389) Taklîd Arab Dilinde, insanın başkasına taktığı (yani taklîd ettiği) el-kılâdeh (gerdanlık, madalya, nişan ve benzerlerin)den alınmıştır. Fıkıh Usulü ıstılahında ise taklidi öazzâlî: “hüccet ve delilsiz olarak (başkasının) görüşünü kabul etmektir”, bazıları: “Sözü hüccet olmayanın sözüne göre huccetsiz (şcr”î delilsiz) olarak amel etmektir”, diğer bazıları: “Neye dayanarak söylediğini bilmediğinin sözünü ve görüşünü kabullenmendir” şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarifleri hulâsa edecek olursak, “taklîd: Delilini ve kuvvet derecesini bilmeden, başkasının görüşünü benimsemektir” şeklinde ifade olunabilir. Mesela falan müetehidin görüşü olması sebebiyle bir şahsın delilini, bu delilin kuvvetini bilmeden, “ayıb (kusur) sebebiyle nikâh fes-hedilebilir” görüşünü benimsemesi böyle (bir taklîd ameliyesi)dir.
390) Taklidin Hükmü
Şcrîatte aslolan taklîdin zemmolunmasıdir, yerilmesidir. Çünkü taklîd delilsiz, huccetsiz olarak (başkasına) uymak ve tabî olmak demektir. Aynca taklîd, mukallid-ler yani taklidde bulunanların teşkîl ettiği zümreler arasında me.zmûm bir taassuba yol açar.
Amelî ve şer”î hükümlerde taklîdin caiz olup olmadığı alimler arasında ihtilaflıdır. Bir kısım alimler hiçbir şekilde taklîdin caiz olmadığı, mükellefin ictîhâd vesilelerini öğrenerek ietihadda bulunmak zorunda olduğu, bunun mükellef üzerine vâcib olduğu görüşündedirler. Diğer bir kısım alimler de laklîdin herkes için caiz bulunduğu, içtihada muktedir olanın da, ietihaddan âciz olanın da taklîd ile amel edebileceği görüşündedir. Diğer bir kısım alimler de, ietihaddan âciz olanlar için taklîdin caiz, müetehid olanlar için taklidin haram olduğu görüşündedirler.
Alimler taklîdi müdâfaa şeklinde olsun, taklide hücum tarzında olsun, taklîd mevzuuna dâir çok kelâm etmişler, taklîd müdâfîleriyle taklîd aleyhdârlan arasında münâkaşa, tenkîd ve cebheleşme şiddet kazanmıştır.
Bizim görüşümüze göre mesele açıktır ve kolaydır; uzun söz ve münâkaşaya vesile olmaya deymeyecek kadar basiddir. Şöyle ki: Her mükelleften matlûb olan şey Allah ve Peygamberine itaattir. Birçok sarih nasslar bunu ifade etmektedir. Mesela Yüce Allah [(Allah ve Peygambere itaat edin. Tâ ki rahmete kavuşturulasınız)][3] [(…Peygamber sizeneverdi ise onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının…)][4] [(öyledeğil,Rabbineandolsunki onlar aralannda kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar)][5] [(…Rabbinizden size indirilen (Kur’an)a uyun…)][6] buyurmaktadır. Şu halde istisnasız her mükellefe farz olan Allah’a ve Peygamberine itaattir. Bu farz, celal ve izzet sahibi Yüce Allah’ın Kur’anda yahut ASSÜ Muhterem Peygamberimizin diliyle teşrî” buyurduğu şeylerin mutlaka bilinmesini icâb ettirmektedir. Allah’ın teşri” buyurduğu şeylerin öğrenilmesi, bilinmesi sadece Kur’an ve Sünnet nasslanna müracaat ve onlar ile neyin kasdedildiğini anlayıp kavradıktan sonra onlardan hükümlerin çıkarılmasıyla olur. Mükellef bu nasslarda sarih olarak hükmü bulamazsa, şerî”atin emri üzre içtihada müracaat eyleyerek şerî”at çerçevesinde, serî”atin umumi esasları ışığında, şerî”atin maksad, gaye ve mefhumları istikametinde ietihadda bulunur. Hükümlerin anlaşılıp öğrenilmesinde sağlam yol budur. Şübhesiz bu yolu takibedip bu yolda yürümek muayyen bir ölçüde malûmatı ve idraki icabettirir. Bu da şahsın ilmî ve beşerî hâline göre az veya çok olabilir. Nihayet şahıs, kendisini yüce ictihâd makamına ehil kılacak seviyeye ulaşır. Eğer mükellef bu yol ile (iclihad yoluyla) hükümleri anlamaktan aciz kalırsa, hükmünü bilmek ve anlamak istediği meseleyi, kendisine Allah’ın da emrettiği üzre ilim ehlinden ve âlimlerden sorar ve aldığı cevaba göre amel eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: [(…Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına sorun…)][7]. Mükellefin muayyen bir alime bu suâli sorması, suâli sormak için bir muayyen alimle kayıtlı olması lazım değildir. Çünkü Allah mükellefi bununla ilzam eylememiştir. Islâmî ve şer”î bir ilzamın (mecbur kılışın) bulunmadığı hususda iltizam (mecburiyet kaydıyla bir şeye bağlı kalmak) yoktur. Ayet mükellefe [(ilim erbabına)] sormasını emretmiş, muayyen bir alime sormasını emretmemiştir. Fakat mükellefe düşen, tanınmaya ve bilinmeye göre, en âlimi, en faziletliyi, en fazla “adi olanı ve en çok vera” ve takva sahibi olanı, böyle bir suâli sormak için seçmektir. Mükellefin kudreti b una yeter [(Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez…)][8]
ictihâd ve taklid meselesindeki görüşümüz budur. Kur’an nasslannın delalet ettiği, salah sahibi selefin tâkîbeylediği tatbîkât budur: Müctehid istinbat ve ictihâd yoluyla hükümleri anlıyor; avam da şerî”atin hükümlerini müctehidlerden soruyor, sadece bir müetehide sormakla bağlı kalıp, başka müetehide sormamazlık yapmıyorlardı.
391) Mezhebierin Taklîd Edilmesi
Fıkhî islam mezhebleri, fıkhî mektebler (ekoller)dir; müessislerinin isimleriyle bilinirler. Bu zâtlar büyük müctehidlerdir; takva, salâh, ilim sahibi oldukları ve müctehidlikleri müsellemdir. Bu mezheblerden bazıları kaybolmuş, mensublarının kahnayışiyla amelî hayattan çekilmiş, görüşleri sadece fıkhî -hılâf kitablarında kalmıştır. Evzâî (el-evzâ”î) ve sufyûnu .s.sevrî mezhebleriyle diğer mezhebler bu cümledendir. Bu mezheblerden diğer bazıları da şimdiye kadar devam etmiştir; mensûbları vardır; fakihlerinin görüşlerini nakleden kitabları mevcuddur. Bu mezhebierin taklidi caiz midir, değil midir?
Müctehidin hükümleri tedkîk ve ictihâd yoluyla aslî menbâlanndan almasının lazım geldiğini, taklidde bulunmasının caiz olmadığını kaydetmiştik. Ictihaddan aciz mükellefin de ilim ehline sormak zorunda bulunduğunu söylemiştik, ilim ehline suâl sormak (bu ilim ehli hayatta iseler, gidip fiilen kendilerine sormak kabilse) ya bizzat şefehî tarzda olur, ya da (vefat etmişlerse veya hayatta oldukları halde kendilerine şefehî olarak sormak kabil değilse yahut hayatta bulundukları halde kendilerinin kitabları ve eserleri neşredilmişse) bize görüşlerini sıhhatli bir şekilde nakleden, iti-mad olunur kitablarına müracaat etmekle olur. Buna göre aşağıdaki hususları zihinde daime canlı tutarak, bize sıhhatli bir şekilde nakledilmiş olup, hâlen mâruf ve belli mezheblerden birine avamın uyması caizdir:
1) Fıkhî islam mezhebleri, şerî”atin nasslarım tefsir eden, bu nasslardan hüküm çıkaran medreseler (ekoller)dir. Yani bu mezhebler istmbâtta ve hüküm çıkarmadaki fıkhî esaslar (metodlar)dır; yeni bir şerî”at ve Islamdan gayrı bir şey değillerdir.
2) islam şerî”ati -ki Kur’an ve Sünnet nasslaridır-, hangi mezheb olursa olsun, ondan daha geniştir, daha büyüktür. Mezhebierin hiçbirisi tslamdan daha büyük ve daha geniş değildir.
3) islam şerî”ati her mezheb hakkında hâkim ve şcr”î bir delildir ve hüccettir; fakat hiçbir mezheb islam şerî”ati hakkında şer”î bir delil ve hüccet değildir.
4) Bu mezheblere tabî olmayı caiz kılan unsur, bu mezhebierin, mensublarına şerî”atin hükümlerini öğretme, tanıtma ma-zınneti (elma-zmneh) oluşlarıdır. (Şerîatin ahkâmını onlara öğretip tanıtacaklarının kuvvetle zannolunmasıdir.) Yani bu mezhebler, Allahca indirilmiş Kur’an yahut Sünnetteki hükmü bize öğretme ve tanıtma hususunda ma-zınnettirlcr (bunu yapacakları kuvvetle zannolunmaktadır). Eğer bir meselede falanca mezhebin hatalı olduğu tebeyyün eder ve iyice anlaşılır, o mesele hakkında başka bir mezhebin -savâb ve doğru olduğu kafi olarak belli olursa, o başka mezhebin doğruluğu kâfi derecede zahir, âyân beyân belli olursa, bu meselede mezheb mensubunun doğru ve sevâb olan mezhebe tabî olması lazımdır.
5) Mezheb mensubu bir meseledeki şerTatin hükmünü, mezhebinden olmayan bir fakîhe sorup kendisine verdiği fetva ile amel edebileceği gibi, bütün ictihadlarda mezhebine bağlı kalmak mecburiyetinde olmadığından bazı meselelerde başka mezhebe göre amel edebilir. Ancak bu bazı meselelerdeki diğer mezhebe intikalin (keyfî, canın istediği gibi, heva ve hevese göre değil;) sebebinin, şer”î bir delil olması şarttır. (Yani bazı meselelerde başka mezhebe tabî olmanın şartı, bu tabî olmayı şer”î bir delilin icabettirmesidir. Şahıs, mensûb olduğu mezhebden başka bir mezhebe bazı meselelerde uyabilmesi için şer”î bir delilin icabına uymak
mecburiyetindedir. Bir meselede şer”î delilin İcabına uymak, o meseledeki şer”î delillerin İhata edilmesine bağlıdır. Delillerin ihatası ve delilin icabına uyabilmek ise Fıkıh Usûlüne ve icablarına ciddî vukuf olmadan temin edilemeyecek bir kabiliyet-tir.)
6) Mukallidin zemmolunmuş, yerilmiş mezheb taassubundan kendini arındırması lazımdır. Çünkü mezhebler îslamın parçacıkları değildir, tslamın hükmünü fesheden birer din değillerdir. Mezhebler şcrî”atin tefsiri ve anlaşılma şekilleri, tarzları, şcrî”ate doğru bakan pencereler, tedkîk, anlayış ve inceleme usulleri, metodlan, hüküm çıkarmanın amelî şekilleridir; hepsi de Allah’ın indirdiğine ve teşri” kıldığına varmak istemektedirler.
7) Mezheblerin ihtilaflı görüşlerinin bulunması bizi hiçbir zaman sıkmamalıdır. Anlayışta, hüküm çıkarışta ihtilaf tabiîdir, bedîhîdir. Çünkü görüş ayrılığı beşerî akıldan ayrılmayan bir hususiyettir. Akıl, idrak ve anlayışların kat’î olan farklılıkları, hüküm çıkarmada ve anlamada da mutlaka kendini göstermekte ve ayrı ıstınbâtlar, ayrı anlayışlar hasıl olmaktadır. Bizler, bize büyük bir fıkhî servet bırakan bu ilmî, fıkhı ihtilâf ile iftihar ediyor, onu Fıkhın canlılığının, gelişmesinin, büyük fakihlc-rimizin düşünce genişliği ve kapasitelerinin, parlak, berrak tslam şerîatine karşı hizmet vazifelerini yaptıklarının bir delili sayıyoruz.
8 ) Bu muhtelif fıkıh mezhebi müetehidlerinin değerlerini itiraf etmemiz, onlara ihtiram duymamız, tebcilde bulunmamız, onlara karşı edcbli ve terbiyeli olmamız, onlara hayır duada bulunmamız, görüşlerinde isabetli de olsalar, hatalı da olsalar sevab ve ecre müstehak olduklarına inanmamız ve izzet, celâl sahibi Allah’ın bize öğrettiği gibi şöyle dememiz vazifemizdir: [(Bunların arkasından (kıyamete kadar) gelenler (gelmiş ve gelecek
olan mü’minler şöyle) derler: Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa. İman etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şübhesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin)][9].
Bu işe başlayıp bitirmeyi nasîbeden Allah’a hamdolsun. Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafâ’ya, onun nezîh, pâk, mübarek hanedanına, mücâhid ashabına ve onlara kıyamet gününe kadar en iyi bir şekilde ve ihsan ile tabî olanlara Allah Salât ve Selâm buyursun.
– bitti-
(Mütercim der ki: Bu tercememi Rabbim, sâlih amelden başka bir şeyin fayda vermediği mahşer gününde ameli sâlihimden kılsın; ve o müdhiş ateşiyle ben âcizin, hocalarımın ve ebeveynimin arasında bir mania yapsın. Son sözüm dir. Erzurum, 3 Mart 1978 Cuma.)
[3] Kur’an 3 üncü âlu “ımrân sûresi 132 nci ayet. [4] Kur’an 59 uncu el.haşr sûresi 7 nci ayet. [5] Kur’an 4 üncü Ennisâ’ sûresi 65 inci ayet. [6] Kur’an 7 inci elV’râf sûresi 3 üncü ayet. [7] Kur’an 16 ncı enna.hl sûresi 43 üncü ayet. [8] Kur’an 2 nci eiba-karah sûresi 286 ncı ayet. [9] Kuran 59 uncu el.haşrsûresi 10 uncu âyet.KAYNAK : Prof.Dr.Abdulkerim Zeydan,Fıkıh Usulü