• İlahiyat Arapça Eğitim Seti
  • D.B.Meal Video Takip
  • Sanal-Medrese
  • İlahiyat Arapça Eğitim Seti
  • D.B.Meal Video Takip
  • Sanal-Medrese
KELAM
Browse:
  • Home
  • KELAM
  • VAHYİN BAŞLANGICI VE YAZILMASI

VAHYİN BAŞLANGICI VE YAZILMASI

by Admin in KELAM
Tags: kuranın yazılması, vahiy başlangıcı, vahiyle ilgili yazılar, vahyin başlangıcı

Vahyin Başlaması

Onun Korunma

Ve Yazılması

Hz. Peygamber (s.a.v.), Peygamberlikle görevlendirilmezden önce, dedesi İbrahim’in tevhid di­ninden ve sünnetinden baki kalmış olan temiz hanif inancını taşıyor ve ona göre yaşamını sürdürüyor ve kesinlikle cahiliye dönemi inançlarına, yani cahiliyet asrına inanmıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v), teemmül, murakabe, oruç tutma ve “tehannüs” (murakabe ve niyazla inzivaya çekilme) olarak tabir edilen her ay birkaç gün uzlete çekilme gibi davranışları adet edin­mişti. Mekke yakınlarındaki Hira dağında zikir, te­emmül, düşünce ve murakabe ile meşgul olduğu bir günde, ansızın Cebrail, büyük bir heybetle O’na gö­rünür ve ipeğe sarılmış bir kitabı, Hazret (s.a.v)’e arzedip “Oku” der. Hazret, korkuya kapılır ve; “Ben oku­yamam.” der. Cebrail, tekrar; “İkra’ (=Oku)” der. Peygamber (s.a.v) tekrar; “Ma ena bikari (=Ben okumağa kadir değilim).” der. Nihayet Cebrail, O’nu kucaklar ve sıkarak üçüncü defa; “Oku” der. Bu kez Hz. Pey­gamber (s.a.v) teslim olur ve; “Ne okuyayım?” der. Ceb­rail, bunun üzerine; “Bismillahirrahmanirrahim. Ya­ratan Rabbinin adıyla oku, O, insanı alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.“[56] diye buyurur. Hz. Peygamber (s.a.v), bu olay­dan sarsılmış, hayrete düşmüş, şaşırmış ve titremiş bir halde henüz bunun vahyin başlangıcı olduğunu ve Yüce Allah tarafından Peygamberlikle gö­revlendirilmiş olduğunu bilmiyordu. Yüce Allah, O’na vahiy göndermiş, vahyin emin meleği olan Ceb­rail aracılığıyla O’nunla konuşmuş ve böylece bu şe­kilde İlahî kitabın (Kur’an-ı Kerim) gönderilmesine başlanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in şaşkın ve he­yecanlı bir şekilde evine, eşi Hz. Hatice’nin yanına geri döndüğü yolda bir daha ufuğa kurulmuş bir halde Cebrail’i tekrar görür. Cebrail, burada Hz. Pey­gamber (s.a.v)’e şöyle buyurur: “Sen Allah’ın Pey­gamberisin, ben de Cebrail’im.”

Hz. Peygamber (s.a.v), büyük bir heyecan ve tit­remeyle kendisini evine ulaştırır. Ter ve titreme vü­cudunun her tarafını sarmıştır. O’nun bilinçli ve ve­falı eşi Hatice, hızla ayağa fırlar ve zamanın gereklerine göre, Peygamber (s.a.v)in başını soğuk suyla yıkar. (Ateşin  düşürülmesi  için  yapılmış  olabilir). Daha sonra başını kurular ve O’nu sıcak ve yumuşak yatağına yatırır ve ilk fırsatta bilge kişi -ki bu günkü deyimle dinbilimcisi demektir- olan ve dinler ta­rihinde büyük bir ilme sahip olan amcasının oğlu Va­raka bin Nevfel’i görmek için yola çıkar. Onun yanına vardığında olayı tüm açıklığıyla anlatır. Bunun üze­rine Varaka heyecanlanır ve; “Kuddusun, kuddusun… Varaka’nın ruhu yed-i kudretinde olan zata yemin olsun ki ey Hatice, eğer bu söylediklerin doğru ise bir zamanlar Musa’ya gelmiş olan “Namus-i Ekber” O’na da gelmiştir ve O, bu halkın Peygamberidir.”

Daha sonra fetret, yani vahyin nüzulünde bir durgunluk ve ara meydana geldi ki, bunun süresi üç günden üç yıla kadar çıkarılmıştır. Sonra Cebrail, ye­niden Hz. Peygamber (s.a.v)’e görünür. O, bazen asıl şek­liyle görünür, bazen Hz. Peygamber (s.a.v)’in dostlarından Dıhye-yi Kelbi adındaki güzel bir genç şeklinde gö­rünüyordu. Zira belki de Hz. Peygamber (s.a.v)in Cebraili asıl şekliyle görmeye güç yetirememiş olması nedeniyle Cebrail bu şekilde görünmüş olabilir. Vahiy mesajının inen ikinci kısmının; “Ya eyyühel müdessir” (müdessir suresi) olduğu söylenmiştir.

Vahyin Hz. Resul (s.a.v)’e nazil olduğu esnada titreme, sıçrama, soğuk havada terleme, kısa bir an kendinden geçme, hayret etme gibi değişik ağır du­rumlar vukubulmuştur. Bazen de vahyin nüzulünden önce zil (çan) sesine benzer bir ses gelirdi. Vahyin nasıl başladığı konusunda en iyi, en kamil ve belki de en eski tavsif, “siret-i İbn-i Hişam”da yer almaktadır.

Vahiy inmeğe başladıktan sonra her vahyin inişi esnasında Hz. Resul (s.a.v), kendi isteği ve iradesi ol­maksızın açık bir şekilde kendisinin zihnine yer­leştirilen Kur’an lafızlarını hatırına getiriyor ve “vahiy katipleri” olarak bilinen bazı dostlarına yazdırıyordu. Gitgide fazlalaşan vahiy katiplerinin sayısı kırka kadar çıkarılmıştır. Bunlar arasında şunlar vardı: Dört halife, Ubey biri Ka’b, Zeyd bin Sabit, Talha, Zübeyr, Sa’d b. Ebi Vakkas… Bu katipler (yazarlar), Hz. Pey­gamber (s.a.v)in buyurduğunu aynen, hiçbir kısma ve ek­leme yapmaksızın çok ilkel araçlarla yazıyorlardı (ince ve temiz taşların üzerine, koyun kemiği üzerine, ağaçların gövdelerinin kabukları üzerine, deri ve ben­zerleri üzerine yazıyorlardı). Daha sonra Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in nazaretinde halka okunuyor, hafızlar onu hıfzediyordu. Tabii olarak şifahi bir kültüre sahip olan arap kavmi, çok güçlü bir hafızaya sahip idiler. Ezberleme güçleri çok yüksek bir derecede idi. Altmış-yetmiş beyitlik bir kasideyi bir defa ve en fazla iki defa duymakla ezberleyebiliyorlardı. Ve bu hafızlar günden güne artıyordu. Kur’an’ın toplanması, ya­zılması ve tedvini esnasında yardım ettiler ve sayıları yüzleri bulmuştu. Bundan dolayı bugünkü deyimle, her biri bir diğerinin hıfzını teyid, tekmil ve tashih ediyordu. Kesinlikle hiçbir tarihçi, Kur’an hafızlarının bazı kelimelerin telafuzu dışında hiçbir temel ve külli bir ihtilaf gösterdiklerini söylememiştir.

Önemli olan şudur ki, bu hıfz (=ezber), papağanvari değildi ve “ikra” (Okuma öğretimi) diye tabir edilen ders veya tedrislerle bütünleşmiş bir hal­deydi. Kur’an ayetleri farz ve nafile namazlarda oku­nuyordu, sahabe, hıfz ve kıraatlerini Resulullah (s.a.v)’a arzediyorlardı. Peygamber (s.a.v), onların ilk ve en önem­li kıraat ve hıfzetme öğretmenleriydi. Medine’ye hic­retin vukubulduğu sonraki yıllarda, yeni bir muhacir geldiğinde ona bir yer bulunduktan sonra ilk yap­tıkları iş, onu, Kur’an’ı iyi öğrenmesi için bir öğrenci gibi hafız Kur’an veya vahiy katibi olan bir sahabenin yanına  göndermekti. Resulullah (s.a.v)’ın mescidinde Kur’an okuma, kıraat ve hıfzetme grupları oluş­muştu. Kur’an okuma zemzemesi her taraftan yük­seliyordu. Hatta öyle bir yükseliyordu ki Resulullah (s.a.v), yavaşça onların kulağına diğerlerini yanıltmamak için yavaş okumalarını buyuruyordu. Sahabe ara­sında Kur’an araştırmasında ve öğretiminde şunlar ünlüydü: Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Zeyd b. Sabit, Ebu Derda, Ebu Musa el-Eş’ari.

Kur’an-ı Mecid’in nüzulü, vahyin farklı farklı (tek tek, cüz cüz, yavaş yavaş ve zamansal aralıklarla) vahiy masdarından vahiy nüzulüne (Hz. Resulün kal­bine) yirmi üç yıl zarfında Peygamber (s.a.v)’in bi’setinin başlarında ramazanın son on günü içinde olan leyl-letü’l- kadr’den, Resul (s.a.v)’ün vefatına yakın bir za­mana kadar geçen bir süre içinde peyderpey in­mesinden ibarettir. Kur’an-ı Mecid’de vahyin nüzulü Allah’a nisbet edilmiş olduğundan “inzal” ve “tenzil” olarak isimlendirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim, iki nüzul şekline sahiptir. Birisi, Kur’an’ın bütün olarak, bir defada ve bir gecede –ki; “Biz o (Kur’an)nu kadir gecesinde indirdik.“[57] ayeti ona işaret etmektedir- ve bu gecede Kur’an’ın bütünü “cümleten vahideten” (bütün olarak) şeklinde levh-i mahfuz’dan Beytü’l-İzze’ye veya Beytü’l-Ma’mur’a (dördüncü semada) nazil olmuştur. Bir diğer nüzul şekli de, 23 yıl boyunca devam eden ta­rihi ve tedrici nüzul şeklidir. Kur’an’ın tedrici nüzulü, birkaç illet veya hikmete işaret eder:

1- Vahiysel ve İlahî düsturları gerektiren olayların vukubulması,

2- Kimilerinin cevaplandırılması gereken sorular sor­ması,

3- Uygun ve belirli yer ve zamanda hükümsel kanunların gerekli görülmesi,

4- Peygamber (s.a.v)’i sağ­lamlaştırmak,[58]

5- Mü’minlerde sabit kadem yapısını oluşturmak, kafirlere veya yeni iman etmişlere batıl inançlarını ve uygunsuz adetlerini terketmek ve onların yerine doğru dürüst inanç, amel, ibadet ve ibadetleri icad etmek için fırsat vermek. Aynı şekilde kafirlerle yumuşak geçinmekten, onlarla cihad etmeye kadarki seyir. Kur’an-ı Mecid’in nüzulü, birkaç ayet, birkaç ayet şeklinde olmuştur ki bu ayet­lerin sayısını 3’ten 5’e kadar söylemişlerdir. [59]

Kur’an’ın Cem’ ve Tedvini

Kur’an’ın cem’ ve tedvini, 23 yıllık bir süre içinde üçten beşe kadar olan parçalar halinde peyderpey nazil olan tedrici ve parça parça olan vahyin sonuçta nasıl mushaf ya da kitap (bugün elimizde bulunan kitap) şekline gelmesi demektir.

Kur’an’ın vahiy ve nüzulü ve Kur’an’ın cem’ ve tedvini süreci “Kur’an Tarihi” olarak nitelenmiştir. Bu kavram nisbeten yeni bir kavramdır ve büyük bir ih­timalle ilk defa îslambilimci olan gayri müslim Kur’an araştırmacıları tarafından kullanılmıştır. Daha sonra arap dünyasındaki İran ve diğer ülkelerdeki müslümanlar, bu kavramı onlardan iktibas et­mişlerdir. Kur’an Tarihi isminde birçok eserler vardır. Bu eserlerin en eski ve belki de en araştırıcı özelliğe sahip olanlarından birisi, ünlü Alman İslambilimcisi Noldeke’nin “Kur’an Tarihi” eseridir. Elinizdeki kitapta “Kur’an Araştırmaları eserlerinin tanıtımı” bö­lümünde bu tarihlerle ilgili olarak daha geniş bir bilgi vereceğiz.

Kur’an Tarihi tabiri isimlendirme açısından ye­nidir fakat mefhum ve misdak açısından eskidir. Kur’an’ın cem’, tedvin ve kitaplaşmasıyla ilgili cüz’iyatları ihtiva eden en önemli ve ilk kaynak Ne­bevi hadislerdir. Hepsinden daha önemlisi de Müslim ve Buhari’nin Sahihayn’ında ve Hakim-i Nisaburi’nin Müstedrek’inde gelmiş olan hadisler olsa gerek. Bu tür hadis ve haberler Şia yoluyla da rivayet edilmiştir. Bunların en mufassal ve en muteber (en eski değil) kaynaklarından birisi, Allame Meclisi’nin Biharu’l-Envar’ıdır.[60]

Hakim-i Nisaburi Müstedrek’inde şöyle söy­lemiştir: Kur’an’ın cem’ ve tedvini üç merhaleye sa­hiptir:

a- Hz. Resul dönemi,

b- Ebubekir dönemi,

c- Osman dönemi.

Vahyin nüzulü ve Peygamber (s.a.v)’in hayatı za­manı boyunca Kur’an, yazılı fakat gayri kitabi bir şe­kilde idi, yani sayfa sayfa halindeydi. Daha önce de işaret edildiği gibi son derece ilkel yazı araçlarıyla, deri parçaları, hurma ağacı kabukları, hayvan ke­mikleri, temiz ve düzgün taş parçaları, ipek ve kumaş parçaları gibi ve bazen de birazcık kağıt parçaları üze­rine yazılmıştı. Bu konumda önemli olan nokta ise sa­habeden birçoğunun Kur’an’ı hıfzetmiş olmalarıydı ve hatta onlardan bazısının kendine has ve kendi yaz­dıkları mushafları vardı. Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Mes’ud, Zeyd b. Sabit gibilerinin kendilerine has mushafları vardı. Bu merhalede, Kur’an sureleri tamdı ve hatta isimleri vardı. Fakat Resulullah (s.a.v)’ın hayatının sonuna dek, kitap şeklinde bir mecmua ve ıstılahı olarak “Mecmu’u beynu deffeteyn” değildi.

Peygamber (s.a.v)’i, Kur’anı son şekliyle toplamaktan ve kitap haline getirmekten alıkoyan sebebler vardı. Bu sebeplerin en önemlilerinden ikisi şuydu:

1- Vahiy ka­pısı henüz açıktı ve vahyin her tarafından ayetler nazil oluyordu ki, Resulullah (s.a.v) vahiy katiplerine “Bu ayet veya ayetleri falan sureye, falan ayet ile falan ayetin arasına yerleştiriniz.” dediği oluyordu. Bu da kendi irade ve isteği ile değil, aksine vahyin yol göstericiliği ve Cebrail’in işareti ile oluyordu. Onlar da Allah’ın huzurundan bu işaretleri ve yolları Kur’an’ın son şeklini alması için nazil ediyorlardı.

2- Diğeri de, Peygamber (s.a.v), her zaman Kur’an hü­kümlerinden bazılarının neshedilme veya onlardan bir kısmının tilavetinin neshedilme ihtimalini ta­şıyordu. Bundan dolayı vahiy sona ermedikçe tedvin ve mushaflaştırma imkanı yoktu. Kimileri de Kur’an’ın Resulullah (s.a.v) döneminde cem’inden maksad onun hıfzının gönüllerde olması inancındaydılar. Şu önemli noktayı da göz önünde bulundurmak ge­rekir ki, Resulullah (s.a.v) dönemindeki cem’e ıstılahi ola­rak te’lif denilmektedir.

Vahyin nüzulü süresi ve Kur’an’ın kitabeti sü­resince Peygamber-i Ekrem (s.a.v) katiplerin kitabetinde ve nüshalaştırmasında, hafızların hıfzetmesinde, ka­rilerin kıraatinde her yönüyle nezaret ediyordu ve hiçbir talim ve teşvikten geri kalmıyordu. Kur’an ha­fızlarının ve katiplerinin sayısı çoktu. Böyle büyük bir himmet ve hareketin sonucu şu idi ki, Kur’an Resulün rıhleti esnasında (Hicri onbirinci yılda) tamamen te’lif edilmiş, toplanmış ve kitab haline getirilmişti ve Kur’an mecmuundan ve mecmu-i Kur’an’dan birden fazla nüsha mevcuttu.

Ebubekir döneminde Ridde, yani irtidat savaşları meydana geldi ve arab kabilelerinden bazıları İslamdan döndüler. Ebubekir, yumuşak ve ko­laylaştırıcı bir şahsiyet olmasına rağmen bu isyanların tehlikesini ve önemini tehlikeli ve istılahı anlamda zıdd-i inkılabi olarak algıladı ve onları bastırmak için çok sert bir şekilde ihtimam gösterdi ve Ridde ehline ilave olarak nübüvvet iddiasında bulunanları, yani Müseylemetü’l-Kezzab gibi yalancı Peygamberleri de altetti. Bu savaşlardan Yemame vakıası olarak maruf olan bir savaşta, Kur’an hafızlarının büyük bir kısmı (rivayetlere göre yetmiş hatta daha fazla kişi) şehid edildi. Bu olay, yeni olan İslam toplumunun rükünlerine büyük bir darbe indirdi ve müslümanları derinden sarstı. Kur’an’ın geleceğinden endişe duyan bazı kimseler, Ömer’e gittiler ve acilen bir çare bul­mak için onu kendilerine temsilci olarak seçtiler. Ömer, Ebubekir’e gitti ve dönemin halifesi olan Ebubekir, Ömer’in önerisiyle Kur’an’ın bir an evvel cem’ ve tedvin edilmesi gerektiğini kabul etti. Bu iş için de en çalışkan, en genç vahiy katibi, Kur’an hafızı olan kendine has bir mushafa sahip olan Zeyd b. Sabiti görevlendirdiler. Zeyd’in seçilmesinin sebebi, genç ol­makla beraber şu nokta olsa gerekir: En son arzda -yani   Peygamber (s.a.v)’in Cebrail’le birlikte son defa Kur’an’ı okudukları ve karşılaştırdıkları zaman- ka­tiplik yapmıştı. Zeyd, tüm yazılmış bulunan Kur’an parçalarını topladı ve her bir Kur’an ayetini, onlarca hafız, onlarca yazı ona uygun ve doğrulayıcı da olsa en az iki şahidin (birisi katip, birisi de hafız) kabul et­mesi şartıyla kabul ediyordu.

Zeyd’in cem’ ve tedvin ettiği Kur’an, daha önce olduğu gibi sahifelerden müteşekkildi ve mushaf şek­linde değildi. Sonunda onu bir heybeye koyup birini onu korumak ve muhafaza etmekle görevlendirdiler. Bu toplama, 14 ay ve en az Ebubekir’in hicri 13. yılda vefatına kadar sürdü. Bu nüsha, Ebubekir’in vasiyeti üzerine Ömer’e teslim edildi. Ömer’den sonra da O’nun vasiyeti üzerine kızı Hafsa’ya -Resulullah (s.a.v)’ın eşi- teslim edildi. [61]

Osman Dönemindeki Cem’

Osman, K. 24. yılda Ömer’in veliahtı olarak ve ondan sonra hilafet makamına geldi. Onun za­manında müslümanların eşsiz güzel fetihleri ve Kur’an’ın -henüz son şeklini bulmamış ve mushaf ha­line getirilmemiş Kur’an- yeni kazanılmış topraklara gitmesi, Kur’an’ın kıraatında ve kelimelerinin te­laffuzunda bir çok sorunlar meydana getiriyordu. Bu, Osman için yeni tehlike çanlarının sesiydi. Resulullah (s.a.v)’ın ve kendinden önceki iki halifenin yarım kalmış işini tamamlaması, Kur’an ve İslam toplumunu par­çalanmışlık tehlikesinden bir an evvel kurtarması ge­rekiyordu. O, derhal Zeyd b. Sabit, Said b. As, Ab­dullah b. Zübeyr ve Abdurrahman b. Haris’ten oluşan bir kurul oluşturdu. Bu kurul, Kureyş ve Ensardan oluşan oniki kişilik bir heyetin (Zira Hz. Ali, onların işine nezaret ve gözcülük etti, onları açık ve güzel bir şekilde yazmağa teşvik etti) yardımıyla nihai nüshayı oluşturmayı başlattı. İlk yaptıkları iş, Peygamber (s.a.v) zamanındaki tüm yazmaları toplamak oldu. Daha sonra da Hafsa’nın yanında muhafaza edilen Zeyd b. Sabit’in Ebubekir döneminde yazdığı nüshayı da emanet aldılar. Karâr şu yöndeydi ki, Zeyd ile birlikte yazmış olanlanlardan üç kişi, bir kelimenin ya­zılmasında ihtilaf ederlerse bu takdirde onu Kureyş lehçesiyle yazacaklardı. Bu düzenle nihai metnin ted­vin işi Resulullah (s.a.v)’dan geriye kalmış sahifeler ve özel nüshalar, bu cümleden olmak üzere, Hafsa’nın yanında muhafaza edilen ve Zeyd’in kendi nüshası gibi kaynaklara uygun olarak ayrıca hafızların hıfzına ve şahidlerin şehadetinin de desteğiyle hız kazandı ve böylece “İmam Mushafı” yani “Osman Mushafı” olarak bilinen örnek, resmi ve nihai mushaf, dört-beş yıl  zarfında Hk. 24. yıldan Hk. 30. yılın ilk dönemlerine kadar tamamlanmış oldu ve onun üze­rinden beş veya altı nüsha daha çoğaltıldı. İki nüsha Mekke ve Medine’de bırakıldı ve diğer üç veya dört nüsha da her biri Kur’an’ı güzel okuyacak ve güzel öğretecek özelliğe sahip bir Kur’an hafızı eşliğinde İslam dünyasının önemli merkezlerine, yani Basra, Küfe, Şam ve Bahreyn’e gönderildi. Daha sonra Osman, üzerlerinde Kur’an ayetleri yazılmış olan her türlü malzeme, kağıt, deri parçası, ağaç kabuğu, kumaş, ipek parçası, taş, kemik vb. yazılı belgenin ay­rıca sahabenin nihai nüshayı oluşturmak, cem’ ve ted­vinde kullanmak için verdikleri tüm belgelerin her ne varsa su ve sirkeyle yıkayıp yokedilmesini emretti. Bu noktada bazı araştırmacılar demişlerdir ki, tar­tışma ve ihtilaf konularının tamamen ortadan kalk­ması için ve ıstılahı olarak “Tevhid-i Nas” (Mushafın tekleştirilmesi/imam mushafı/Osman mushafı)’nın ortaya çıkması için bu parekende bir halde bulunan eserleri yaktılar veya başka bir şekilde yokettiler. Bu mushaf, Kufi hattıyla ve noktasız bir şekildeydi. Nerde kaldı ki i’rab, hareke ve harflerin yapısı olsun. Bundan bir-iki asır sonraki dönem süresince o mushaftan çoğaltılan mushaflarda nokta ve işaretler (ha­reke) ortaya çıktı. [62]

Emire’l-mü’minin Ali B. Ebi Talib’in Mushafı Konusu

Hz. Ali’nin kendisi için ve bir rivayete göre, Resulullah (s.a.v)’in imlası ve Ali’nin kendi el yazısıyla yaz­mış olduğu bir Kur’an mushafının olduğu konusunda Ehl-i sünnet ve Şia tarihçileri ve Kur’an araş­tırmacıları arasında görüşbirliği olduğu kesindir. İbn-i Sa’d’ın “Tabakaf’ı, Tarih-i Yakubi ve İbn-i Nedim’in “el-Fihrist”i bu konuda geniş açıklamalarda bu­lunmaktadırlar. İbn-i Nedim, o nüshayı gördüğüne şehadet etmektedir.[63] Bu son dönemlerde de “Milel ve Nihel” eserinin sahibi Abdulkerim Şehristani’nin “Mefatihu’l-Esrar ve Mesabihu’l-Ebrar” isimli önemli tefsiri, bu mushafa yönelik çok önemli bilgiler içermektedir. Bu eserde, “O’nun mushafının metin ve haşiyeye sahip olduğu söyleniyor.” diye yazılmaktadır. Hz. Ali’nin mus­hafının özelliklerinden birisi de Şeyh Müfid’in ve başka araştırmacıların da deyimiyle, içinde Kur’an ayetlerinin anlamının te’vilinin de var olmasıdır. Bir diğer özellik de onda mensuhun nasıhın önünde ol­masıdır. Büyük bir ihtimalle imam mushafını cem’ ve tedvin kurulunun Osman döneminde Hz. Ali mus­hafı nüshasını kabul etmemelerinin sebebi, onun ta­şımış olduğu tedvini farklılıklar ve tefsiri eklerdir. Ni­tekim kimi araştırmacılara göre, hatta münafıklardan birçok kimsenin ismi de onun haşiyelerinde zik­redilmiştir. Bundan dolayı bu mushaf diğer mushaflardan ve ayrıca dağınık kaynaklardan veya on­ların tümünden farklı olduğu ve surelerin tertibi de nüzul sırasına göre olduğu için sonuçta çoğunluğun tarafı tutulmuş ve bu eşsiz mushaf kabul edil­memiştir. Hz. Ali, başlangıçta bu gayri samimi dav­ranıştan rahatsız olmuş ve “Bundan böyle kesinlikle onu görmeyeceksiniz.” demişlerdir. Her biri Kufi hat­tıyla yazılmış ve “Kütübühu Ali b. Ebi Talib” imzalı mushafından bir nüshanın İran ve dünyanın muhtelif kütüphanelerinde bulunduğuna işaret eden ef­sanelerin tersine, bu mushafın kaderine yönelik açık tarihi bir bilgi elde mevcut değildir. Bazı haberler de bu mushafın Hz. Mehdi’nin yanında korunduğunu göstermektedir. Önemli olan nokta şudur: Hz Ali, ke­sinlikle İslam maslahatı hilafına tek başına hareket et­meği kesinlikle caiz görmemiştir ve genellikle kendi hakkını alma noktasında direnmemişlerdir. Kendileri, İmam Mushafı (Osman Mushafı)’nı cem’ ve tedvin kurulunun işinin doğru, dikkatli ve iyi gittiğini gö­rünce kendi mushafmı gizlemiş ve Osman mushafını tamamen şaibesiz olduğu en doğru ve en sarih ol­duğu şeklinde te’yid etmiş ve şöyle demişlerdir: “Şayet ben de (resmi bir tek mushafın tehiyye ve ted­vini için) görevlendirilmiş olsaydım Mushaf ko­nusunda Osman’ın yaptığının aynısı yapardım.”

Bizim Şia mezhebimize mensub olan hızlılardan birinin ne yazık ki Kur’an’ın tahrif edildiğini iddia et­mesi, yani Merhum Mirza Hüseyin Muhaddis Nuri’nin “Faslu’l-Hitab”ın dördüncü delilin dip­notunda; “…ve o Hz. Mehdi’nin yanındadır, zu­hurundan sonra onu insanlara gösterecek ve ken­dilerine onu okumayı emredecek ve o, bu Kur’an’a muhaliftir. Hem te’lif açısından, hem surelerin ve ayetlerin tertibi açısından ve hem de kelimeler, faz­lalık ve eksiklik açısından bu Kur’an’dan farklıdır…” demesi araştırmaktan çok taassuptan ileri gel­mektedir. Merhum Ayetullah Hoy, bu şüpheye kar­şılık şu cevabı vermektedir: “Böyle bir mushaf mev­cuttu. Ve mevcud Kur’an’a (Osman Mushafı) nisbetle bazı fazlalıklara sahipti. Fakat o fazlalığın Kur’an’ın bir cüz’ü (parçası) olduğunu gösterecek bir delil elde mevcut değildir. Gerçek şudur ki o fazlalık, tefsire da­irdir.”[64]

[56] Alak: 96/1-5.

[57] Kadir: 97/1.

[58] Furkan: 25/32.

[59] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 57-61.

[60] (92 v e 93 ciltler).

[61] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 61-64.

[62] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 65-66.

[63] el-Fihrist, s. 30.

[64] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 66-68.

AdminPost author

Merkez-i Delil

Cevabı iptal etmek için tıklayın.

You must be logged in to post a comment.

Takvim

Şubat 2023
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728  
« May    

Add some widgets to this area!

Ulumulislam.com 2022 Sanal Medrese

WhatsApp ile görüşelim