TEKFİR HAKKINDA FETVALAR

Tekfirde Aşırı Gitme Meselesi

Soru

Aşağıda sizlere sunacağım iki mektup aldım. Mektuplardan birinde giriş kısmından sonra şöyle deniyor.

Bazı gazetelerin yayınladığı ve dillerde dolaşan yeni dini me­sele çerçevesinde yazılan yazıları okumuşsunuzdur. Bu mesele kendilerine Tekfir Cemaati’ veya ‘Kehf Cemaati’ veyahut ta ‘Hic­ret Cemaati’ diye isimlendiren grubun ortaya attığı bir meseledir.

Bu mesele, genel bir eğilimi temsil etmektedir. Bu eğilimi ‘Tekfirde Aşırılık’ diye özetleyebiliriz. Her ne kadar bu eğilime mensup olanlar, gruplarına göre tekfir sebep ve gerekçeleri konu­larında değişik fikirlerde olsalar sonunda hepside aynı nokta da birleşiyorlar; Tekfirde Aşırılık’ noktasında.

Onlardan bir kısmı; büyük günah işleyenleri daha önce harici­lerin yaptığı gibi kafir olarak damgalıyorlar.

Bir kısmı; biz büyük günah işleyenleri tekfir etmiyoruz. Aksine büyük günah işlemekte ısrar edenleri tekfir ediyoruz, di­yorlar.

Bir kısmı da; İslama mensup olduğunu ve müslüman olduğunu söyleyen insanların ekseriyeti, müslüman değillerdir, diyorlar.

Belki okumuşsunuzdur onların kendi görüşlerine dair getirdikteri ve ileri sürdükleri bir takım delilleri de var. Bazı gazetelerde, birkaç alim onların bu delillerine reddiye mahiyetinde cevaplar verdiler.

Inşaallah ben; durum bazılarının düşündüğü gibi basit değildir dersem, mübalağa etmiş olmam. Aslında durum gayet tehlikeli bir safhada. Oturumlarda, toplantılarda, forum ve buna benzer yerlerde gençleri oldukça meşgul etmektedir. Konuyla alakalı gerçek bir hükmün doğru ve tafsilatlı bir şekilde anlatılmasını is­tiyorlar.

Biz sizin ilmi kapasitenize, dini yaşantınıza, anlayışınıza, hakka ihlasla bağlı oluşunuza, taasup sahibi olmadığınıza ve bi­rilerini memnun edeceğim diye hakkı gizlemediğinize güveniyo­ruz. Dolayısıyla sizden deliller ve şer’i naslar çerçevesinde bu tür eğilimlere karşı islamın tavrının ne olduğunu açıklamanızı rica ediyoruz. Her ne kadar başka meşguliyetleriniz olsa da önem ve ehemmiyetine binaen bu konu üzerinde duracağınıza ümit ediyo­ruz. Bize göre bu konu diğer konulardan Önce ele alınması gerekli mühim bir konudur. Sizden bu konu ile ilgili açıklamalarınızı bek­liyoruz.

İkinci Mektup:

Başka bir müslüman genç gurubu göndermiş. Bu gençler San’a’dan. Yani Kuzey Yemen’den gönderiyorlar mektuplarını. Diyorlar ki;

İslamın rükünlarına sarılmış olsun veya olmasın, Yemen ve diğer yerlerde yaşayan insanların hepsinin kafir ve mürted oldu­ğuna inanan insanlar hakkındaki görüşünüz nedir? içinde yaşa­dıkları ülkenin ‘Daru’l Harp’ veya ‘Daru’l Ridde’ olduğunu, bu gibi yerlerde cuma ve cemaatle kılınan diğer namazların kafir ve mürdet kimselerin ardında kılındığı için sahih olmadığına inanan­lar hakkında ne dersiniz? Onlar böyle bir toplumda ‘Emri bil ma’-rufve nehyi anil münker’yapmanın vacip olmadığına inanıyorlar.

Onlar ’emri bil maruf ve nehyi anil münkerin ‘islam toplumun­da’ yapılabileceğini savunuyorlar.

Böyle bir inanç doğru mudur? Kitap ve sünnette, selef-i salihin itikadında ve ümmet imamlarının temasında bu konu hakkında de­liller var mıdır? Yoksa bu inanç hiç bir dayanağı olmayan fasit bir görüş müdür?

Cevap

Kahire ve San’a’daki genç kardeşlerime bana olan güvenlerin­den dolayı teşekkür ederim. Allah Teala’dan beni, onların hak­kımdaki hüsn-ü zanlarına göre kılmasını ve onlarca bilinmeyen günahlarımı affetmesini diliyorum ve hemen diyorum ki;

Bana sorulan ve benzeri bir çok kimselerin zihinlerini meşgul eden konunun ehemmiyetini taktir ediyorum.

Bazı iyi niyetli genç kardeşlerle yaptığım sohbetler sonucunda bu meselenin düşüncelerde oldukça büyük te’sirler bıraktığını an­ladım. Bir çok arap ülkesinde bu tür problemlere rastladım. Bazılarının delil olarak ortaya sürdüğü şeylerin şüphelerden iba­ret olduğunu işittim ve bazılarının da konuyla alakalı olarak yazılarını okudum. Ancak ben, bu konuda onların delillerini tam olarak fikri yönden izah edici yazılı bir metin okumak istiyordum. Böylece müslüman bir fıkıhcı olarak onların tutundukları ve sa­vundukları görüşlere sözlü olarak değil de yazılı olarak rahatlıkla cevap verebilirdim.

İstediğim bu yazılı dokümanlar gerçekleşmedi diye, detay­larına inmeksizin tekfir ve aşırılık düşüncelerini ilke olarak eleştirmeyecek değiliz.

Meselenin kökü, hariciler zamanından beri islam fikir tarihinin derinliklerine kadar uzanır. Belki de bu mesele müslümanları meşgul eden meseleydi. Yüzyıllarca fikri ve ameli te’sirleri oldu. Sonraları İslam fikri kendini bundan kurtarmış ve ehli sünnet vel cemaatin fikirsel oluşumu üzerine kendini yerleştirmiştir.

Senelerden beri ‘Tekfir konusu’ ile alakalı olarak bir kitap hazırlamaya çalışıyorum. Kitabı, bir çok kimselerin ısrarlarına rağmen ve bu kitaba gerçekten ihtiyaç hissetmeme rağmen henüz tamamlayabilmiş değilim. Ancak bir taraftan meşguliyet­lerin çokluğu, diğer taraftan konunun iyiden iyiye araştırıl­masına gösterdiğim titizlik, üçüncü olarak da kendilerini ‘tekfir cemaati’ diye isimlendirenlerin eğilimlerini öğrenme konusundaki azami gayret benim bugüne kadar bu kitabı çıkarmamı hep gecik­tirdi.

Allah Teala’dan kendisinin rızasına uygun bir şekilde ki­tabımızı tamamlamak için yardım ve tevfikiyle destekmesini ümit ediyorum. Tabi ki tüm bunlar, konu hakkında hiç bir şey söylemeyeceğiz anlamına gelmez, Yağmur sırılsıklam etmese de yine de ıslatır.

Sebepleri Açısından İncelenmesi Gereken Bir Konu

Burada ilk önce söylemem gereken şudur;

Tekfirde aşırılık meselesi, tedavisinin basiretli bir şekilde bu­lunabilmesi için sebepleri ve etkenleri açısından araştırılması ge­reken bir konudur.

Bu meselenin çözümünde baskı, şiddet ve idam metodlarının kullanılmasına inananlar (mevcut düzen) kesinlikle iki konuda hataya düşerler:

Birincisi

Düşünce, yine düşünce ile durulur. Düşüncenin çözümüne yönelik şiddete baş vurmak sadece onun daha da yayılmasını ve taraftarlarının inançlarında daha ısrarlı olmalarını sağlar. Bu ko­nuda çözüm, ikna, açıklama ve zihinlerdeki şüphelerin gideril­mesidir.

İkincisi

Bu tekfirciler genelde dindar, ihlaslı, namazım kılan, orucunu tutan, gayretli insanlardır. Toplumdaki fikri irtidat, sosyal düzensizlikler, siyasal baskılar ve ahlaki yönden toplumun bir çöküntüye sürüklenmesi karşısında onlar da sarsıntı geçirmişler­dir.

Bunlar toplumu düzeltmek isteyen, onların hidayetine gayret sarfeden insanlardır. Her ne kadar metodta hata yapmış ve hatalı bir yola saplanmış olsalar da.

O halde bu insanların iyi niyetli girişimlerini taktir etmemiz gerekir yoksa onları; toplumu yakıp yıkmaya ve harabeye çevirmeye çalışan pençeli arslanlar şeklinde tasavvur etmemiz gerekir.

Meseleyi inceyen bir kimse bu olgunun şu noktalarda belirgin­leştiğini görecektir,

1) İslam toplumunda açıktan küfür ve dinden dönmelerin yaygınlaşması, kafir ve mürtedlerin kendi batıl davaları ile müslümanlara galebe çalma gayretleri küfürlerini topluma yaymak için basın-yayın organlarını kullanmaları ve onları, sapıklık ve dalaletlerinden geri çevirecek her hangi bir engel ile karşılaşmı­yor oluşları.

2) Bu hakiki kafirler hakkında birtakım alimler vurdum duy­maz bir tavır takınmaktalar. Haddi zatında islam onlardan uzak olduğu halde bu kişiler, onları da müslümanlar zümresinde görebilmekteler.

3) Kur’an ve sünnete bağlı islam davetcüerine ve islam fikri­nin bayraktarlığını yapan insanlara zulüm yapılması davet çalışmalarında ve kişisel hayatlarında baskı altında tutulmaları neticede; gün ışığından herkese açık bir diyalogtan kopuk, yer altmda ve dış dünya ile alakası kesik olarak çalışan, sapık ve çarpık akımların doğmasına neden oldu.

4) Bu gayretli gençlerin fıkıh ve fıkıh usulü bilgilerinden nasip­leri oldukça az, islami ilimler ve dille alakalı konuların içeriğine tam manasıyla varamadıkları anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki nasların bazılarını alıp bazılarını almamaktalar veya müteşabih olanlan alıp, muhkem olanları unutuyorlar. Ya da bir takım nasları sa­thi ve genel hatlarıyla alırlarken külli kaidelerin varlığından ha­bersizler. Ya da ehliyetli olmadığı halde tehlikeli bir konuda fetva verecek bir kimse için gerekli olan ve yukarda belirttiğimiz türden yaptıkları bir çok yanlışlıklar da bu gençlerimizin basit bir konuma düşmelerine vesile olmaktadır.

İslam hukukuna ve şeriatine derinlemesine vakıf olmadan sa­dece ihlaslı olmak yetmiyor. Yoksa daha önce haricilerin düşdüğü çukura onlar da düşeceklerdir. Hariciler akide ve ibadet konu­larına sımsıkı tutundukları halde İmam Ahmet b. Hanbel’in de dediği gibi onları bu yönden kötüleyen hadisler mevcuttur.

Bundan dolayı selef alimleri, ibadet ve cihattan önce ilim öğrenilmesini tavsiye etmişler ki böylelikle bilmeden Allah’ın di­ninden çıkılmasın.

Hasan-ı Basri şöyle buyurmaktadır. İlimsiz amel yapan, yol­dan çıkmış kimseye benzer. İlimsiz amel edenin yol açtığı fesad, iyilik olarak yaptıklarından daha fazladır, ilme sarılın ki ibadete zarar gelmesin. İbadete sarılın ki ilme zarar gelmesin. Bir toplu­luk ilmi terkederek ibadete sarıldı, sonunda ümmet-i Muhammed’e kılıç çekti. Şayet ilim öğrenselerdi ilim, kendilerine böyle yaptırmazdı.

Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek

Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslami bir görüntü oluşturanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler islam örfüne göre ‘münafık’tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tastık etmez. Zahiri görünüşlerine bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.

Aşağıda özelliklerini vereceğimiz sınıfları açıkça küfürle niteliyebiliriz.

1) İslam inancına, şeriatine ve islami değer yargılarına ters düştüğü halde, felsefe ve hayat nizamı olarak kominizmde ısrar eden; dinlerin, tamemen afyon olduğuna inanan ve özellikle de islamiyete karşı kin ve düşmanlık bayrağını açan kimseler.

2) Allah’ın şeriatini açık açık kabul etmediklerini söyleyen ve devletin dinden ayrı olması gerektiğine inanan laikler. Onlar Allah’ın hükmüne ve şeriatine çağrıldıkları zaman ondan kaçar ve geri dururlar. Bundan daha kötüsü, Allah’ın şeriatine inanan ve İslama dönüş yapan insanlara karşı savaş ilan ederler.

3) Açıktan islamdan uzaklaşan Dürzi, Nusayri, İsmaili ve bunlara benzer diğer batini fırkalar. İmam Gazali ve diğer bazı is­lam alimleri onlar hakkında görüşlerini şu şekilde açıklamışlardır. Dış görünüşleri inkarcı ve reddedici, içleri ise kesinlikle küfür. Şeyh İmam İbn Teymiyye’de şöyle demektedir. Onlar yahudi ve hristiyanlara uyanlardan daha kafirdirler. Bu, onların kat’i olan islam hükümlerini ve dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenleri inkar et­melerinden kaynaklanmaktadır.

Asrımızda bunlara benzer olarak, kendi başlarına yeni bir din modeli geliştiren Bahailer ve Peygamber (s.a.v)’den sonra ken­dilerine peygamberliğin geldiğini iddia eden Kadiyaniler vardır.

Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir.

Burada değinmemiz gereken diğer bir konu da; muhakkik alimlerin belirttiği gibi; tekfir meselesinde belli bir şahısla zümre arasını ayırma konusudur.

Bunun manası şudur; Mesela, komünistler kafirdir, şer’i hükmü benimsemeyen laikler kafirdir veya işte şuna buna çağıran veya şöyle şöyle yapanlar da kafirdir diyebiliyoruz. Bu, bir züm­reyle alakalı olan hükümlerdir. Bir kişi ile alakalı olduğunda yani kendisini komünist veya laik görüyorsa, onun konumunu su­allerle ve tartışmalarla iyiden iyiye araştırmak gerekir. Ta ki hakkında bir delil elde edinceye, şüpheleri ve onun için ileri sürülebilecek mazeretleri ortadan kalkıncaya kadar.

Bu konuda Şeyhu’l İslam imam İbn Teymiyye şöyle demekte­dir;

Bazan söylenen söz küfür olabilir. Ve söyleyen de rahat bir şekilde tekfir edilebilir, ‘şunu söyleyen kafirdir’ denebilir. Ancak bu tür sözleri belli bir şahıs söylediğinde hemen ona küfür hükmünü veremeyiz. Şayet aleyhine bir hüküm varsa kafir hükmünü verebiliriz.

İlahi tehtidlerle alakalı naslarda da durum yukarıdaki gibidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınla­rına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın ale­ve atılacaklardır.” [149]

İbn Teymiyye devamla şöyle demektedir Bu ve buna benzer tehtid ayetleri haktır. Ancak belli kişilere karşı bu tehdit ayetleri delil olarak getirilemez. Ehl-i Kıbleden olan bir kişinin cehennem­lik olduğuna hüküm edemeyiz. Olabilir ki şartlardan birini yitir­miş ya da tehdide maruz olabilicek bir engelden dolayı tehditin kapsamına girmeyebilir. Belki yetim malım yemenin haram olduğu kendisine bildirilmemiştir. Belki de yedikten sonra tevbe etmiş olabilir. Belki de yaptığı bazı iyilikler onun günahlarını örtebilir. Geçirdiği musibetler kendisine keffaret olabilir.

Olabilir ki yetim malım yemenin yanlış olduğu kendisine bildi­rilmiş fakat hükmü söylenmemiştir veyahutta yetim malım yeme­nin haram olduğunu anlayamamış da olabilir. Allah Teala’nın mazur gördüğü bir takım sebeplere maruz kalması da mümkün­dür. Ehl-i sünnet imamlarının mezhepleri; belli bir şahısla bir zümre arasındaki farkları anlatan detaylı bilgiler vermiştir. [150]

Bu ihtiyat küfür davranışı sergileyenler hakkında gerekli olduğuna göre nasıl olur da bir müslüman ‘Lailahe illallah Muhammed’in Resulullah’ diyen insanları iyiliklerinin yanısıra kötülük te yapsalar küfürle damgalamaya cür’et edebilir ?

Kelime-i şahadeti getirmek, kişilerin canlarını mallarını ve kanlarını masum kılar. Onların hesapları Allah’a kalmıştır. Biz zahire göre hüküm veririz. Batını ise Allah bilir.

Sahih ve mütevatir olan bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. Ben insanlar ‘Lailahe illallah’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. ‘lailahe illallah’ dediklerinde haklı sebepler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olur­lar. Hesapları da Allah’a kalmıştır.

Tekfirin Tehlikesi

Burada şunu kural olarak belirtmek gerekir; Herhangi bir kişiye küfür damgasını vurmak son derece tehlikeli sonuçlar doğuracağından ötürü ciddi bir sorumluluk oluşturur. Bu tehlike­nin bazıları şunlardır.

1) Kafir olduğuna hüküm verilen bir insanın müslüman hanımının kendisiyle beraber kalması helal olmaz. Ayrılmaları gerekir. Çünkü müslüman bir kadın kesin icmaya göre kafir bir kimseyle evli kalamaz.

2) Kafirliğine hüküm verilen bir kişinin çocuklarının, kendi ter­biyesi ve bakımı altında kalması caiz değildir. Çünkü kafir bir in­sana güvenilmez. Küfrüyle çocukları da etkilemesi söz konusu­dur. Özellikle de çocuklar henüz büyüme ve olgunlaşma devresindelerken. Bu durumdaki çocukların bakımı, tümüyle İslam top­lumunun boynuna emanettir.

3) Kafirliğine hüküm verilen bir kimse İslam toplumundan yardım ve destek görme hakkını kaybeder. Çünkü o, küfrünü açıkça ilan ederek islam dışına çıkmış, kanı helal olacak bir şekilde mürted olmuştur. Bu tür kimselerle ilişkilerin kesilmesi, aklını başına toplayacak ve rüşdünü tekrar kazanacağı ana kadar kendisine sosyal bir ambargonun uygulamansı gerekir.

4) İslam mahkemesi önünde mürtedlere uygulanan hükümler uygulanır. İnfaz uygulanmadan önce tevbe etmesi ve zihnindeki şüphelerin giderilmesi istenir.

5) Öldüğünde müslümanlara ugulanan (cenaze) hükmü ona uygulanmaz. Ne yıkanır ne de namazı kılınır. Müslümanların ka­birlerine de defnedilemez. Malına mirasçı olunamaz. Aynı za­manda mirasçısı öldüğünde mirastan hak da alamaz.

6) Kafir hali üzerine öldüğünde Allah’ın rahmetinden kovul­maya ve O’nun la’netine maruz kalır.

Yukarda saydığımız tehlikeli sonuçlar, bîr insanı küfürle dam­galamaya yeltenenlerin bu adımı atmadan önce, defalarca düşün­mesini ve meselenin üzerinde durmasını gerekli kılar.

Kur’an Ve Sünnete Dönmenin Gerekliliği

Tüm bunlardan sonra Kur’an ve sünnete müracaat etmek ge­rektiğini de anlamış oluyoruz. Böylece Kur’an ve sünnet ışığı altında yukarda açıkladığımız tehlikeli konularda müracaat etme­miz gerekli olan şer’i kaide ve kuralları da öğrenmiş olacağız.

Bizim, Allah’ın kitabının ve Peygamberinin sünnetinin korun­muş ve sabit olduğuna itikadımız tamdır. Bu iki kaynakta geçen naslar, hüccet ve tartışılmaz dayanaktır.

Alimlerin görüşlerini delil olarak getirecek olursak, bu görüşler tek başlarına hüccet olabilir diye telakki edilmemelidir. Yalnız, onların nasları bizden daha iyi anladıklarından ve bu hu­susta onlara güvenimizden ötürü sözlerini dayanak olarak getirinekleyiz. Bu arada şu esasın üzerinde de durarak belirtelim ki; sahabiler ve iyilik üzere olanların izinden gidenler bu ümmet içinde en doğru yolu, en şaşmaz rotayı bulmuş, en sağlam an­layışa sahip, islam espirisini enginliğiyle birlikte kavramış ve ti­tizlikle bu espiriye uymuş olanlardır. Onların doğru yolu gösteren tavsiylerine rastlayınca mümkünü yok artık o tavsiyelerin dışına çıkamayız. Onlardan sonra artık bidatlerin peşi sıra mı gi­deceğiz? Hayır.., Resulullah (s.a.v)’ın tanıklığıyla onlar, nesiller içinde en hayırlı olan bir nesildir.

İnsan Ne İle İslama Girer?

Birinci Kaide; insan şahadet getirmek suretiyle İslam’a girer.

‘Lailahe illallah Muhammedun Resulullah’ Kim diliyle şahadeti getirirse, İslama girmiş olur ve kalbiyle inanmamış olsa da ona islamın hükümleri uygulanır. Çünkü biz zahire göre hüküm veririz. Gizli olanları ise Allah’a tevdi ediyor ve buna delil olarak şunları .

gösteriyoruz.

1) Peygamber (s.a.v) şahadet getiren kişinin müslümanlığını kabul ederdi. Namaz kılıncaya veya bir yıl geçtikten sonra ze­katını verip vermeyeceğine veyahutta Ramazan geldiğinde oru­cunu tutacak mı tutmayacak mı diye beklemezdi…Yok müslüman olacak kişi islamın farz olarak belirlediği hükümleri yerine getir­sin de sonra onun müslüman olduğuna hüküm vereyim, diye bir düşünceye kapılmamıştı. İslama inanması ve açıktan inkar etmemesi müslümanlığı için yeterliydi.

2) Buhari ve diğer hadis kitaplarında Usame b. Zeyd (r.a)’dan rivayet edilen bir hadis vardır;   Usame b. Zeyd ‘Lailahe illallah’ dediği halde bir adama kılıç çekerek öldürmüş de Peygamberimiz kendisini kınamıştı. Peygamber (s.a.v) sordu; ‘Lailahe illallah’ dedikten sonra mı öldürdün? Usame de; kılıçtan çekindiği için böyle söyledi, diye cevap verince Peygamber; sen onun kalbini yarıp baktın mı? Bazı rivayetlerde; kıyamet gününde ‘lailahe illal­lah’ ile birlikte halin nice olur? demiştir.

3) Ebu Hureyre’den rivayet edilen hadis şöyledir İnsanlar ‘Lailahe illallah’ deyinceye kadar onlarla savaşmam emredildi. ‘Lailahe illallah’ dediklerinde haklı sebepler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Onların hesabı da Allah’a kalmıştır. [151]

Müslim’in rivayetinde şöyle geçmektedir …taki ‘Lailahe illal­lah’ deyip de bana ve benim getirdiklerime inanıncaya kadar.

Buhari’nin Enes’ten merfu olarak rivayetinde de ‘Lailehe illal­lah Muhammedun Resulullah’ deyinceye kadar ifadesi vardır.

Hadiste geçen İnsanlar’ dan kasıt, alimlerin dediği ve Enes’in bu hadisin izahında vurguladığı gibi, müşrik araplardır. Çünkü ehl-i kitaptan canları ve mallarına karşılık cizye alınıyordu ki bu da Kur’an’la sabit bir nasdır.

Delilimiz: Müşrik Araplar ‘Lailahe illallah1 dediklerinde kan­larının ve mallarının korunmasıyla birlikte İslama giriyorlardı. Çünkü kanın ve malın korunması, ya müslüman olmakla ya ant­laşmayla ya da ehl-i zimmet hükmüne girmekle olurdu. Ama burda müşrik araplar için ne antlaşma ne de ehl-i zimmet hükmü vardır. Sadece müslüman olmaları söz konusudur aksi halde kan­larını ve mallarını korumanın başka yolu yoktu.

Bu hadis, bir çok sahabenin benzer ifadelerle rivayet ettikleri sahih bir hadistir. Bundan dolayı Hafız Suyuti ‘Camius-Sağir’ adlı kitabında bu hadisin mütevatir olduğunu söylemiştir. ‘Camius-Sağir’in sarihi Munavi de; “Bu hadis mütevatirdir, çünkü onbeş sahabi tarafından rivayet edilmiştir”, der.

Kendi zamanının büyük hadis imamlarından biri olan Süfyan b. Uyeyne’nin şöyle dediği rivayet edilir. Bu namaz, oruç ve zekatın farz kılınmasından önce hicretten evvel İslamm ilk devirlerinde böyleydi.

Allame ibn Recep Hanbeli (Hanbeli imamlarından) ‘Camiu’l Ulum ve’l Hikem adlı kitabında Sufyan b. Uyeyne’nin sözü üze­rine şöyle demiştir. Bu, zayıf bir görüştür. Süfyan’nın böyle bir

söz söyleyip söylemediği ise tartışılabilir. Bu hadisin ravileri Medine’de Resullullah (s.a.v)’ın sohbetinde bulunmuşlar ve bir kısmı da daha sonradan müslüman olmuşlardır. Sonra ‘Kanlarını ve mallarını benden korurlar’ sözü, Peygamber (s.a.v)’in kıtal (savaş)le emrolunduğuna delalet etmektedir. Oysa bunların tümü Peygamberin Medine’ye hicretinden sonra meydana gel­miştir.

Açık bir şekilde bilinmektedir ki; Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de İslama girmek isteyen kişilerden sadece şahadet getir­melerini isterdi. Bununla onlar kanlarını ve mallarım korurlar ve müslüman olurlardı. Usame b. Zeyd kılıcım çekerken ‘Lailehe il­lallah ‘ diyen bir kişiyi öldürdüğünde Peygamber (s.a.v) onu; şiddetle azarlamıştı. Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de müslüman olmak isteyen bir kişiye, namaz kılmasını, zekat ver­mesini şart olarak koşmazdı. Aksine bir kavim, zekat vermemek şartıyla müslümanlığı kabul edilmişti.

İmam Ahmet b. Hanbel’in müsnedinde Cabir (r.a)’in şöyle dediği rivayet edilir. Sakife kabilesi Peygamber (s.a.v)’den ken­dilerine (müslüman olmalarına karşılık) zekat ve cihat sorumlu­luğunun yüklenmemesini şart koştular. Peygamber (s.a.v) de şöyle dedi; onlar (ilerde) zekat da verecekler cihad da edecekler.

Müsnette, Nasr b. Asım El-leysi’.den rivayet edildiğine göre; Sakife kabilesinden biri Peygamber (s.a.v)’e geldi ve şöyle dedi; iki rek’at namazın dışında namaz kılmamak suretiyle müslüman oluyorum. Kendisinden müslümanlığı kabul edilmişti.

İbn Recep şöyle der; Ahmet b. Hanbel bu hadisten hareketle fasit bir şarta bağlı olsa da kişinin müslümanlığı kabul edilir. Sonra bu şartla müslüman olan kişi, mükellefiyetlerin tümüyle yükümlü olur. Bu görüşte olanlar Hakim b. Huzzam’ın şu sözünü ileri sürerler. Eğilmeksizin ayakta durarak secde etmek şartını koşarak Resulullah’a biat ettim.

Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki şey var.

Birincisi

İslam’a girmek için şehadet kelimesi yeterlidir. Bazı hadis­lerde görülen ve yalnızca “Lailahe illallah” şeklinde geçen şehadet ise rivayetlerde rastladığımız normal bir kısaltmadır. Bununla kastedilen kendilerine islam daveti yapılan müşrik araplarında çok iyi bildiği gibi şehadet kelimesinin tamamıdır. Za­ten bu davet, onu getiren Muhammedun Resulullah (sav)’e iman etmeden gerçekleşmez.

Bu nedenle bazı selef alimleri; İslam bir kelimedir. Yani; kelime-i şahadettir, demişlerdir.

Namaz, oruç ve islamın farz kıldığı diğer ibadet ve şer’i hü­kümler, müslüman olunduktan sonra yapılması istenen şeylerdir. Çünkü onlar sadece, müslüman olan bir kimsenin yapmasıyla sa­hih olurlar. Kafirin ne namazı ne orucu ve ne de haccı olur. Kafir, kendisinden bu ibadetlerin kabul şartım (ki o da; müslüman ol­maktır )kaybetmiştir.

İkincisi

İbni Receb’in zikrettiği ve Ahmet b. Hanbel’in ‘Müsned’inde yer alan geniş manalı hadislere gelince, Peygamber (s.a.v) bu hadislerle birtakım konuları, özellikle İslam’a yeni girenleri ilgi­lendiren bazı konuları çözüme bağlıyordu. Bazılarından kabul et­mediği şartları bazılarından kabul ediyordu. Beşir b. Husasiye’den şöyle rivayet edilmiştir Beşir zekat vermeden ve cihat etmeden Peygamber (s.a.v)’e biat etmek istedi ama Peygamber elini çekti ve şöyle dedi; Ya Beşir! Ne cihat var ne de zekat öyleyse cennete ne ile gireceksin?

Fakat Peygamber (s.a.v) aynı şartları Sakife kabilesinden ka­bul etmişti. Belki de onlar ileri sürdükleri şartlar üzerinde de­vamlı kalmayacaklardı, müslüman olduklarında ve daha iyi yaşamaya azmettiklerinde diğer müslümanlar gibi oruçlarını tuta­caklardı. Bundan dolayı olsa gerek ki Peygamber (s.a.v) onlar hakkında şöyle söylemişti. “Onlar oruç da tutacaklar cihad da edecekler.”

Kim Tevhit Üzere Ölürse Cennet’i Hakeder.

İkinci kaide; Kim ‘lailahe illallah’ diyerek ölürse Allah katında iki şeyi hakeder.

Birincisi; Cehennemde ebediyen kalmaktan kurtuluş; kalbinde hardal tanesi kadar iman oldukça, günahları sebebi ile cehen­neme girse de -ki bu günahlar zina gibi Allah hakkına veya hırsızlık gibi kul hakkına taalluk eden bir mesele de olabilir- günahları miktarınca cehennemde kaldıktan sonra tekrar çıkacaktır.

İkincisi; Geç olsa da cennete girecektir; Tevbe etmediği ve hiç bir şeyin günahlarına keffaret olmadığı için cehenneme girme­si sebebiyle cennete ilk girenlerle beraber giremese de sonuçta cennete girmeyi hak edecektir.

Buna delil olarak Buhari Müslim ve diğer hadis kitaplarında geçen sahih hadisleri gösterebiliriz. Ubade b. Sâmit Peygamber (s.a.v)’in şöye dediğini rivayet etmiştir. Kim, Allah’dan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına, Muhammedin onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsanm da Allah’ın kulu ve Rasulü olduğuna ve Meryem’e ilka eylediği kelimesi olduğuna ve kendi­sinden bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin gerçek olduğuna şehadet ederse, Allah da onu -amellerine bakmak sure­tiyle- cennetine kor.

Ebuzer’in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu; hiç bir kul yok ki, lailahe illallah deyip bu hal üzere öldükten sonra cennete girmesin.

“Allah teala, kendi rızasını gözeterek ‘Lailahe illallah’ diyen bir kimseye cehennem ateşini haram kılmıştır.” Yani; asr-ı saa­det döneminde bu kelimeyi sırf canlarının ve mallarının korun­ması için söyleyen münafıklar gibi değil tabii.

Enes (r.a) Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir. ‘Lailahe illallah’ diyen cehennemden çıkar. Kalbinde bir hardal tanesi kadar iman bulunsa da.

Tüm bu hadisler Buhari ve Müslim’de geçmektedir.

Buhari ve Müslim’de geçen bir de şu hadis vardır. Ebuzer (r.a) Peygamber (s.a)’in şöyle değini rivayet etmiştir.” Cibril Peygamber (s.a.v)’e geldi ve şöyle dedi; ümmetini müjdele; ümmetinden kim Allah’a şirk koşmadan ölürse cennete girecek­tir. Ben de şöyle dedim; peki ya zina ya da hırsızlık etsede mi? o da; (evet) zina ve hırsızlık etse de, buyurdu.

Sahih-i Müslim’de geçen ve Ubade’den rivayet edilmiş bir ha­diste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktalar. “Allah’tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed’in de gerçekten Allah elçisi olduğuna şehadet eden kimse üzerine Allah, cehennemi haram kılar.”

Bunlara benzer daha bir çok hadis mevcuttur. Hepside kelime-i şahadet söylendiğinde cennete girilip cehennemden çıkılacağma delil olan hadislerdir.

Cennete girilmesinden kasıt; hak edilen azabın cehennemde çekilmesinden sonra neticede cennete dönülmesidir.

Ateşten kurtulmaktan kasıt ise; ebedi cehennemde kalmaktan kurtulmaktır. Bunu söylemekteki amacımız, bahsettiğimiz hadis­lerle, bazı günahları işleyen kimselere cenneti haram kılan ve ce­hennemi de zorunlu durak kılan hadisler arasında ortak olabile­cek bir noktayı yakalamaktır. Nasları da bir birleriyle çeliştirmek uygun olmaz.

Müslümanlığı  Bozan  Şeyler

Üçüncü kaide; İnsan, şehadet kelimesini getirerek İslama gir­dikten sonra, müslümanhğının gereği olarak islamm hükümlerine boyun eğmek mecburiyetindedir. Bu boyun eğiş, islamın adil ve kutsal bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, ki­tap ve sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur.

Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza gösteren her müslümanın yaptığı gibi islamın hükümlerine boyun eğer, helali helal bilir ha­ramı haram, kendisine gerekli olan hükümlerin vacip, bazı hü­kümlerin de müstehap kılındığına inanarak dinini yaşar.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

“Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz.” [152]

“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve pey­gambere çağrıldıkları vakit; “İşittik, itaat ettik” de­mek, ancak mü’minlerin sözüdür.” [153]

“Hayır; Rabb’ine and olsun ki, aralarında çekiştikle­ri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin ver­diğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar. ” [154]

Mühim olan şunu bilmektir; İslam’ın; farzlar, haramlar ve ce­zalarla ilgili hükümleriyle bunların dışında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Allah’ın dininden ve koyduğu şeriatinin çerçev es indendirler. İslam alimle­ri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir; “İslam- da bilinmesi zaruri olan şeyIer.”

İslamın hükümlerini, avamda, havas da böyle biliyor. Varlıkla­rını isbatlamak için deliller getirmeye veya tartışmalar düzenle­meye gerek yok. Bu konuda; namaz ve zekat gibi İslam’ın şartlarından olan farz ibadetleri, adam öldürmek, zina etmek, faiz yemek ve şarap içmek gibi büyük günahları, son olarak ta evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz.

Zaruret-i diniyyeden olan hükümleri inkar edenler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle kafir olurlar. Onlara mürtet damgası vurulur. Bu hükümler açık ayetlerle ve sarih hadislerle tesbit edilmiş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda yaşa­yan islam uleması bu hükümler üzerinde icma etmişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur’an ve Sünnet’i yalanlamış demek­tir. Bu da küfürdür.

Bunlardan ancak islamla yeni tanışıp da islamın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, islamın kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, istisna tutulabilirler. Onlar zarureti di­niyyeden birini inkar ettiklerinde durumları kendileri için bir ma­zeret teşkil edebilir. Ama bu Allah’ın dinini öğreninceye kadar geçerlidir. Öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler bu tür kimseler için de geçerli olur.

Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama  Kökünden Kazımaz.

Dördüncü Kaide; Büyük günah işleyen kişi, onlardan tevbe et­mezse ve yapmakta da ısrar etse bu, onun imanım zedeler ve var olan imanının da yavaş yavaş eksilmesine yol açar. Ancak imanı kökünden kazımaz. Tamamıyla dinden çıkmasına yol açmaz. Buna delil olarak şunları gösterebiliriz.

1) Büyük günahlar, imanı kökünden kazımış olsaydı, günahı işleyenler mutlak kafir olurlardı. Ma’siyet ve dinden dönme tek bir şey olurdu. Asi olanda mürted olur ve ona, mürtede uygula­nan cezalar uygulanırdı. O zaman da zina, hırsızlık, yol kesicilik, içki içmek ve haksız yere adam öldürmek gibi cezaların islami hükümlerde ayrı ayrı belirtilmesine gerek kalmazdı. Oysa bun­ların hepsi de naslarla ve icma ile farz olan hükümlerdir.

2) Kur’an-ı Kerim, Kasas suresinde katil aleyhine ve öldürü­lenin lehine olacak hükümler koymuştur.

“Ey İman edenler! (kasten) öldürülmüşler için kısas size farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas olunur. Öldürülmüş olanın kardeşlerin­den katilin lehine olarak bir şey bağışlanırsa da kısas düşürülse, Ölünün velisi, hakkından ziyade olmayarak diyet almalıdır.” [155]

3) Kur’an-ı Kerim, birbiriyle savaşan iki gruptan her ikisinin de mü’min olmakta devam edeceklerini bildiriyor.

“Eğer  mü’minlerden  iki  topluluk  birbirleriyle  sava­şırlarsa   aralarını   düzeltiniz;   eğer   biri   diğeri   üzerine

saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmeleri­ne kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davra­nanları sever. Şüphesiz mü’minler birbiri ile kardeştir­ler; öyleyse dargın olan kardeşlerinizin arasını düzel­tin; Allah’tan sakının ki size acısın.” [156]

Ayet aralarında sav aşmal arıyla birlikte dini kardeşliklerin ve imanın onlar için geçerliliğini korumuş olduğunu vurgulamaktadır. Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) de şöyle buyuruyor. “Ben­den sonra birbirlerinizi vuran kafirler olmayın.”

“İki müslüman birbirlerine kılıç çekerek karşı karşıya geldikle­rinde ölen de öldürülen de cehennemdedir.”

Buhari, günah işleyen kimsenin kafir olmayacağını bu hadis­lerden hareketle savunmuştur. Çünkü Peygamber (s.a.v) onları herne kadar cehennem ateşiyle korkutmuşsa da aynı zamanda müslüman olduklarım da söylemiştir.

Tabi ki hadiste geçen savaşmadan maksat, caiz görülebilecek şer’i bir gerekçenin olmaması dahilinde yapılan savaşmadır.

4) Hatip b. Ebu Belta, bugünkü deyimiyle vatan hainliği dene­bilecek büyük bir günah işlemişti. Peygamber (s.a.v)’in haberleri­ni ve askerlerinin harekatını, Peygamberimizce gizli tutulması için son derece titiz davranılmasma rağmen Mekke’nin fethinden az bir zaman önce Kureyş’ e ulaştırmak, bildirmek istemişti. Hz. Ömer (r.a) “Ey Allah’ın Resulü! bu adam münafıklık etmiştir. Bırakın da boynunu vurayım.” demişti. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşına katılmış olması nedeniyle öldürülmesine razı olmamış ve yaptığı bu işi, kendisini dinden çıkarıcı bir iş olarak değerlen­dirmemişti. Peygamber (s.a.v)’in bu yargısını teyit mahiyetinde şu ayetler nazil olmuştu.

“Ey İnananlar! Benim de düşmanım, sizin de düş­manınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyor. Eğer sizler Benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız onlara nasıl sevgi görterirsiniz? Ben, si­zin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan  sapmıştır.” [157]

Allah Teala bu ayette, konuştuğu kimselere mü’min unvanım kullanarak hitap ediyor. Ve kendi düşmanlarıyla onların düşman­larını bir görüyor. Buna rağmen siz onlara sevgi besliyorsunuz.

5) Mü’minlerin annesi Hz. Aişe (r.a)’ye atılan iftira konusun­da indirilen ayetler de bu kabildendir. İftira atanlardan biri de, Bedir savaşına katılmış Musattah b. Usase’dir. Hz. Ebubekir ona bir daha mali destekte bulunmamaya yemin etmişti. Allah Teala konuyla alakalı olarak şu ayetleri indirdi.

“İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, verme­mek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Al­lah’ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır,  merhametli  olandır.” [158]

Şöyle denilebilir; Musattah ve diğer iftira edenler tevbe etmiştir. Ancak Allah Teala İbn Teymiyye’nin de dediği gibi, ken­dilerine iyilik edilip affedilmeleri için tevbe edilmesini şart koşmamış tır.

6) Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen ve Buhari’de geçen bir rivayete göre sahabilerden biri devamlı içki içerdi. Peygamber (s.a.v) de içki uygulamasını emretmişti. Bazıları ağızlarında şöyle birşeyler gevelemeye başlamışlar; Allah seni rezil rusvay etsin. Peygamber (s.a.v) de; böyle söylemeyin. Ona karşı şeytana yardım etmeyin. Buhari’de geçen bir başka rivayet şöyledir. “Kardeşinize karşı şeytana yardım etmeyin.” Ebu Davut’un süneninde bu konuyla alakalı olarak bir fazlalık vardır.” Peygamber (s.a.v) orada bulunanlara şöyle demiştir; Bilakis deyin ki; Allah’ım onu bağışla ona merhamet et.”

İşte bu, kötülüklerin başı olan içkiyi içen bir kimseye karşı gösterilen Muhammed’i bir tavır ve müsamaha ölçüsüdür. Pey­gamber (s.a.v) içkiyi içene cezasının uygulanmasına razı ama ona la’net edilmesine ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmasına asla razı değil. Aksine Müslümanlar arasında onu da kardeş ola­rak görüyor. Böylece açıkça horlayıp sövmelerini şeytanın içeri girmesi için kalbinde gedik açmalarını yasaklamıştı. Dolayısıyla bu haldeki bir kimseye mağfiret ve rahmet duası yapılmasını, onun kardeş ve dost olarak görülmesini, hidayetine çalışmasını emrediyor. Böylece belki kendini düzeltir de aşırılıklarından vaz geçer.

7) Yine Buhari’de Ömer b. Hattab’tan rivayet edilen bir hadis şu şekildedir. “Peygamber (s.a.v) devrinde adı Abdullah olduğu halde ‘Eşek’ diye çağrılan bir adam vardı. İçki içtiğinden Peygam­ber (s.a.v) ona had cezası tatbik edilmesini emretmişti. Onun kavminden bazıları; Allah’ım ona la’net et! Ne kadar da çok içiyor, demişlerdi. Bunlara cevaben Peygamber (s.a.v) de şöyle karşılık verdi: Lanet etmeyin. Allah’a yemin olsun onun Allah ve Resulünü sevmediğini bilmiyorum. Bazı rivayetlerde de şöyle geçmektedir.” Onun Allah ve Resulünü sevdiğini biliyorum.” Bazılarında ise” Bildiğim tek şey var ki; o, Allah ve Resulünü se­viyor.”

İbn Hacer ‘Fethu’l Bari’ adlı eserinde, İbn Abdilberra’dan naklen, o sahabinin sırf içki içmekten ötürü elli kez had cezasına çarptırıldığını söylemekledir. Peygamber (sav) de la’netlenmesini yasaklamış ve onun Allah ve Resulünü sevdiğini söylemiştir.

Hafız b. Hacer ‘Fethu’l Bari1 adlı eserinde hadisden çıkarılacak faydalı sonuçları şu şekilde sıralıyor.

a) Bu hadiste, büyük günah işleyen bir kimsenin kafir olduğu­nu iddia edenlere reddiye vardır. Çünkü hadis günah işleyenlerin lanetlenmesini nehyedip böylelerine dua edilmesini emrediyor.

b) Hadisten anlaşıldığına göre bir kişi, Allah Teala’nın kendi­sine nehyettiklerini işlediği halde Allah ve Resulü’nün sevgisini, işlediği çirkin ameliyle yanyana bulundurmasında herhangi bir çelişki olmayacağını. Çünkü Peygamber (s.a.v) bahsedilen ha­diste kişinin, bu günahkarlığıyla birlikte Allah ve Resulullah’ı sevdiğini haber vermiştir.

c) Her defasında günah işlense de Allah’ı ve Peygamber sev­gisi silinmez.

d) Bir hadiste “Kişi içki içerken mü’min olarak içmez” diye buyurmakta ise de burada naklettiğimiz hadisten anlaşıldığına göre, imanın içki içenden uzaklaşması, tamamen uzaklaşması manasına değildir. Aksine bu, imanın kemal derecesini kaybet­mesi demektir.

8) Herne kadar zina ve hırsızlık etse de ‘lailahe illallah’ diyen bir kimseye cenneti layık gören hadisleri bildirmiştik.

9) Peygamber (s.a.v)’den gelen sahih rivayetlere göre, ümme­tinden büyük günahları işleyenlere şefaat edecektir. Bu da iki hükme delalet ediyor.

Birincisi; Büyük günah işlemek, Peygamberin ümmetinin dairesinden çıkmaya sebeb teşkil etmez.

İkincisi; Allah Teala büyük günah işleyenlere ya cehennem­den affetmek suretiyle ya da cehennem de belli bir süre bıraktık­tan sonra oradan kurtarmak suretiyle merhamet edecektir.

Şirkin Dışında  Kalan  Günahlar Affedilebilir.

Beşinci Kaide; Bu kaide de bir önceki kaideyi teyid nite­liğindedir. Affedilmeyecek tek günah, Allah Teala’ya şirk koşulmasıdır. Bunun dışında kalan günahlar affedilebilir. İster büyük günah olsun ister küçük hepsi de Allah Teala’nın iradesi altındadır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır;

“Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğini bağışlar. Allah’a şirk koşan kişi, derin bir sapıklığa sapmış olur.” [159]

Ayette geçen şirkten kasıt, büyük şirktir. Büyük şirk de; Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmektir. Şirk kelimesi mutlak olarak kullanıldığında bu mana anlaşılır. Büyük küfür de böyledir. Yani Allah’ı reddetmek ve inkar anlamındaki küfrü kas­tediyorum.

Hafız ibn Hacer şöyle der; Mesela, Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğini inkar eden kişi, Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmese bile yine de kafir olur. Onun için mağfiret olun­maz. Küfrün ve şirkin dışında kalan diğer günahlara gelince, onlar ilahi iradeye bağlıdır. Dilediğini bağışlar dilediğini de ceza­landırır.

İmam İbn Teymiyye şöyle demektedir. Tevr^e etmiş olana, ceza verilmesi caiz olmaz. Tevbe ettikten sonra kişinin daha önceden şirk koşmuş olmasıyla diğer günahları işlemiş olması fark etmez. Allah Teala bir ayette şöyle buyurmaktadır. “Ey Mu­hammed! de ki; Ey kendilerine karşı aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhametlidir.” Ayette geçen anlam umumi ve mutlaklık taşımaktadır. Çünkü ayette, tevbe eden kastedilmiştir. Diğer tarafda ise özelleştirme ve bir şarta bağlama vardır. [160]

Bir çok sahih hadis, şirkin dışında kalan günahların bağışlan­masının ilahi iradeye bağlı olduğunu göstermektedir.

Buhari’de geçen ve Ubade b. Samid tarafından rivayet edilen hadiste Peygamber (s.a.v) çevresinde halka oluşturmuş olan sa­habelere şöyle buyurmuştur. Bana, Allah’a hiç bir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarınızı diri diri gömmemek, kendi yanınızda uydurduğunuz şeylerle başkalarına iftira etmemek ve maruf (iyi işler) de İsyan etmemek üzere biat ediniz. Kim bunlara riayet ederse onun mükafatı Allah’a aittir. Bu günahlardan birini işleyen olur da dünyadayken cezalandırılırsa, o ceza kendisi için keffaret olur. Kim de bu günahlardan birini yapar ve Allah onu Örterse onun durumu Allah’a kalır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır.

Bu hadis, biat edilmek için sayılan günahlardan birinin işlenmesi durumunda işleyen kişinin islamdan çıkmayacağını açıkça göstermektedir. Aksine bildirilen günahlardan birini işleyip de Allah Teala tarafından dünyada cezalandırıldığı tak­tirde bu onun için keffaret olacaktır. Dünya da cezası verilmediği taktirde o kişinin durumu ilahi iradeye bırakılır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.

Aileme Mazeri şöyle demektedir Usame’nin rivayet ettiği ha­diste, büyük günahları işleyenleri tekfir eden haricilere ve fasık bir kimse öldüğünde azap çekmesinin vacip olduğunu iddia eden mutezilelere reddiye vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v) bu günahların ilahi irade altında olduğunu haber vermiş; ‘Öldüklerin­de kesinlikle azap göreceklerdir’ diye herhangi bir şey söyleme­mişlerdir.

Tayyibi de şöyle demiştir:

“Bu hadiste, hakkında çok açık bir delil olmadıkça bir insanın cehennemlik olduğunu söylemenin mahsurlu olduğuna işaret var.” [161]

Naslarda  Ortaya  Çıkan  Küfrün; Büyük Ve Küçük Küfür Diye Ayrılması

Altıncı Kaide; Kur’an ve Sünnet’te geçen küfürden kasıt; bü­yük küfürdür. Büyük küfür, dünya hükümlerine göre dinden çıkarırken ahiret hükümlerine göre ise ebedi cehennemlik kılar.

Kur’an ve sünnet’te geçen küçük küfür İse, onu işleyen kişiyi cehennemde ebedi bırakmaz, sadece cehennem ateşiyle azaplandırmaya müstehak kılar ve kişiyi dinden çıkarmaz ama yapanı fasıklık ve günahkarlıkla damgalar.

Birinci anlamda kullanılan küfür, Hz. Muhammed (s.a.v)’in ge­tirdiği hükümlerin veya dinde inanılması zaruri olan hükümlerin bazılarını inkar etmektir.

İkinci anlamda kullanılan küfür ise, Allah Teala’nın emrine aykırı davranan veya nehyettiklerini yapan kişileri kapsar. Bu konuyla alakalı olarak bir çok hadis rivayet edilmiştir. Mesela, “Kim Allah’ın dışındaki şeyler adına yemin ederse (Allah’ı) inkar etmiş olur. “Bir rivayette ‘şirk koşmuş olur” diye geçiyor.” Müslümana sövmek fasıklık onanla savaşmak ise küfürdür.”

“Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın.”

“Sakın babalarınızdan yüz çevirmeyin kim babasından yüz çevirirse (nimete) küfretmiş olur.”

“Kim (müslüman) kardeşine ‘Ey Kafir!’ derse, onu tekfir edişi kendisine döner.”

O zaman biz de şöyle diyebiliriz; yukarıdaki naslarda ve ben­zeri diğer naslarda bahsedilen küfür, insanı dinden çıkaran küfürler değillerdir. Bunu isbatlayacak başka deliller de vardır.

Bazan sahabenin birbiriyle savaştıkları da olurdu ama onlar hiç bir zaman birbirlerini kafirlikle itham etmediler.

Nakledilen kesin rivayetlere bakılırsa Hz. Ali bin Ebu Talip, Cemel ve Sıffin savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etme­miş, sadece onları asilikle nitelemiştir. Bir sahih hadiste an­latıldığına göre Peygamber (s.a.v) Ammar’a şöyle demiştir Seni asi bir topluluk öldürecek. Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) Hariciler hakkında şöyle buyurmuşlardır. “İki gruptan hakka en yakın olan, onları öldürecektir.” Hz. Ali (r.a) ve beraberindekiler onlarla savaşmışlardı.

Aynı şekilde Kur’an da savaşan iki topluluğun mü’min olabileceğini vurgulamıştır . “Mü’minlerden iki grup savaşırlarsa aralarını düzeltin.”

“Mü’minler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzel­tin.”

Bunlara misal olacak hadisler de verebiliriz. Kim Allah’ın dı­şındaki şeylere yemin ederse (Allah’ı) inkar etmiştir veya (O’na) şirk koşmuştur.

Bir müneccime veya kahine gelip de onun söylediklerini doğrulayan ve ona inanan kimse Allah’ın Muhammed’e indirdikle­rini inkar etmiş olur.

Bu gibi hadisleri islam alimleri esas olarak alıp bu davranışta bulunan kimseleri kafir diye ve islam dininden çıkar diye nitelememişlerdir.

Bazan insanlar Allah’ın dışındaki şeyleri kullanarak yemin ederler. Müneccim ve kahinlerin söylediklerini doğrularlar. İlim ve din adamlarının söylediklerini inkar edip sapkınlığa düşerler. Ama hiç kimse onların dinden dönmüş olduklarına bundan dolayı kendileriyle müslüman hanımlarının ayrılması gerektiğine hüküm vermedikleri gibi onların ölümü halinde de namazlarının kılınma­yacak ma ya da müslümanların kabirlerine defnedilemeyeceklerine ilişkin herhangi bir emir de vermemişlerdir. Merfu bir hadisteşöyle geçmektedir. “Bu ümmet hiç bir zaman delalet üzerine icma etmez. ”

Bundan dolayı İbn Kayyım, işlenen bazı günahları küfür olarak nitelendiren hadisleri sıraladıktan sonra şöyle söylemiştir.

Bu hadislerdeki kasıt şudur; bütün günahlar küçük küfür , türündendir. Bu da ibadetleri yapmak anlamına gelen şükrün zıddıdır. Yapılan iş ya şükürdür ya küfürdür ya da bunların dışında üçüncü bir şeydir. [162]

Birinci anlamdaki küfrün (yani büyük küfrün) karşıtı imandır. Buna göre kişiye ‘Mü’mindir ‘veya’ Kafirdir’ denilebilir. Allah Teala da şöyle buyuruyor. “Onlardan kimi iman etti kimi inkar etti.” [163]

“Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklar­dan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin dostları ise tağutlardır. Onları, aydınlıklardan karanlıklara çıkarır.” [164]

“İman ettikten sonra inkar eden bir kavme Allah nasıl hidayet etsin.” [165]

İkinci manadaki küfre yani küçük küfür gelince, onun karşılığı da şükürdür. İnsan ya nimete şükreder, ya da nankörlük eder. Allah Teala insanı nitelerken şunları söylemektedir. “Şüphesiz ona  yol  gösterdik.  Buna,  kimi  şükreder  kimi  de  nan­körlük.” [166]

“Şükreden ancak kendisi için şükreder. Nankörlük eden de bilsin ki, rabbi müstağnidir. Kerem sahibidir.”

Bu vesileyle Hafız İbn Hacer, Kurtubi’nin “Şeriat koyucunun diline göre küfür, zaruret-i diniyyeden bilinen şeyleri inkar et­mektir” sözlerini nakleder ve sonra da şöyle der; şeriatta küfür,nimeti inkar etmek, şükür etmemek ve verilen nimetin hakkını yerine getirmemek demektir. Bu hususta Sahih-i Buhari’nin ‘İman Kitabı’mn ‘Kocaya nankörlük ve ‘Küfür fiilini işlediği halde kafir olmama’ bölümlerinde, büyük günah işleyenleri kafir sayan Hari­cilerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur.

“Küfür işlediği halde kafir olmama” ibaresi İbn Abbas ve ta­biinden bazıları şu ayetin tefsiri mahiyetinde rivayet edilmiştir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir.”

Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef alimleri tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir.

Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennem de ebedi kalmayı gerekti­rirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez.

Buhari Sahihinde ‘Zulm işlediği halde zalim olmama’ başlığı altında bu konuya değinmiş ve delil olarak da İbn Mesut’un şu ri­vayetini nakletmiştir.

“İşte güven onlaradır. İnanıp imanlarına zulüm ka­rıştırmayanlarındır. Onlar doğru yoldadırlar.” [167]

Sahabe şöyle sormuş; Ey Allah’ın Resulü! Hangimiz nefsine zulmetmez ki? Peygamber (s.a.v) de; sizin dediğiniz gibi değil.’İmanlarına zulüm karıştırmayanlar’ demek ‘şirk karıştırmayanlar’ demektir. Sizler Allah’ın “Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür ayetini duymadınız mı? diye buyurmuştur.

Hadis, Buhari’nin kasteddiği şekilde delildir. Sahabe ‘Zulüm’ kelimesinden hertürlü isyan manasını anlamıştı. Peygamber (s.a.v) bunu reddetmemiş ve yalnız, en büyük zulüm türünün ‘Şirk’ olduğunu sahabeye izah etmişti. Bu da zulmün çeşitlere ayrıldığını göstermektedir.

[149] Nisa: 4/10

[150] Risalelerden.

[151] Buhari ve Müslim

[152] Ahzab: 33/36

[153] Nur: 24/51

[154] Nisa: 4/65

[155] Bakara: 2/178

[156] Hucurat: 49/9-10

[157] Mümtehine: 60/1

[158] Nur: 24/22

[159] Nisa: 4/116

[160] Mecmu Feteva Şeyh el-İslam İbn Teymiyye c. 7 s. 484-485

[161] Fethul Bari

[162] Medaricü’s-Salikin c. I s. 355

[163] Bakara: 2/253

[164] Bakara: 2/257

[165] Ali İmran: 3/86

[166] İnsan: 76/3

[167] En’am: 6/82

Kaynak : Prof.Dr.Yusuf El Kardavi,Çağdaş Meselelere Fetvalar

Bir yanıt bırakın

Yorum yapmak için giriş yapmış olmalısınız.