluşmaz.
İcmânın altı şartı vardır:
1 – İcmâda yer alan müctehidlerin sayısı ikiden fazla olmalıdır. Bir müc-tehidle icmâ gerçekleşmez, çünkü “ittifak” m manası birkaç âlim arasında ta­savvur edilebilir. Herhangi bir asırda sadece bir veya iki müctehidin bulun­muşsa şer’an icmâ oluşmaz.
2- Şer’î hüküm üzerinde bütün müctehidlerin ittifakı hasıl olmalıdır. Do-layısıyle muhalefet edenlerin sayısı ne kadar az, ittifak edenlerin sayısı da ne kadar çok olursa olsun müctehidlerin çoğunun ittifakı icmâ sayılmaz. Çünkü icmâda Daru’l-İslam’ın bütün müctehidlerinin ittifakı lazımdır. Müctehid olma­yanların sözü muteber değildir.
3- Hâdise meydana geldiği esnada islâm âleminin çeşitli bölgelerinde bu­lunan bütün müctehidlerin ittifakı olmalıdır. Hicaz veya Mekke-Medine veya Mısır veya Irak gibi muayyen bir bölgedeki müctehidlerin ittifakı icmâ sayıl­mayacağı gibi meselâ sadece “Âli Beyt’in ittifakı da icmâ sayılmaz.
4- İster sözle ister fiille olsun, ister bir arada ister ayrı yerlerde bulunsun­lar ittifak müctehidlerin herbirinin hadise hakkında açıkça görüş beyan etmeleri suretiyle meydana gelmiş olmalıdır.
5- Bu ittifakın, adalet sıfatını taşıyan ve bid’atlardan uzak duran ictihad ehlinden sadır olması lazımdır. Çünkü icmânın hüccet oluşuna delâlet eden nasslar bunu göstermektedir.
“Adalet sıfatı” cumhura göre şarttır. Çünkü icmânın hükmü ancak müc­tehidin şehâdet ehliyetini haiz olmasıyle bağlayıcı olur, şehadet ehliyeti de “Sizden, iki âdil kişiyi şahit tutun” (Talak: 65/2) ayetinde sarahaten ifade edil­diği gibi ancak adalet sıfatını haiz kişilerde olur.
“Müctehid bidatlerdan bütünüyle uzak olmalıdır” şartına gelince: Eğer bid’at kişiyi küfre düşürecek cinsten ise onu kabul eden gayrimüslimdir. Küfre götürecek cinsten değil ama insanları ona davet ediyorsa, bu delilsiz batıl taassubu sebebiyle adalet sıfatı düşer ve bu ümmetin icmâında onun sözü alınmaz. Bu sebebten Hz. Ebubekir ve Hz.Ömer’in halifeliği hususundaki icmâda Râfizîlerin muhalefetine itibar edilmez. Aynı şekilde Hz. Ali’nin halifeliği konusunda da Havâric’in muhalefeti dikkate alınmaz.
6- İcmâ edenlerin, icmâlarında nasdan veya kıyastan şer’î bir müstenede (dayanağa) dayanmaları şarttır. Çünkü müstened bulmadan fetva vermek hatadır ve din babında ilimsiz söz söylemektir. Bu da “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme.” (İsra: 17/36) ayetiyle nehyedilmiştir. Ayrıca icmâ edenlerin sadece akıllarına dayanarak şer’î hükümler ortaya koymaları caiz değildir.
İcmânın Müstenedi
İcmânın müstenedi müctehidlerin üzerinde icmâ ettikleri meselede dayan­dıkları delildir. Yukarıda da geçtiği gibi bu icmâda mutlaka bulunmalıdır[1]. Müstenedsiz icmâ tahakkuk edecek olsaydı bu, Rasûlullah’tan sonra bir din ortaya koymaya kapı açardı ki bu da batıldır. Sonra ittifakı gerektirecek ve görüşleri birleştirecek bir sebep bulunmadan müctehidler arasında ittifakın meydana gelmesi de âdeten çok uzakdır. Onların görüşlerini birleştiren, dinin sınırlarını aşmalarına mani olan da işte bu müsteneddir. İcmânın müstenedi ya nastır veya kıyastır.
İlham, dinî hususlarda delil olmaz, çünkü din peygamberden alınır, pey­gamber bizzat kendisi de din hakkında konuşmamıştır. O halde ümmetin delilsiz zaten konuşmaması lazım gelir. Delilsiz veya sırf akılla, arzu ve hevese göre hüküm vermek bid’at ve dalâlet erbabının işidir.
Âlimlerin çoğuna göre müstened ya Kur’andan veya mütevâtir sünnetten kat’î bir delil olur, bu takdirde icmâ onu takviye ve teyid eder veya zannî bir delil olur ki bu da haber-i vahid ve kıyasdır. Bu takdirde icmâ ile verilen hüküm zan mertebesinden kat’ıyyet ve yakîn mertebesine yükselir.
Masâlih-i mürsele de icmâya müstened olabilir. Maslahat değişirse icmâya muhalefet etmek ve yeni maslahata münasib yeni bir hüküm vermek caizdir. Buna dair delil şudur: Sahabe asrında câri olan hüküm “tesîr (fiyatların devlet tarafından tesbiti) caiz değildir.” şeklinde olduğu halde Medine’nin “yedi fa-kihi” bunun cevazına fetva vermişlerdir. Asıl şer’î hüküm, Hâşim oğullarına zekat helâl değildir şeklinde olduğu halde Beytülmal değişince İmam Malik ve İmam Ebu Hanife bunun cevazına dair fetva vermişlerdir. Mezhep imamları “insanların haklan zayi olmasın” maslahatına binâen eşler ile usûl ve fürûun birbirleri lehinde şahitlik yapmalarını men etmişlerdir. Halbuki sahabe arasında bu caiz idi.
Müstenedi masalih-i mürsele olan icmâya başka misaller de verilebilir: Beytülmale devamlı bir gelir kaynağı olması, ordu, kaleler, nehirler, köprüler, hakimler, valiler ve muhtaçlar gibi umumun maslahatına olan cihetlere harcan­ması; hiç kimseyi ayırt etmeden geçmiş ve gelecek bütün müslümanların bir hakkı olarak kalması için Hz. Ömer zamanında ashab-ı kiramın silah zoruyle fethedilen arazinin taksim edilmeyip bu araziye “haraç” (topraktan kalkandan belirli oranlarda alınan vergi) konulması üzerinde icmâ etmeleri, Kur’an-ı Ker-îm’in bir mushafta toplanması, bilhassa mescidden uzak oturanların cumayı kaçırmamaları gayesiyle namaz vaktini insanlara duyurmak için Hz. Osman zamanında cuma namazı için üçüncü bir ezanın ilave edilmesi üzerinde icmâ etmeleri… İşte sahabenin buradaki müstenedi maslahattır yani işin Hz.
Peygamber (s.a.), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında olduğu gibi devam etmesi halinde gelebilecek mefsedeti defetmektir.
İcmâ, meydana gelen bir olay üzerinde olabileceği gibi herhangi bir nas-sın tevil veya tefsiri veya nassın hükmünün ta’lili üzerinde de olabilir.
İcmâmn Hüccet Oluşu
Bir mesele hakkında müctehidlerin tamamının görüşlerinin bir hüküm üzerinde ittifak etmesi suretiyle yukarıda matlup olduğu şekilde icmâ meydana gelirse bu hüküm bağlayıcı olur, uyulması vacibdir, muhalefeti caiz olmaz. Daha sonra herhangi bir asırda âlimler onu bozamaz. Çünkü artık o şer’î hü­küm, ne muhalefete ne de neshe mecal bırakmayacak şekilde kat’î bir hüküm olmuş, Kur’an ve Sünnet gibi icmâdan da yakînî bir şekilde maksad hasıl ol­muştur.
Ancak icmâ delili kat’î olursa, icmâ müstakil bir hüccet olmaz, belki o delili takviye etmiş olur. Eğer icmâ delili zannî olursa icmâ müstakil bir delil olur, yani sadece icmâyı delil almak kâfidir, icmâmn müstenedi olan delili araştırmaya hacet yoktur. Bu icmâ kendi başına şer’î hüküm koyuyor manasına gelmez. Çünkü gerçek manada teşri (hüküm koyma) kaynağı dindir.
îcmâ, âlimlerin çoğuna göre kat’î bir hüccettir. Öyle ki eğer icmâ bize te­vatür yoluyle nakledilmişse muhalefet eden tekfîr edilir veya dalâlette veya bid’at içinde olduğu kabul edilir1. Ama bize âhad yolla gelmişse veya sükûtî icmâ ise bu, o hüküm hakkında kat’iyyet değil zan ifade eder.
Âmidî, Cüveynî, İsnevî ve İbni Hâcib gibi bazı âlimler nazarında da icmâyı inkâr eden tekfir edilmez. Ancak beş vakit namaz, tevhid inancı, peygamberlik gibi hak arasında meşhur zarûrat-ı diniyyeden bir şey olursa inkâr eden tekfir edilir. Veya kişi icmâyı ve icmâ edenlerin doğruluğunu kabul ettikten sonra icmâ ettikleri hükmü inkâr ederse yine tekfir edilir. Çünkü bu inkar ve tekzip dini tekzibe götürür. Kim dini tekzip ederse kâfir olur.
İcmâmn hüccet oluşuna Kur’an ve Sünnetten deliller:
I- Kur’an’dan deliller: Kur’an-ı Kerîm’de icmâ-yı ümmetin hüccet oldu­ğuna delâlet eden ayet-i kerîmeler vardır. Bunlar şunlardır:
“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve ce­henneme sokarız, o ne kötü bir yerdir.” (Nisa: 4/115). Yani Allah (c.c.) müs-lümanların yolunda başka yol seçmeyi Allah ve Rasûlüne düşmanlık yapma gibi kabul etmiştir. Çünkü her ikisine de aynı cezayı vermiştir ki o da, bu kişiyi o fâsid tercihi ile başbaşa bırakıp ceza olarak onu cehenneme koymasıdır. Al­lah ve Rasûlüne adavet haram olursa müminlerin yolundan başka yolu seçmek de haramdır. Müminlerin yolundan başka yola tabi olmak haram ise onların yolundan ayrılmamak vacib olur. Bu da icmânın bir hüccet olmasını iktiza eder. Çünkü kişinin yolu demek onun tercih ettiği söz veya fiil veya itikad de­mektir.
“Ey iman edenler Allah’a itaat edin, Rasûle ve sizden olan emir sahihle­rine itaat edin” (Kısa: 4/59). Allah (c.c.) burada kendisine ve Rasûlüne itaati emrettiği gibi, müminlere ve ülülemre itaati de emretmiştir. “Ulülemr” ile ida­reciler kastedildiği gibi dinde fetva ve ictihad hususunda da müctehid âlimler kasdedilmiştir.
O halde içtihada ehil âlimler şer’î bir hüküm üzerinde ittifak ederlerse o hükme uymak ve amel etmek Kur’an nassıyle vacibdir. Zira ayet-i kerimede: “… halbuki onu Rasûle veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi on­ların arasından işin iç yüzünü anlayanlar onun ne olduğunu bilirlerdi” (Nisa: 4/83) buyrulmaktadır.
2- Sünnetten deliller: Müctehidlerin ittifak ettiği şey aslında ümmetin hükmüdür. Çünkü onlar bu konumda ümmetin temsilcileridirler. Rasûlullah (s.a.) dan ümmetin hatadan masum olduğuna delalet eden nice sahih hadisler varid olmuştur. Bu rivayetler her ne kadar Iafızlarıyle ve her biri kendi başına tevatür derecesine ulaşmasalar bile bunlardan “ümmetin hatadan masun yani korunmuş” olduğuna dair hasıl olan ortak mana mütevâtirdir. İşte manevî tevatür budur. Manevî tevatür delâlet ettiği şey hakkında kat’î ilim ifade etmesi açısından lafzı mütevatir gibidir.
Bu hadislerden bazıları şunlardır:
“Benim ümmetim hata üzerinde ittifak etmez.”, “Allah (c.c.) ümmetimi bir dalâlet üzerinde toplamaz”. “Allah’ın eli (yardımı) cemaatle beraberdir.”, “Ümmetimden bir zümre Hakk üzre (Hakka) yardımcı olarak devam edecektir. Onlara muhalefet eden onlara zarar veremez. Allah’ın emri gelinceye kadar böyle devam edecektir”, “Kim cemaatten bir karış ayrılır ve o halde ölürse an­cak cahiliye ölümü ile ölmüş olur.”, “Şeytan tek kişi ile beraberdir. îki kişiden uzaktır.” (Ümmet toptan bir hata ve dalâlet üzerinde ittifak etmeyeceğine göre onun temsilcisi âlimlerden de böyle bir ittifak olmaz. O halde icmâ hak üzere­dir.)
İcmânın Çeşitleri
İcmâ tekevvün (oluşum) yollarına göre iki çeşittir: Sarih icmâ sükûtî icmâ.
a) Sarih icmâ: Müctehidlerin, muayyen bir meseledeki hüküm üzerinde söz veya fiil halinde görüşlerinin ittifak etmesidir. Bu, âlimlerin bir mecliste toplanıp her birinin o mesele hakkında görüşünü açıklaması ve görüşlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi şeklinde veya o mesele hakkında ayrı yerlerde de olsalar her âlimin aynı fetvayı vermesi ve fetvaların tek bir şey üzerinde birleş-
b) Sükuti icmâ: Bu, bir mesele hakkında aynı asırdaki müctehidlerden bazılarının bir hüküm söylemesi, buna muttali olan diğerlerinin bunu reddet­meyerek sükût etmesi şeklinde olur. Bu icmâ hakkında âlimlerin çeşitli görüş­leri vardır, en önemlileri şu ikisidir[2]:
Malikî ve Şafiîlere göre bu ne bir icmâ ne de bir hüccettir.
Hanefî ve Hanbelîlere göre ise bu bir icmâdır ve kat’î bir hüccettir[3]
Sükûtî icmâyı kabul etmeyen birinci görüş sahihleri görüşlerini şu esasa dayandırdılar: Diğer müctehidlerin susması, duydukları o hükmü kabul ettikle­rine dair bir karine sayılmaz. Zira bu sükût, belki meselede ictihad etmedikleri veya fetvayı verenden çekindikleri veya görüşünü açıkladıkları takdirde bir za­rar geleceğinden korktukları veya “Her müctehid isabet eder” görüşünde olduk­ları için sükût etmiş olabilirler. Bu ihtimaller mevcud olduğundan diğerlerinin sükûtu verilen fetvaya muvafakat ettikleri manasına gelmez ve icmâ vaki olmuş sayılmaz.
Sükûtî icmâyı kabul eden ikinci görüş sahiplerinin delilleri de şunlardır:
1-Her müctehidin görüşünü sarahaten duymak âdeten mümkün değildir. Çünkü âdet, âlimlerden birinin fetvasına diğerlerinin sukut etmesi şeklindedir.
2-Yine âdet bir asırda bir meselede âlimlerin büyüklerinin fetva vermesi küçüklerinin de bir teslimiyet ve muvafakat olarak susması şeklindedir. Bu se­beple sükût zımnî bir muvafakattir.
Görünen o ki rızaya ve muvafakata dair bir isabet bulunduğu; müctehidin araştırmasını bitirmemiş olması veya takiyye olarak veya gönül kırmamak için veya bir otorite sahibinden korktuğu için susmuş olması gibi sükûtun kabul manasına alınmasına mani olan ihtimaller ortadan kalktığı takdirde sukûti icmâ da bir hüccettir. Çünkü sahabenin icmâlarının çoğunu ancak bu şekilde anlamak mümkün olacaktır: Birisinin görüşünü açıklayıp ilân etmesi diğerlerinin sükût etmesi. Şayet verilen hükme razı olduğunu gösteren karine bulunmazsa o takdirde sükûtî icmâ sadece zannî bir hüccet olur.
İcmanın Oluşma İmkanı
Nazzam ile Mutezile ve Şiadan bazılarına göre icmânın oluşması âdeten mümkün değildir. Çünkü icmânın var olması her hangi bir asırdaki müctehid­lerin ittifakına bağlıdır. Bunun gerçekleşmesi için de şu iki hususun bulunması lazımdır:
a) Mesele ortaya çıktığında İslâm âleminde bulunan müctehidlerin bi­linmesi
b) Bunların tamamının görüşlerinin bilinmesi. İkisi de mümkün değil­dir. Çünük müetehidi müctehid olmayandan ayırt edecek tespit edilmiş bir ölçü bulunmamaktadır: Ayrıca âlimler bir beldede toplu olduğu halde değil her tarafta dağılmış vaziyette bulunurlar, dolayısıyle bunları toplamak güvenilir şe­kilde görüşlerini öğrenmek mümkün olmaz.
Diğer taraftan icmâ edenlerin delili ya te’vile ihtimal bırakmayacak şekilde kat’î olur ve o takdirde icmâya ihtiyaç kalmaz veya zannî olur, o takdirde de itti­fak mümkün olmaz. Çünkü zannî delil, müctehidlerin bakış açılarının ve zekâ seviyelerinin farklı olması, her birinin nazarında kendisini bu hükme götüren şahsî ve mezhebî sebeplerin farklı olmasının yanında hak olanı kabul etmedeki farklılıkları sebebiyle de ihtilâf kaynağıdır.
Bu delillere verilecek cevap şudur: Bunlar, fiilen vaki olmuş bir şey (icmâ) hakkında mücerred şüphe ve tereddütlerdir, itibar edilmez.
Âlimlerin cumhuru âdeten icmânın mümkün olduğuna onun fiilen vaki olmasını delil gösterdiler, mümkün olduğuna vukuundan daha kuvvetli bir delil ise olmaz. Nitekim sahabe, zekat vermeyenlerle harp edilmesi, Kur’an-ı Kerîm-‘in bir mushafta toplanması, altı sınıf eşyada faizin carî olacağı, müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle yaptığı nikâhın batıl olması, mehir tespit etmeden yapılan nikahın sahih olması, bir kadının teyzesi veya halasıyla aynı nikah altında birleştirilmesinin haram olması, domuzun iç yağının da haram olması, ninenin mirasta hissesinin altıda bir olması, yine mirasta oğulun, oğlun oğlunu hacbedip mirastan mahrum etmesi, satın alınan buğdayın kabzedilme-den satılmaması gibi bir çok ahkâm üzerinde icmâ etmişlerdir.
Bu gün de, her İslâm ülkesinde isim yapmış ictihad ehliyetine sahip olan kişilerin şer’î esaslara uygun olarak titizlikle seçilmiş olması şartıyle hükümet­lerinin veya kurumlarının düzenlediği kongreler ve konferanslar yoluyla icmâ­nın oluşması mümkündür.
Fiilen İcmânın Vaki Oluşu
İbni Hazm’ın Meratibü’l-îcmâ adlı kitabında da açıkça ifade edildiği gibi âlimlerin cumhuruna göre sahabe ve diğer asır âlimlerinden pek çok icmâ vaki olmuştur. Meselâ: Mirasda nineye altıda bir hisse verilmesi, satın alınan buğdayın kabzedilmeden satılmaması, domuzun etine kıyas edilerek iç yağının da haram olması, gasbedilen malın ya misli ile veya kıymeti ile tazmin edilme­sinin vacib oluşu, müslüman bir kadının gayrimüslim erkekle yapacağı nikâhın batıl olması, mehir konuşulmadan nikâh akdinin sahih olacağı, bir kadını teyzesi veya halası ile aynı nikah altında toplamanın haramlığı, kocanın ölümü sebebiyle iddetin vacib olması gibi şer’î bir nassa dayanan bu icmâlar icmânın fiilen vaki olduğunu gösterir. Bunu araştırmaya dahi gerek yoktur.
Sırf İctihadî Meselelerdeki İcmâ
İctihadî meseleler üzerinde icmâ vaki olduğunu iddia etmek kolay değil­dir. Bu konuda söylenmesi mümkün olan şey şudur: Bir takım görüşler vardır ki o hususta sahabe ve başkaları arasında her hangi bir ihtilâf bilinmemektedir.
Bu çeşit icmâya mudârebenin meşruiyeti üzerinde vaki’ olan ittifakı misal göstermek mümkündür. Zira âlimler bunun cevazı üzerinde ittifak etmişlerdir. Halbuki buna dair sahih bir nass yoktur. Bilinen tek şey Rasûlullah (s.a.) za­manında insanların mudârebe ortaklığını yapıyor olup Rasûlullah’ın da bunu menetmeyerek tasvip etmiş olmasıdır.
İmam Şafiî: “Hakkında ihtilâf olduğu bilinmeyen şeye icmâ denilmez” demiştir. Ahmed bin Hanbel’in “Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır” sözünden ne kastedildiğine gelince: Bu, icmâlarm naklinde ve vaki olup olmadığında insanları araştırmaya sevketmek, muttali olmadan, naklin sıhhatine ve haberin doğruluğuna dair başkalarının da muvafakatini araştırmadan icmâ iddiasında bulunmamalın içindir. Yoksa maksadı icmânın vukuunu inkar etmek değildir.
——————————————————————————–
[1] Keşfü’l-Esrâr. 2/983; Şerhü’l-Muhallâ: 2/168; Şerhu’l-Adûd: s. 39; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 132.
[2] el-Mustasfa: 1/121, Keşfü’l-Esrar. 2/949, Şerhu’l-Adûd: 2/37, Ravzatu’n-Nâzır. 1/381.
[3] Hanefîlerden Kerhi; Şafilerden Amidi’ye göre bu icma zanni bir delildir ki tercih edilecek görüş de budur

PROF.DR.VEHBE ZUHAYLİ,FIKIH USULÜ

1- KUR’ANI KERİM

by Admin in USUL DERSLERİ
Tags: dini deliller, EDİLLE-İ SER'İYYE, edillei şeriyye nadir, edillei şeriyyede kuran
“Kur’an” lügatte kırâet = okuma manasına bir masdardır. Meşhur olma­sına ve bilinmesine ve Allah (c.c.) in ona Kitap, Mushaf, Tenzil, Furkan ve Zikir gibi bir çok isim vermesine rağmen usûlcüler onu başkalarından ayırmak için şöyle tarif etmişlerdir: “O, en kısa süresiyle dahi mu’ciz olarak Arap lisa-nıyle Rasûlullah’a indirilen, mushaflarda yazılı olan, tevatür yolu ile nakledi­len, okunarak ibadet edilebilen, Fatiha süresiyle başlayıp Nâs süresiyle biten Allah (c.c.) in kelâmıdır.”
Özellikleri
Yukarıda geçen tariften Kur’an-ı Kerîm’in şu özelliklere sahip olduğu görülüyor:
1-O, lafzı ve manasıyle Allah kelâmıdır. Kur’an-ı Kerîm’in icazı yani beşer takatinin fevkinde üstün belagata sahip olması buna delildir. O halde kendisine itaat edilmesi vacib olan bir kaynaktan geldiği için delâlet ettiği hü­kümler ilzam edici (bağlayıcı) olmalıdır. Kur’an’ın bu özelliği ile -isterse kudsî hadis olsun veya normal hadis olsun- Allah kelamı olmayanlar tarifin dışında kalmaktadır. Çünkü bunlara “Kur’an” denilemez. Zira hadislerin manaları Allah’tandır, ancak lafızları ve cümle kuruluşları Rasûlullah (s.a.) dendir. Rasûlullah onu Allah’a isnad ederse “kudsî hadis” denilir. Hadis, hüccet olma açısından Kur’an mertebesinde değildir. Hadis okunarak namaz kılınmaz, tilâ­vet edilerek ibadet edilmez.
2- Kur’an-ı Kerîm’in tamamı Arapçadır, onda Arapça olmayan dillerden bir şey yoktur[2]. Dolayısıyle, ne kadar delâlette aslına uygun olursa olsun Kur­’an-ı Kerîm’in tefsiri ve başka dillere tercemesi “Kur’an” olamaz. Çünkü Kur­’an-ı Kerîm Arapçadır, lafzı ve manasıyla Allah tarafından indirilmiştir.
3- Kur’an-ı Kerîm nesilden nesile tevatür yoluyla nakledilmiştir. Yani Rasûlullah’dan itibaren her nesilde Kur’an ezberleyen büyük bir kitle vasıtasiyle nakledilmiştir. Tevatür, yakinî ilim ve rivayetin sıhhati hakkında katiyyet ifade eder. Cebrail’in Kur’an’ı Resulullah’ın kalbine indirdiği andan itibaren insanların onu ezberlemesinin yanında yazı ile tesbit etmesi daha sonraki nesillere tevâturen ulaşmasına yardımcı olmuştur. Bu özelliğin bir neticesi olarak şaz kıraatler, kudsî hadisler gibi mütevâtir olmayan şeyler Kur’an’dan sayılmaz.
Şaz kıraatler, âhâd haberler şeklinde bize nakledilen kıraatlerdir. Meselâ orucun kazası konusunda “başka günlerde peşpeşe tutarlar” şeklinde gelen Ubey b. Ka’b’ın kıraati ile, yemin keffareti konusunda “… bunu bulamayan üç gün peşpeşe oruç tutar” şeklinde gelen İbni Mesud’un kıraatleri şazdır. Zira buralardaki “peşpeşe” ziyadeliği mütevâtir değildir, dolayısıyle Kur’an’dan sa­yılmaz. Yine annelerin nafakası konusunda nazil olan Onun benzeri (nafaka) mahrem akrabalarının üzerine de vacibdir ayetindeki “mahrem akrabaları” zi­yadeliği mütevâtir değildir.
Şaz kıraatler hüccet olmaz, zira bunlar ne Kur’an ne de sünnettir diye nakledilmediği için ne Kur’an ne de sünnet sayılmaz[3]. Yine bazı âlimler şaz kı­raatlerin sünnet gibi zannî delil olarak da olsa delil saymanın sahih olmayacağı görüşündeler, çünkü sünnetin mutlaka Rasûlullah’tan işitilmiş olması lâzımdır. Rasûlullah’tan işitilen her şey hüccettir[4]
Besmeleye gelince: Nemi sûresinin içinde bulunan besmele müslümanla-nn ittifakıyle bir ayettir. Sûrelerin başında bulunan besmeleler ise hanefîler ve şafiîler gibi bazı mezheplere göre yine Kur’an’dan bir ayettir. Çünkü bunlar her sûrenin başındaki ayetlerle beraber Rasûlullah’a nazil olmuş ve Rasûlullah’m îmriyle her sûrenin başına Kur’an hattı ile yazılmış, böylece tevatür edip gel­miş. Kur’an-ı Kerîm’i Kur’an olmayan şeylerden korumakta çok titiz davranan sahabeden hiç biri besmelenin yazılmasına karşı çıkmamıştır[5] Makul olan da sudur.
Bir başkaları da besmelenin ayet olmadığı görüşündedir. Ne Fatiha’dan ıe de diğer sûrelerden bir ayet değildir. Malikîlerin görüşü budur. Delilleri ise \yşe (r.a.) den gelen şu rivayettir: “Rasûlullah (s.a.) namaza tekbirle ve “el-ıamdülillahi rabbilâlemin” ile başlardı”[6] Yani besmelesiz başlardı.
Kur’an-ı Kerîm’in Hüccet Oluşu
Kur’an-ı Kerîm bütün insanların kendisiyle amel etmesi farz olan bir ıüccettir. Çünkü o, sıhhatinde şüphe bulunmayan kat’î bir yolla kendilerine lakli sabit olan, Kur’an olduğu şüphe götürmeyen Allah’ın kelâmıdır. Bunun öyle olduğuna kat’î delil Kur’an’in icazıdır.
İcazın manası, aynısını veya benzerini veya en kısa sûresinin benzerini getirmekte başkalarının aczini ortaya koymaktır. İcazın manası ancak şu üç şeyle tamam olur:
a) Meydan okuma, yani karşılaşma ve muâraza istemek.
b) Muarızı karşılaşmaya sevkeden gerekçenin var olması.
c) Muarızın karşı koymasına mani bir halin bulunmaması.
Bu sebeplerin üçü de Kur’an-ı Kerîm’de tam olarak mevcuttur. Çünkü Rabbinin emriyle Rasûlullah (s.a.), Kur’an-ı Kerîm’in benzerini getirmeleri için meydan okudu, Rasûlullah (s.a.) ı tekzib eden Arabların, bu iddialarının doğruluğunu isbat etmek için sebeb de mevcut idi, onlar belagat ve beyan ustalan oldukları için karşılaşmalarına mani bir hal de yoktu.
“Meydan okuma” Kur’an-ı Kerîm’de birçok ayeti kerimede mevcuttur. Bazıları şunlardır:
Kasas: 28/49: “(Rasûlüm!) De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz. Allah ka­tından bu ikisinden (bana ve Musa’ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım.”
İsra: 17/88: “De ki: Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins ve cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”
Muarızlar Kur’anın tamamının benzerini getirmekten aciz kalınca benzeri on sûre getirmeleri için onlara meydan okumuş ve şöyle demiştir:
Hûd: 11/13: “Yoksa, “Onu (Kur’anı) kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerini çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.”
Bunu getirmekte de aciz kalınca sadece benzeri bir sûre getirmeleri için meydan okuyarak şöyle dedi:
Bakara: 2/23: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden her hangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’dan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.”
Araplar açısından karşı çıkma sabep ve gerekçesinin var olması şartına gelince, bunun varlığı, bilhassa kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra Rasûlullah’ın siretinde açıkça görülmektedir. Zîra O, onlara Allah’ın el­çisi olduğunu bildirdi. Onlara putperest dinlerini, baba ve dedelerini taklid etmelerini bâtıl sayan bir din getirdi. Allah’ın Kitab’ına dayanarak onların akıllarını sefih saydı, putlarıyla alay etti, putlara ibadet etmeleriyle istihza etti. Onun bu iddialarını mutlaka çürütmeleri* O’nun Allah’tan getirdiklerinin boş şeyler olduğunu isbat etmeleri ve neticede ona galip gelmeleri gerekiyordu.
Kur’an-ı Kerîm’e karşı koymalarına engel bulunmaması şartına gelince, o Araplar hakkında zaten vardı. Çünkü Kur’an onların dilinde ve onların üs­lûbu üzre indi, onların kullandığı harflerden meydana geliyordu, manaları
işinâ oldukları şeylerdi. Başkalarına karşı fesahatleriyle, belagat ve beyanlarıy-e iftihar eden onlardı. Nesir ve şiirde şöhretli bir mevki sahibiydiler. Zaten hi-abet ve şiirleri onların akıllarının kemâlini, yapılarının safiyetini, kavrayıştaki süratlerini, basiretlerini, hayat tecrübelerindeki maharetlerin, göstermektedir. Diğer taraftan Kur’an-ı Kerîm’in muâraza için onlara zaman sınırı koymadığı, )ir defada inmediği, bilakis onlara muâraza ve hazırlık imkanı vermek için /irmi üç sene zarfında parça parça, bölüm bölüm indiği de bilinen bir husustur. Neticede, ins ve cinden dilediklerini yardıma çağırsalar dahi ebediyyen onların kur’an-ı Kerîm’e muârazada âciz ve zayıf oldukları sabit olmuş ve istenilen ıedefe ulaşılmıştır ki bu Kur’an-ı Kerîm’in beşer sözü olmadığı, onların ;eviyesinde bir şey olmadığı, onun ancak Allah katından geldiği hakikatidir.
İşte bu, Allah’ın Rasûlu Muhammed bin Abdullah’ın insanlara tebliğ -etiği şeyin Allah’ın kelâmı ve O’nun hükümleri olduğu hususunda Peygamber-iğinin doğru olduğuna kesin bir delildir.
İcaz Yönleri
Kur’an-ı Kerîm lafzî, manevî ve ruhî olmak üzere bir çok yönden Arapla-ın aczini ortaya koymuş onlar da muârazadan vazgeçmişler ve aklın dil, beyan ‘e manâ yönünden Kur’an-ı Kerîm seviyesine ulaşamadığını ve de asla ulaşa-nayacağını anlamışlardır. Asırlar boyu beşer şunu yakînen anlamıştır ki Kur-ın-ı Kerîm’in icaz yönlerini saymak mümkün değildir, çünkü devamlı yenileri ırtaya çıkmaktadır. Kur’an ayetleri üzerindeki düşünceler arttıkça, kâinatın es-arına dair ilmî keşifler peşpeşe geldikçe, Kur’an’ın Allah (c.c.) katından gel-liği, na kadar zaman geçerse geçsin onun, Rasûlullah (s.a.) in nübüvvetinin loğruluğuna delâlet eden bir mucize olduğu ortaya çıkmaktadır.
İcaz çeşitlerinden bazıları şunlardır:
1 -Lafız ve manaları arasındaki insicam, hüküm ve gayelerindeki şumûl: Cur’an-ı Kerîm itikat, ahkam, ahlâk ve kıssalar gibi çeşitli konularda nazil ol-nuş altıbinden fazla ayetten meydana gelmektedir. Onda kâinat, toplum, ahlâk e vicdan hakkındaki pek çok ilmî nazariyelere dair bir işaret vardır. Yirmi üç enede nazil olmasına rağmen Kur’an-ı Kerîm’de ne birbiriyle çelişen mana, ne ie birbirini nakzeden hüküm bulmak mümkün değildir.
Yine aynı şekilde ibarelerinin arasında ne belagat seviyesinde ne de ifade-eki fesahatta herhangi bir farklılık görmüyoruz. Bilakis Kur’an-ı Kerîm’in epsi fesahatta ve muktezayı hale uygunlukta aynıdır. Allah (c.c.) şöyle buyu-uyor: “Halâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’­ın başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” Nisa: 4/82).
Kur’an’ın üslûbu muktezayı hale (durumun gereklerine) uygundur, leselâ: Hüküm bildiriyorsa lafız ince ve keskin, beyan sakindir, akide veya sadet konusunda ise üslûp insanı sarsacak vejiuyguları harekete geçirecek 2kilde müessirdir.
Bazı ayetler arasında ilk bakışta var gibi görünen tearuz (çelişki) insanların kavrayışlarına dayanır, biraz teemmül ve tedebbürle gerçekte tearuz olmadığı görülür.
2- Kesinleşmiş bilimsel keşiflerle uygunluğu: Kur’an-ı Kerîm bir kanun, bir hidayet kitabı, bir ibadet ve ahlak düstûrudur. Bir takım bilimsel nazariye­leri beyan etmek onun gayelerinden değildir. Yerlerin ve göklerin yaratılma­sından, yıldızlarla gökyüzünün süslenmesinden, insanın, bitkilerin ve hayvan­ların yaratılmasından bahsetmesi ise sadece Allah’ın varlığını ve birliğini isbat etmek için olmakla beraber yine de eski ve yeni kabul edilmiş bilimsel keşiflerle uygunluk gösteren bir takım kevnî ve ilahî kanunların beyanına yönelik bazı işaretler görebiliriz. Meselâ: Hıcr: 15/22 “Biz rüzgarları, aşılamayı sağlayan vasıtalar olarak gönderdik” ayeti aşılama kanununu beyan etmek için nazil ol­muştur. “İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken onları birbirlerinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi?” (Enbiyâ: 21/30) ayetinde dünyanın bugünkü halini alış sürecindeki gaz bulutu nazariyesine işaret vardır. “Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler, (Bu) herşeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır” (Nemi: 27/88) ayetinde arzın döndüğüne işaret vardır. “Bizim yeryüzüne gelip onu uçlarından ekşittiğimizi görmediler mi?” (Ra’d: 13/41) ayeti arzın tam yuvarlak olmadığına delâlet etmektedir. “Geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü gecenin üzerine sarıyor” (Zümer: 39/5) ayetinden yerin yuvarlak olduğu anlaşılıyor. Çünkü “sarmak” yuvarlak bir cismin üzerine dolamak demektir. “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar” (Rahman: 55/19-20) ayetinde aynı yerde oldukları halde tuzlu su ile tatlı suyun karışmadığına delâlet vardır. “Andolsun biz insanı çamurdan, bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra bu nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk, müteakiben kan pıhtısını bir lokmacık et yaptık, bu bir lokmacık eti kemiklere çevirdik, bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp-)’aratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (Müminun: 23/12-14). Bu ayetler insanın yaratılmasındaki merhalelere delâlet etmekte ve bu, en son tıbbî buluşlara da uygun düşmektedir.
3- Gâiblerden haber vermesi: Kur’an-ı Kerîm Allah’tan başka hiç kimse­nin bilemeyeceği istikbalde olacak hâdiselerden haber vermiştir. Meselâ: “Elif, Lâın, Mim. Rumlar en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Halbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir.” (Rum: 30/1-3) ha­berinden sonra haber verilen müddet içinde Rumların zaferi gerçekleşmiştir. “Andolsun ki Allah elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz” (Fetih: 48/27) haberinden sonra Hicretin sekizinci yılında Mekke­’nin fethi tamamlanmıştır.
Kur’anda, Kur’anın Allah’tan geldiğine delâlet eden, Kur’an dışında varlığından bahsedilmeyen Âd, Semûd, Tübba ve Lût kavimleri gibi kendile­rine dair hiç bir ize rastlanmayan eski kavimlerin kıssaları hakkında bilgiler vardır.
Yine Allah (c.c.) şu ayet-i kerimede Rasûlullah (s.a.) a Musa’nın Tûr-ı Sînâ’da kendisine yaptığı nıünâcâtı haber vermektedir: (Musa’ya) seslendiğimiz zaman da, sen Tûr’un yanında değildin. Bilakis, senden önce kendilerine peygamber gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdi). Belki onlar düşünüp öğüt alırlar. (Kasas: 11/49).
Kur’an-ı Kerîm icazın bu nevine şu ayet-i kerimede işaret etmiştir: “İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberleTindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin.”
4- Yüksek belagatı: Kur’an-ı Kerîm’in kelime olsun cümle olsun bütün lafızları, bir insicam ve intizam içinde tesir kuvvetini, ifade belagatını ve söz fesahatini kendinde toplayan en üstün bir belagat seviyesine sahiptir ve beşer sözünde çok rastladığımız rekâket, düşüklük, zafiyet onda asla bulunmaz. Çünkü Kur’an mutlak kudret sahibi Allah’ın kelâmıdır. Halbuki beşer âcizdir zayıftır; bazan başardığı hiciv, medih ve tasvir hariç öyle çok muhkem ifadeler artaya koyamaz.
Bizim bu konuda delilimiz Nadr b. Haris, Velid b. Muğire gibi Kureyşin ileri gelenlerinden Kur’an düşmanı kişilerin itiraflarıdır. Velid b. Muğire Kur­an hakkında şöyle demişti: Vallahi onda bir tatlılık var, üzerinde parlaklık, ta­zelik var, dallan meyva ve kökü bol su verir, o yücelecek ve başka şey ondan y-üce olmayacak, o bir beşer sözü değildir.” Fakat o inat etti, küfrün, şirkin ve jutperestliğin önderlerinden aynlmayarak küfründe devam etti ve Kur’anı “si-ıir” diye vasıflandırdı.
Hiç kimse Kur’an-ı Kerîm’in kalplere tesirini, gönüllere hâkim oluşunu nkâr edemez. O halde onun Allah’ın kelâmı olduğunu kabul etmek iz’an gere­cidir.
Kur’an’in Hükümleri
Kur’an’ın hükümleri, ister din, ister dünya, ister âhiret hakkında olsun birini diğerinden ayırmadan- İslâm’ın yapısı ve mesajına uygun olan her şeye amildir. Bunlar üç nevidir.
1 – İtikada ait olanlar: Bunlar Allah’ın varlığı, birliği, melekler, kitaplar, »eygamberler ve âhiret günü hakkında inanılması insana farz olan eseslarla Igili hususlardır.
2- Ahlâka ait olanlar: Bunlar mükellefin bezenmesi lazım gelen faziletler e uzak durması lazım gelen bayağılıklarla ilgili olanlardır.
3- Ameller: Bunlar mükelleften sadır olan sözler, fiiller, akideler ve tasar­ruflardır. Kur’an’ın fıkhı işte budur. Bunlar da şu iki nevi içine alır:
a) Namaz, oruç, hac, zekat, nezir, yemin, kurban gibi insanın, Rabbi ile olan alâkasını tanzim eden ibadetlere ait hükümler.
b) Akidler, tasarruflar, cinayetler, cezalar gibi insanlarla olan alâkasını tanzim eden muamelata ait hükümler. Bu gurupta şu hükümler bulunur:
Evlenme, boşanma, nafaka gibi aileye ait hükümler (el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye hükümleri),
Alış-veriş, kira, rehin ve şirket gibi mâlî akitlere ait hükümler (el-Ahkâmü’l-Medeniyye),
Cinayetler ve cezalara ait hükümler (el-ahkâmü’1-cinâiyye)
Davalar, deliller, yeminler gibi mahkeme huzurunda tamamlanan medenî veya cezaî icrââtlara ait hükümler (Ahkâmü’l-Mürâfaât).
Devletin yapısını, fertlerin devletle münasebetlerini ve insan haklarını tanzim eden temel hükümler (Anayasaya ait hükümler).
îslâm devletinin harpte ve sulhte diğer devletlerle olan münasebetlerini, gayri müslimlerin İslâm ülkesinde İslâm devleti ile olan münasebetlerini tanzim eden hükümler (Ahkâm-ı devliyye).
İktisadî ve mâlî hükümler: Bunlar fertlerin mâlî haklarını ve fertlerin devlete karşı yükümlülüklerini, devlet hazinesinin gelir ve giderlerini, ganimet­ler, öşürler, haraca ve madenleri gibi devlete ait umumî ve husûsî mallan tan­zim eden hükümler, zekât, sadaka, nezir, teberru ve ödünç paralar gibi cemiyete ait malları tanzim eden hükümler, nafaka, miras ve vasiyetler gibi aileye ait mallan tanzim eden hükümler, diyet, fidye, keffaret ve kâr gibi fertlere ait mal­ları tanzim eden hükümler.
Kur’an-ı Kerîm bu hükümleri beyan ederken bunlardan ibadetler, aileye ve mirasa ait hükümler gibi bir kısmını tafsilatlı olarak verdiği görülür, çünkü bunlar taabbudîdir (akıl ile bulunmaz). Muamelâta ait hükümlere gelince: Bunlarda akla ve âlimlerin ictihadlanna, maslahat ve mefsedetin, ihtiyaçların mukayesesine mecal bırakıldığı için icmâlî (genel hükümler) olarak vermekte­dir.
Ayetlerin Hükümlere Delâlet Etmesi
Daha önce de geçtiği gibi Kur’an-ı Kerîm bize tevatür yolu ile nakledil­diği ve bu yol nakledilenin sıhhati hakkında katiyet ifade ettiği için “sübûtu kat’îdir”. Ancak hükümlere delâleti, kat’î olabilir zannî de olabilir.
Delâleti kat’î olan nass: Vârid olduğu şekilde anlaşılan ve sadece bir tek manaya ihtimali olan Kur’an lafzıdır. Meselâ: Miras ayetleri, hadler ve keffaret-lerle ilgili ayetler böyledir. Miras hakkında: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki misli (vermenizi) emreder…” (Nisa: 4/11-12).
Hadler hakkında: “Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin” (Maide: 5/38), “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun” (Nur: 24/2), “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun” (Nur: 24/4), Keffaret hak­kında: “Kadınlardan zihâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönen­lerin kanlarıyla temas etmeden önce bir köleyi azad etmeleri gerekir” (Mücadele: 58/3) buyurulmaktadır. İşte bunlar miras hisselerine, el kesilmesin, zinada yüz sopa, zina iftirasında seksen sopa vurulacağına, zihâr keffaretinde köle azad edileceğine veya oruç tutulacağına veya fakir duyurulacağına “kat’î” olarak delâlet eden nasslardır.
Delâleti zannî olan nass ise birden fazla manaya ihtimali olan Kur’an lafızlarıdır. Meselâ “Boşanmış kadınlar bizzat kendileri “üç kuru” beklesinler” (Bakara: 2/228) ayetindeki “kuru” lafzı (müşterek lafız) bu kabildendir. “Kuru” lafzı lügatte hem “hayız” hem “temizlik” manasına gelen müşterek bir lafızdır. Bu bakımdan bu lafzın bu iki manadan birine delâleti zannî olur kat’î olmaz. Aynı şekilde “Size meyte = ölmüş hayvan ve kan haram kılınmıştır” (Maide: 5/3) ayetinden “her türlü meyte” nin haram olduğunu anlamak mümkün olduğu gibi “deniz meyte” lerinin dışındakilerin haram olduğunu anlamak da mümkün­dür, çünkü “meyte” lafzı umumîdir. Ayetteki “kan” lafzı da böyledir. Çünkü bundan pıhtilaşan ve akıcı haldeki kanlar kastedilmiş olabileceği gibi hayvan kesildiğinde sadece dışarı akan kan (dem-i mesfuh) da kastedilmiş olabilir. Şu halde müşterek veya umumi veya mutlak lafızlar delâlet ettiği manalardan başka manalara da delâleti muhtemel olduğu için “delâleti zannî” lafızlardır.
Kur’an’da Beyan Üslûbu
Kur’an-ı Kerîm ebedîdir, Allah’ın himayesiyle kıyamete kadar mahfuz­dur. Ebedî oluşu, beşeriyetin kitabı ve ebedî düsturu oluşu onun çoğunlukla beyanlarının cüz’î değil küllî olmasını, tafsîlî değil icmâlî olmasını gerektirir. Ta ki mürûnet (esneklik ve yumuşaklık), şümul ve umûm vasfıyle muttasıf olarak devam etsin, her asır ve zamanda ihtiyaçlara cevap verecek zenginlikte olsun ve tefekkür ve tedebbür için ümmetin akıllarının önünü açsın.
Beyanları küllî ve icmâlî olduğu içindir ki Kur’an-ı Kerîm, kapalı kalan lafızlarını açıklaması ve şerhetmesi için kendisini beyan etmesi konusunda sünnete ihtiyaç duymuştur. Meselâ: Namazların rekatlarının sayısı, zekât mik­tarları, hac ahkamı, nikâh ve diğer akidlerdeki şartlar… Bunlar ancak Rasûlul-lahtan varid olan sünnet sayesinde bilinebilmiştir.
Belagatının icabı Kur’an-ı Kerîm, mu’ciz ve teşvik edici olması, bıkkın­lık ve usanç vermeden kabulüne sebep olması için, ahkamı beyan ederken, emrin yapılmasını, nehyin terkini isterken çok çeşitli üslûplar kullanmıştır. Meselâ bazan “İnfak edin, savaşın, ihsan edin” siğalarında görüldüğü gibi ta­lebini emir siğasıyle ifade eder, bazan “Allah yeminlerinizi çözmenizi size farz (meşru) kılmıştır” (Tahrim: 66/2), “Oruç sizin üzerinize yazıldı” (Bakara: 2/183), “Muhakkak namaz müminler üzerine vakitli olarak farz kılınmıştır” (Nisa: 4/103) ayetlerinde olduğu gibi “farz” ve “yazılma” lafızlarıyle, bazan “Takva elbisesi ise daha hayırlıdır” (A’raf: 7/26), “Kim bir iyilik işlerse onun sevabını artırırız” (Şûra: 42/23), “Güzel amel edenlere daha güzel mükâfat, bir de fazlası vardır” (Yunus: 10/26) ayetlerinde olduğu gibi yapılan işin sonu­cunda gelecek hayır ve sevabı dile getirerek, bazan da ” Yol bakımından gidebi­lenlerin o evi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” (Âli imran: 3/97) ayetinde olduğu gibi lügat açısından icbar edici ifade kullanarak talebini bildirmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’in bir şeyin terkini veya bir fiilden ve haramdan uzak du­rulmasını istemesi bazan “nehiy” sığasıyle olur. Meselâ “Kendinizi öldürme­yin” (Nisa: 4/293), “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara: 2/195), “Zinaya yaklaşmayın” (İsra: 17/32) ayetlerinde olduğu gibi. Bazan da o fiilin şer olduğunu veya iyi olmadığını haber vermesi suretiyle olur. Meselâ: “Allah’ın kereminden kendilerine verdikleri ile cimrilik yapanlar sanmasınlar ki o kendileri için hayırlıdır, tersine bu onlar için serdir” (Âli İmran: 3/180), ” Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir” (Bakara: 2/177), “Evlere arkalarından girmeniz asla iyilik değildir” (Bakara: 2/189) ayetlerinde olduğu gibi. Bazan da “işte lanet onlar içindir ve kötü yurt onların­dır” (Ra’d: 13/25), “Sonunda Allah’ın ayetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu.” (Rum: 30/10); “Yüzü ko­yun cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.” (Furkan: 25/34), “Bu böyle, ama azgınlara kötü bir gelecek vardır.” (Sad: 38/55), “Bu, adaletten ayrılmamanız için en iyi yoldur” (Nisa: 4/3) ayetlerinde olduğu gibi yapılan işin sonunda bir kötülük, bir şer ve bir za­rar olduğunu beyan etmekle nehyini bildirir. Kur’an-ı Kerîm meşru olup olma­yan hususları beyan için başka üslûplar da kullanmıştır. Meselâ:
1 – Allah (c.c.) in büyük gördüğü veya medhettiği veya sevdiği veya kar­şılığında bir hayır vadettiği veya doğru = müstakim dediği veya kendisiyle yemin ettiği her fiil meşrudur, vücûb ile nedb arasında müşterektir.
2- Allah (c.c.) in terkini talep ettiği veya zemmettiği veya lanet ettiği veya onu işleyenleri hayvana veya şeytana benzettiği veya ceza tehdidinde bulunduğu veya necistir, fasıkhktir dediği her fiil gayri meşrudur, haram ile mekruh ara­sında müşterektir.
3- Allah’ın helâl kıldığı, izin verdiği veya kendisinden günah kaldırıp beis görmediği herşey mubahtır, şer’an izin verilmiştir.
——————————————————————————–
[1] ‘el-l’hkam, Amidî: 1/82; et-Takrir ve’t-Tahbîr. 2/213
[2] . el-Mustasfa, 1/68.
[3] el-Mustasfa, 1/65; Şerhu’l Adud, 2/21
[4] et-Takrir ve et-Tahbîr; 2/216; Ravzatü’n-Nâzır, 1/181
[5] el-İhkam, Âmidî: 1/84; Mirâtü’l-usûl: 1/102.
[6] Şerhu’l-Adud: 2/19.
PROF.DR.VEHBE ZUHAYLİ’NİN FIKIH USULÜ ESERİNDEN ALINTIDIR.

Takvim

Haziran 2022
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
27282930  
« May    

Add some widgets to this area!

Ulumulislam.com 2022 Sanal Medrese