1- Yükümlünün Fiili Olmayan Sebebler (Alametler):
2- YükümlününFiili Olan Sebebler (Alametler):
A- Yükümlünün Yapması istenen Sebebler:
B- Yükümlünün Yapmaması istenen Sebebler:
C- Yükümlünün Yapıp Yapmamada Serbest Olduğu Sebebler:
2- Müsebbebi Tamamlayan Şartlar:
3- Teklifi Hükümlere Ait Olan Şartlar:
4- Vazi Hükümlerin Gerçekleşmesi İçin Aranan Şartlar:
1- Şer’an Var Olan Şartlar (Şer’i Şartlar)
2. Tarafların Koydukları Şartlar;
a. Akdin Varlığı ile İlgili Olan Şartlar:
b. Akidden Doğan Yükümlülükleri Artıran veya Kuvvetlendiren Şartlar.
Aklın Îyi Veya Kötü Görmesi Meselesi:
Mutezilenin Bu Görüşünden Doğan Sonuç;
2. İmam Maturidinin ve Hanefilerin Görüşü:
3. Eşarilerin ve Cumhur Ulemanın Görüşü:
VAZ’İ HÜKÜMLER
Vaz’i hükümler, Allah Teala’nın teklifi hükümleri bağladığı bir kısım kayıt ve şartlardır.
Şer’î hükümlerin yerine getirilmesi için bunları gerektiren sebeblerin bulunması, kendilerinde aranan şartların tahakkuk etmesi ve bunları engelleyecek manilerin ortadan kalkması gerekir. Mesela yükümlünün kılmış olduğu bir farz namazının sahih olması için namazın sebebi sayılan vaktin girmesi, sıhhatinin şartı olan abdestin alınmış olması ve sıhhatini engelleyen delilik gibi bir maninin bulunmaması gerekir.
Vaz’i Hükmün Kısımları:
Vaz’i hükümler, sebebler, şartlar ve engeller diye üç kısma ayrılmaktadır:
1- Sebeb (Alamet)
Tarifi: Cumhur ulemaya göre sebeb, şeriatı koyan Allah Teala’nın hükmün varlığını gösteren bir nişane kıldığı açık ve net alamettir. Tariften de anlaşıldığı gibi, Allah Teala’nın tayin ettiği sebeb, hükmün sebebi sayılır. Kulların hükme sebeb tayin etme yetkileri yoktur. Zira insanların yükümlü oldukları hükümleri koyan Allah’tır. Bu hükümlerin sebeblerini de ancak O, tayin eder. Mesela namazın farz olması İçin, vaktin girmesinin sebeb olduğunu o beyan etmiştir. Görüldüğü gibi sebeb, hükmü meydana getiren bir etken, bir faktör değil, sadece hükmü gösteren bir alamet ve bir nişanedir. Zira asıl sebeb yüce Mevla’nın emridir.
Sebebin Kısımları: Sebebîer başlıca iki kısma ayrılmaktadır:
1- Yükümlünün Fiili Olmayan Sebebler (Alametler):
Bu tür sebeblerin meydana gelmesinde kulun her hangi bir katkısı yoktur. Mesela Allah Teala, vaktin girmesini, namazın farziyetini gösteren; zaruret halini, leşten yemenin mubah olduğunu belirten ve ölümü mirasın varislere İntikal ettiğine delalet eden birer sebeb saymıştır. Kulun bunların gerçekleşmesinde hiçbir katkısı yoktur.
2- YükümlününFiili Olan Sebebler (Alametler):
Bu türden olan sebebler, kulun yapmış olduğu iş ve hareketlerden meydana gelir. Mesela; Allah Teala kulun yolculuk yapmasını, ramazanda orucu yemeye ruhsat sağlayan bir sebeb, keza ahş-veriş yapmasını, satılan malın el değiştirmesine bir sebeb .saymıştır. Yine kulun evlenmesi, tarafların birbirlerine helal olmasını ve onlardan doğacak çocukların soyunun belli olmasını gösteren bir sebebtir.
Bu kısımdan olan sebebler kendi aralarında üç kısma ayrılmaktadır:
A- Yükümlünün Yapması istenen Sebebler:
Kul, bunları yapmakla mükelleftir. Yapmadığı taktirde sorumlu olur. Mesela evlenme imkanı bulunan ve evlenmediği taktirde zina işleyeceğinden korkan bir müslümanın evlenmesi gereklidir. Aksi taktirde günahkâr olur. Yükümlü bu türden olan sebebleri yaparsa bunlardan doğacak olan neticeler onun için bir haktır.
B- Yükümlünün Yapmaması istenen Sebebler:
Kulun bunları yapması yasaktır. Yaptığı taktirde sorumlu olur. Mesela; haksız yere bir insanı öldürmek, kısasa sebebtîr. Hırsızlık yapmak elin kesilmesine bir sebebtir. Zina etmek, recmedilmeye veya celdedilmeye bir sebebtir. Başkasına ait olan malı telef etmek, onu ödemeye bir sebebtir. Kul bunları yapmamalıdır. Yaptığı taktirde bunlardan doğacak olan sonuçlardan sorumludur.
C- Yükümlünün Yapıp Yapmamada Serbest Olduğu Sebebler:
Kul, dilerse bunları yapar, dilerse yapmaz. Yükümlü bunları yaparsa, bunlardan doğan sonuçları hak etmiş olur. Mesela; ahş-veriş yapmak, birşe-yi kiraya vermek, bir hayvanı şer’i usûllere göre kesmek, bunlardan doğan neticelere birer sebebtir. Her ne kadar kul bu sebebleri yapıp yapmamada serbest ise de bu sebeblerden doğacak olan sonuçları kabullenip kabullenmemede her zaman serbest değildir. Mesela kişi evlenmekte serbesttir. Fakat evlenmenin sebeb olduğu mihrİ verip vermemede serbest değildir. Ödemek zorundadır. Görüldüğü gibi yükümlünün fiili olan sebebler bir yönüyle teklifi hükümlere, diğer yönüyle de vaz’i hükümlere girmektedir.
Bunlar, yükümlünün gücü İle meydana gelmeleri ve neticede ona bir kısım menfaatler veya zararlar doğurmaları yönüyle teklifi fiillere girmektedirler. Fakat bunlar işlendikleri taktirde başka hükümlerin doğmasına sebeb olmaları bakımından da vaz’i hükümlere girmektedirler. Mesela evlenmek, eşlerin birbirlerine mirasçı olma hükmünü doğurur ve buna sebeb olur.
Sebebin Hükümleri:
a. Sebebler gerçekleştiği taktirde, Allah Teala’nın bunlara bağladığı neticeler de doğar. Bu sebebleri gerçekleştiren kul, neticenin doğmasını isteme-sede… Zira sebeblerden doğacak olan hükümleri tayin eden Allah’tır. Kulun bunları bertaraf etme yetkisi yoktur. Mesela, evlenen insan istemese de evlilikten doğan hükümler tahakkuk eder. Bu kişinin mehir vermesi, İntakta bulunması gerekir. Keza Ölen insan ve mirasçıları istemeseler de ölenin malı mirasçılarına İntikal eder. Zira ölüm mirasın gerçekleşmesine bir sebebtir. Allah Teala bunu böyle yapmıştır.
b. Fıkıh alimleri “sebeblerden doğan neticeleri Allah tayin eder” esasına dayanarak sözleşmelerin gerektirdiği hususların ve sonuçların da Allah Teala tarafından tayin edildiği kararına varmışlar ve “sözleşmeler de kendilerinden meydana gelecek neticelerin sebebleridir” demişlerdir.[1] İşte bu nedenledir ki sözleşme yapan taraflardan her hangi biri, Allah Tealanın akdin gereği saydığı her hangi bir hususa ters düşen bir şartı ileri süremezler. Mesela bir malı satan kişi, sattığı eşyadan alıcının belli durumlarda faydalanamayacağını şart koşamaz.
c. Sebeblerin gerçekleşmesiyle bunlara bağlanan hükümlerin de (müsebbibin de) gerçekleşebilmesi için bu hükümlerin şartlarının da tahakkuk etmesi ve engellerinin bulunmaması gerekir. Aksi taktirde sebebin bulunmasına rağmen ona bağlı olan teklifi hüküm gerçekleşmiş olamaz. Mesela miras bırakan kişi ölür de mirasçının hayatta olduğu bilinmezse veya hayatta olduğu halde İslâm dininden çıktığı öğrenilmiş olur ise, tereke mirasçıya intikal etmez. Zira mirasın intikali için mirasçının sağ olması şarttır ve İslâm’dan çıkması da bunun intikaline bir engeldir.
d. Sebeble illet arasındaki fark: Sebeb ve İllet, hükmün varlığını gösteren bîr alamet olma yönünden aynıdır. İler hangi bir farkları yoktur. Mesela; sarhoş etme illeti, içki İçme haramının işlenİİdiğine dair bir alamettir. Namaz vaktinin girmesi, namazın farz olduğunu gösteren bir alamettir.
Bir kısım fıkıh usulü alimleri, sebeble illet arasında her hangi bir fark olmadığını söylerken diğer bir kısmı bunların gerçekte farklı olduklarını söylemişlerdir.
Bunlara göre sebeb, hükümle kendisi arasında her hangi bir münasebet bulunmayan alamettir. Vakitle namaz gibi. İllet ise, kendi İle hüküm arasında münasebet bulunan bir alamettir. Sarhoş etmekle haramhk gibi. Bunlar, yolculuğu, ramazanda oruç yemenin sebebi değil illeti saymışlardır. Zira yolculukla orucu yeme arasında bir münasebet vardır, zira yolculuk zorluğu ifade eder. Zorlukta orucu vemek daha münasiptir.
Bazı usulcüler de sebebi, hükme müna.sib olan sebeb ve hükme müna–sib olmayan sebeb şeklînde ikiye ayırarak İni İhtilafı ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Bunlara göre sebeb, geniş kapsamlıdır. Hükümle İrtibatlandırılana da, onunla bağlantı kurulamayana da denir. İllet İse daha dar kapsamlıdır. Sebebin sadece hükümle bağlantı kurulanına denilir.
2- Şart
Tarifi: Şart, hükmün bulunması kendisinin bulunmasına bağlı olan husustur. Yani hükmün bulunması, şartın bulunmasına bağlıdır. Bu nedenle şartın yokluğu halinde hüküm de bulunamaz. Fakat şartın varlığı halinde hükmün de mutlaka bulunması gerekmez. Mesela abdest almak namazın sıhhati için bir şarttır. Abdestsiz namaz olamaz. Fakat abdestli olmak mutlaka namaz kılmayı gerektirmez. (Meşrutun bulunması için şartın bulunması gerekir. Fakat her şartın bulunduğu yerde meşrutun bulunması gerekmez)[2]
Şartların kısımları: Şartlar, sebebi tamamlayan şartlar, müsebbibi tamamlayan şartlar, teklifi hükümlere ait olan şartlar ve vaz’i hükümlere ait olan şartlar diye başlıca dört kısma ayrılmaktadır:
1- Sebebi Tamamlayan Şartlar:
Bunlar, hükmün sebebini güçlendirmek İçin gerekli kılınan şartlardır. Zekat verilecek malın üzerinden bir yıl geçmesi şartı, hırsızlık yapanın kolunu kesmek için çalınan malın muhafaza edilmiş bir mal olması şartı bu türden olan şartlara misaldir. Şöyle ki zekatın farz olmasının asıl sebebi, kişinin elinde nisab miktarı (yeter sayıda) malın bulunmasıdır. Bu kadar malın varlığı, zenginliği tam olarak ölçemediğinden bu malın yükümlünün elinde bir yıl boyunca kalmış olması şart koşulmuş ve hükmün sebebi güçlendirilmiştir. (Nİsab miktarı + bir yıl). Keza, hırsızlık cezasının uygulanmasının asıl sebebi, hırsızlık yapmaktır. Fakat hırsızlık etme sebebi kuvvetlendirilerek çalınan malın benzeri mallarda gösterildiği kadar muhafaza edilmiş olması şartı koşulmuş ve böylece sebeb güçlendirilmiştir.
2- Müsebbebi Tamamlayan Şartlar:
Bunlar ise, sebebden doğan hükmü kuvvetlendirmek İçin gerekli kılman şartlardır. Mesela vaktin girmesi, namazın farz olmasına sebeb olur. Namaz ise, müsebbebtir. Namazda avret mahallinin kapalı olması, abdestli olmak, kıbleye yönelmek gibi şartlar aranmaktadır. İşte bu şartlar, müsebbebi (sebebden doğan hükmü yani örneğimizde namazı) kuvvetlendiren şartlardır. Zira namazın gerçek mahiyeti “Allah’ın azameti ve lütfü karşısında kulun tam bir vakar ve kuşuyla boyun eğmesidir.” Namaz kılarken aranan bu şartların namazın Özünü kuvvetlendirdikleri şüphesizdir.[3]
3- Teklifi Hükümlere Ait Olan Şartlar:
Bunlar, teklifi hükümlerin gerçekleşmesi için aranan şartlardı. Mesela namazın sahih olması için abdestli olma şartı, zina edeni recmetmek için onun evlenmiş olması şartı bu türden olan şartlardandır.
4- Vazi Hükümlerin Gerçekleşmesi İçin Aranan Şartlar:
Mesela öldürmede “kasdm” bulunması kısasın uygulanması için bir şarttır. Öldürme olayı kısas hükmünün sebebidir ve vaz’i bir hükümdür. Bu vaz’i hükmün şartı vardır. O da kasdm olmasıdır. (Öldürme = sebeb, kasıt = sebebin şartı, kısas = hüküm)
Başka bir yönden şartlar iki kısma ayrılmaktadır:
Seran var sayılan şartlar, sonradan konulan şartlar
1- Şer’an Var Olan Şartlar (Şer’i Şartlar)
Bunlar, şeriatı gönderen yüce Mevla tarafından konan sebeb veya müseb–bebin gerçekleşmesi için gerekli oian şartlardır. Sebebte bulanması gereken
şarta misal: Sancının saltığı malı alıcıya lesİim etme gücünde olması şartı, müsebbebte (hükümde) bulunması gereken şarta misal ise miras bırakanın ölümü anında mirasçının hayatta olması şartıdır. Zira bir malı satmak, o malın mülkiyetinin satın alana geçmesine bir .sebebtir. Ancak bu sebebin meydana gelmesi için satıcının sattığı malı alıcıya teslim etme gücünde olması şart koşulmuştur. Bu nedenle denizdeki bir balığı veya gökte uçan bir kuşu satmak caiz görülmemiştir. Keza miras bırakanın ölmesi, geride bıraktığı malın mülkiyetinin mirasçılara intikal etmesine bir sebebtir. Ancak bu mülkiyetin İntikali İçin mirasçının hayatta olması şarttır.
2. Tarafların Koydukları Şartlar;
Bunlar, şeriatı gönderen yüce Mevlanın gerekli kılmadığı ve akid yapan tarafları serbest bıraktığı şartlardır. Evlenme akdinde mihrin bir kısmını peşin ödemeyi şart koşmak bu türden olan şartlardandır. Bunlar da kendi aralarında iki kısma ayrılmaktadırlar.
a. Akdin Varlığı ile İlgili Olan Şartlar:
Bunlar, sebebi tamamlayan şartlardır. Kefilin devreye girmesi İçin borçlunun taahhüdünü yerine getirmekten aciz olmasını şart koşmak bu türden oian şartlardandır.
Kefil gösterme sözleşmesi, alacağın tahakkuku için bir sebebdir. Borçlunun taahhüdünü yerine getirmekten aciz kalması şartı, bu sebebi güçlendirmektedir. Zira kefilin tam fonksiyonu ancak bu durumda ortaya çıkar. Borçlunun borcunu ödeme gücünde olması halinde İse, kefile ihtiyaç yoktur. Taraflar böyle bir şartı koşmakta serbesttir.
b. Akidden Doğan Yükümlülükleri Artıran veya Kuvvetlendiren Şartlar.
Bunlar ise müsebbebi (sebebden doğan hükmü) tamamlayan şartlardandır. Alış-veriş yapmak için alıcıdan parayı ödemesine dair veya satıcıdan satılan malı teslim etmesine dair kefil göstermesini şart koşmak, bu tür şartlardandır. Bir malı satmak, o malın mülkiyetinin alıcıya intikal etmesi için bir sebebtir. Mülkiyetin intikali ise sebebden doğan bir hükümdür. Kefil göstermeyi şart koşmak, malın mülkiyetinin intikalini güçlendirdiği için müsebbebi tamamlayan bir şarttır.
Taraflar, bu türden olan şartlan koşmakta da serbesttirler. Ancak bu serbestlik mutlak manada değildir. Bir kısım kayıt ve şartlara bağlıdır. Fıkıh alimlerinin bazıları bu türden olan şartların serbest olma sahasını geniş tutmuşlar, diğerleri ise daraltmışlardır. Konu fıkıh kitaplarında detaylı olarak anlatılmaktadır.
3- Mâni (Engel)
Tarifi: Sebeb veya hükümden kastedilen gayeye ters düşen şer’i bir husustur. Başka bir ifade İle hükmün sebebine veya kendisine zıt olan başka bîr sebebtir. Mesela:
Zekat verecek kadar malı olan kişinin, nisab miktarını (yeterli sayıda olan malını) yetersiz kılacak kadar borcu bulunması gibi. Zekat vermenin sebebi, nisab miktarında bir mala sahip olmaktır. Bu miktarı yetersiz kılacak kadar borcun olması sebebin varlığını engelleyen bir mânidir.
Mâni’nin kısımları: Mâni, sebebe mâni veya müsebbebe mâni olmak üzere başlıca iki kısma ayrılmaktadır:
1. Sebebi Etkileyen Mâni:
Bu tür bir mâninin varlığı halinde sebebin hikmeti ortadan kalkmış olur ve sebeb hükmün sebebi olmaktan çıkar. Bu türden olan mânilere misal olarak mirasçının dininden çıkması veya miras bırakanı öldürmesi ve zekat vermekle yükümlü olanın, nisab miktarını yetersiz kılacak kadar borçlu olması zikredilmektedir. Zira mirasçı olmanın sebebi, miras bırakanın ölmesi ve miras bırakanla mirasçı arasında akrabalık bağının bulunmasıdır. Bu bağın gereği olarak mirası bırakanın mirasçının yaşantısını devam ettirmeye yardımcı olması ve mirasçının da miras bırakana karşı samimi olması ve dostluğunu devam ettirmesi gerekir. Miras bırakanı öldürmek veya onun dininden çıkmak ise, akrabalık bağını koparıp, mirasçının miras bırakana karşı samimi olmadığını aralarındaki dostluğu devam ettirmediğini gösterir ve mirasm buna intikaline engel olur.
2. Hükmü Etkileyen Mâni:
Bu türden bir mâninin bulunması sebebin varlığına engel olmaz. Ancak sebebten doğan hükmün gerçekleşmesine engel olur. Buna misal olarak kısasın uygulanmasına engel olan şüphe ve babalıktır. Bir müslüman, haksız yere kanı helal olmayan birini öldürecek olursa, öldürene kısas uygulanır. Ancak baba oğlunu öldürür ise, veya öldürülen kişi Öldürücü olmayan bir aletle öldürür ise, bunlara kısas uygulanmaz. Diğer cezalar uygulanır.
Burada, hükmün sebebi mevcuttur. O da haksız yere bir cana kıymaktır. Sebebe engel olan her hangi bir mâni yoktur. Bu sebebin belirttiği hüküm ise, kısası uygulamaktır. Ancak buna engel olan babalık veya şüphe manileri bulunmaktadır. Bu nedenle hüküm gerçekleştirilemez ve kısas uygulanamaz.
Babanın oğlunu öldürmesi halinde, babaya kısas uygulanamayacağı hakkında Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Evlat karşılığında babaya kısas yapılmaz.”[4] Keza şüphe bulununca cezaların düşürülmesine dair de Resulullah şöyle buyuruyor: “Sır çıkar yol bulduğunuz müddetçe cezaları düşürün”[5] Diğer bir rivayette: “Sizin için mümkün olduğu ölçüde müslümanlardan cezaları düşürün. Eğer suçlu için bir çıkar yol varsa, onu serbest bırakın. Zira halifenin affetmede hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha hayırlıdır”[6] buyurmuştur.
Hükme engel olan mâniler kendi aralarında üç kısma ayrılmaktadırlar. Bunlar da;
a. Teklifi hükümlerle birlikte bulunmaları imkansız olan mâniler. Bunlar kişinin yükümlülüğünü düşüren mânilerdir. Küçük olmak, bayılmak ve delirmek bu mânilere misaldir.
Bu hususta Hz. Ali’den Resulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır (Bunlar yaptıklarından sorumlu değillerdir): Aklı başına gelinceye kadar deliden, ergenlik çağına erişinceye kadar çocuktan ve uyanıncaya kadar uyuyandan.”[7]
b. Teklifi hükümlerle birlikte bulunmaları düşünülebilen ancak varlıklarıyla hükmü kaldıran mâniler. Bunlara misal oarak kadının lıayiz görmesi, ni–fas halinde bulunması zikredilmektedir. Bu hallerde bulunan kadından yükümlülük düşmez. Ancak bu haller, namazın kılınmasına, camilere girilmesine, Kur’an’m okunmasına engel olurlar.
c. Teklifi hükümleri düşürmeyen, ancak teklifi hükümlerin gerekliliğini ortadan kaldırıp onları seçenekli hükümler haline getiren mâniler. Cuma namazını kılma hususunda hasta olmak, kadın olmak bu tür mânilerdendir. Hastalık ve kadınlık cuma namazının kılınmasına engel değillerdir. Fakat bunlar cuma namazının gerekliliğini ortadan kaldırır ve bu durumda olan kişilere cumayı kılıp kılmama hususunda serbestlik getirir.
Hükümlerin Sahih, Fas id ve Batıl Olması:
Ahkâm-ı seriye ile ilgili olan meselelerden biri de hükümlerin sahih, fa-sid veya batıl’olması meselesidir. Gerek teklifi hükümler, gerekse vazi hükümler sahih, fasid veya batıl olabilirler. Bu konuları incelemek için hükümleri başlıca iki kısma ayırmak gerekmektedir. Bunlar da ibadetler ve akidler–dir.
1. İbadetler:
ibadetler, sadece sahih olan ibadetler ve sahih olmayan ibadetler diye iki kısma ayrılmaktadır. Sahih olmayan ibadetlerin baul veya fasid olmaları farksızdır. Zira İbadetlerdeki her hangi bir eksiklik onların yerlerine getirilmelerine engel olur. Bu nedenle ibadetlerin tam yapılması gerekmektedir. Mesela namazın sahih olması için namazın bir parçası sayılan ruku’u yapmak gerekli olduğu gibi namazın bir şartı olan abdestîn de tam olarak alınması gereklidir. Abdestİn eksikliğinden doğan fasidlîk namazın kabulüne engel olur.
2. Sözleşmeler: (Akidler)
Cumhur ulemaya göre, akidler de ibadetler gibi ya sahih veya gayri sahih diye yalnız İki kısma ayrılmaktadır. Cumhur ulema, sahih olmayan akid–leri batıl ve fasid diye iki kısma ayırmamışlardır. Bunlara göre, bir akdin sahih olabilmesi İçin, o akdin bütün rükunlarını, şartlarını kapsaması ve sıhhatına engel olacak her hangi bir mani ile karşılaşmaması gereklidir. Bu nedenle bir akdin her hangi bir rüknü veya şanı bulunmazsa yahut sıhhatine engel olacak bir mani bulunursa bu akid sahih değildir. Böyle bir akdi batıl ve fasid şeklinde ikiye ayırmaya ihtiyaç yoktur.
Hanefiler ise. akidleri başlıca sahih ve gayri sahih diye iki kısma ayırdıktan sonra gayri sahihleri de batıl ve fasid diye iki kısma ayırmışlar ve böylece akidleri üç kısımda incelemişlerdir.
a. Sahih akidler: Bunlar, bütün rükün ve şartlarını kapsayan, sıhhatine engel olacak herhangi bir mani ile karşılanmayan akidlerdir.
b. Batıl akidler: Bunlar, temelinde eksiklik bulunan akidlerdir.
Hanefilere göre bir sözleşmenin temelini icab, (teklif) kabul (teklifi kabul) ve akdin konusu (akid yapılan şey) teşkil etmektedir.
Bu itibarla sözleşmenin rükunları sayılan bu üç şeyden her hangisi veya hu rük unlan tamamlayan şartlardan her hangi biri bulunmazsa, akdi meydana getirecek sebeb bulunmamış olur ve akid batıldır. Mesela belli olmayan veya taraflardan birinin kabulünü içermeyen bir akid batıldır. Zira onu meydana getirecek rükünden yoksundur. Keza içki satmak gibi helal olmayan veya gökteki kuşu satmak gibi yerine getirilmesi imkansız olan akidler batıldır. Zira burada akdi durumunu tamamlayan şarta hırda eksiklik vardır. O da akdîn konusunu teşkil eden şeyin helal olması şartı ve teslim edilmesi mümkün olan bir şey olması şartıdır. Burada İşte bu şartlar mevcud değildir.
Batıl Akdin Hükmü:
Bu türden olan akidler, hiç yapılmamış gibidir. Bunlardan her hangi bir sonuç doğmaz. Taraflar böyle bir akdi devam ettirecek olurlarsa, günahkâr olurlar. Mesela bir müslümanın kız kardeşiyle evlenmesi haramdır. Böyle bir evlilik yapılmışsa akid batıldır. Bu akid her hangi bir hukuki sonuç doğurmaz. Kadının nafaka isteme hakkı yoktur. Doğan çocuğun nesebi sahih sayılamaz. Taraflar bir haramı işledikleri için günahkar olurlar. Bunların hemen aralan ayrılır. Sadece kadının, benzederininki kadar mehir alma hakkı doğar.
Fas id Akidler:
Bunlar sıfatlarında eksiklik bulunan akidierdir. Sözleşmeden doğan hükmü tamamlıyan veya bu hükümle ilgili olan şartlardan her hangi biri eksik olursa, akid fasid olur. Mesela abş-verişte satış bedelinin bilinmemesi akdi fasid kılar. Zira satış bedelinin bilinmesi akciin hükmünü tamamlayan bir şarttır. Bunun bulunmaması akdi fasid kılar. Keza vadenin belirtilmemesi de akdi fasid kılar. Zira bu akdin hükmü ile ilgili bir şarttır. Bunun bulunmaması akdi fasit kılar.
Fasid Akdin Hükmü:
Bu türden olan akidler eksik bir şekilde mevcuttur. Aslında bunların bizzat yapılmasıyla her hangi bir sonuç doğmaz. Tarafların yaptıkları bu tür bir akdi bozmaları gerekir. Bozmadıkları taktirde günahkâr olurlar. Taraflar, bütün bunlara rağmen fasid bir akde dayanarak satılan malı müşteriye teslim ederlerse malın mülkiyeti müşteriye intikal eder. Müşterinin malın ittifak edilen fiyatını değil gerçek değerini ödemesi gerekir. Müşteri bu malı elinde bulundurduğu müddetçe akdi bozmakla yükümlüdür. Zira malın mülkiyeti onda karar kılmış değildir. Fakat müşteri, malın üzerinde başkalarına bir hak kazandıracak şekilde tasarrufda bulunacak olursa, veya mal telef olursa başkalarının hakkını korumak İçin akdi geçerli saymak mecburiyeti hasıl olur ve akid bozulamaz.
Görüldüğü gibi Hanefilere göre de aslında fasid akid her hangi bir sonuç doğurmamaktadır. Ancak malın teslim edilmesi ile bir kısım sonuçlar doğurmaktadır. Bu da başkalarının hakkını korumak içindir.
Batıl ve lasid akidler konusunda cumhur ulema ile Hanefiler arasındaki ihtilafın asıl sebebi şudur:
Cumhur ulemaya göre; Bir akdin yasaklanmış olması, ondan her hangi bir sonucun doğmasına engel olur. Keza akidden doğacak hükümlerin gerçekleşebilmesi için gerekli kılınan bir şartın bulunmaması akidden hüküm doğmasına engel olur. Cumhurun delilleri şunlardır:
a. Şeriatın koyucusunun yasakladığı bir akdi yapmak, onun emrine karşı çıkmaktan başka bir şey değildir. Bu ise, böyle bir akidden her hangi bir sonucun doğmamasını gerektirir. Zira şeriatın koyucusu bir tasarrufu yasaklarken onun meşruluğunu kaybettiğini belirtmek için yasaklar. Bunu sadece cezalandırmak için zikreder.
b. Peygamber efendimiz bu hususa işaretle buyuruyor ki: “Kim emrimize uymayan bir iş yaparsa o reddedilmiştir.”[8] Yasaklanmış bir akidden hüküm çıkarmak, Resulullah’ın emrine uymayan bir şeyi yapmak hatta yasakladığını işlemek olur. Bu nedenle böyle bir akid yapılmamış gibidir.
c. Selefi salibin, bir akdin yasaklanmasını, onun batıl olduğuna delil göstermede ittifak etmişlerdir. Mesela faizli ahş-verişin batıl olduğuna hüküm vermişlerdir. Zira faiz yasaklanmıştır. Keza müşrik kadınlarla evlenmenin batıl olduğuna karar vermişlerdir. Çünkü bunlarla evlenmek yasaklanmıştır. Hanefiler ise, bir kısım hakların korunması için fasid akidlerden bundan önce zikredilen bazı hükümler çıkarmışlardır. Cumhurun görüşü daha ihtiyatlı görülmektedir.
İslâm Şeriatında Aklın Yeri:
Bir yükümlü müslüman, şeriatın gerektirdiği şeylerle yükümlü olduğu gibi aklın gerektirdiği şeylerle de yükümiü müdür?
Şii alimleri, hakkında Kur’an ve Sünnetten her hangi bir nas bulunmayan hususlarda aklın şer’i bir kaynak olacağını söylemişler ve aklın seri bir kaynak kabul edilmesinin şer’an sabit olduğunu iddia etmişlerdir.
Şiilerin dışındaki cumhur ulema ise. aklın tek başına hiçbir zaman seri bir kaynak sayılamayacağını beyan etmişler ve hakkında direkt nas bulunmayan hususların dolaylı yollarla naslara dayandırılmasının gerekli olduğunu söylemişlerdir. Bu dolaylı yolların kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele ve benzeri yollar olacağını bildirmişlerdir. Aslında nasların bulunmadığı hususlarda aklın seri bir kaynak sayılıp veya sayılmayacağı meselesinin ası! sebebi “aklın iyi gördüğünü iyi, kötü gördüğünü de kötü kabul edip veya etmeme meselesidir.” Şii alimleri itikadı konularda Mutezile mezhebini taklid etmişlerdir. Bu nedenle akılcı bir metodla hareket etmekte ve aklın iyi, gördüğünü iyi kötü gördüğünü de kötü kabul etmişlerdir. Böylece nassların bulunmadığı konularda aklın direkt bir kaynak olduğunu kabul etmişlerdir.
Aklın Îyi Veya Kötü Görmesi Meselesi:
Aklın her hangi bir şeyin iyi veya kötü olduğuna tek başına karar verip veya veremeyeceği alimler arasında İhtilaf konusu olmuş ve alimler bu meselede üç kısma ayrılmışlardır.
1. Mutezilenin Görüşü:
Mutezile mezhebinden olan alimler, eşyayı üç kısma ayırmışlar ve bu yolla aklın hüküm koymadaki gücünü belirtmeye çalışmışlardır. Bunlara göre eşya şu üç kısma ayrılmaktadır:
A. Kendiliğinden iyi olan şeyler. Bunların İyi oldukları bellidir. Allah Teaiamn bunları emretmemesi imkansızdır. Bunları mutlaka emreder. Doğru söylemek, adaletli davranmak, bunlara misaldir. Kul bunlarla ilgili şeriatın hükmünü bilmese dahi bunları yapmakla yükümlüdür.
B. Kendiliğinden kötü olan şeyler. Bunların da kötü oldukları bellidir. Allah Teala’nın bunların yapılmasını emretmesi mümkün olamaz. Bilakis bunları mutlaka yasaklar. Yalan söylemek, zulmetmek bunların misallerindendir. Kul, bunları yapmamakla yükümlüdür. Bunlarla ilgili olan şeriatın yasağını bilmese dahi.
C. İyi olma ile kötü olma arasında bulunan şeyler. Bunlar bazı yönleriyle iyidir. Diğer bazı yönleriyle de kötüdürler.
Allah Teala’nın bunların yapılmasını emretmesi de ve bunları yasaklaması ela mümkündür. Eğer Allah Teala bunların yapılmasın! emrederse, bu emirden dolayı bunlar iyidir. Şayet yasaklayacak olursa bu yasaktan dolayı bunlar kötüdür.
Mutezile mezhebinden olan alimler bu görüşlerine delil olarak şunları söylemişlerdir:
a. Bir kısım işler ve sözler vardır ki, akıllı bir insanın bunları yapmaması ve söylememesi düşünülemez. Bunları yapan veya söyleyenin kınanması şöyle dursun, bilakis o, övülür ve takdir edilir. İşte bu türden olan iş ve sözler kendiliğinden güzel şeylerdir. Doğru söylemek bu türdendir.
Buna mukabil bir kısım iş ve sözler vardır ki akıllı bir insanın bunları yapması beklenmez. Çünkü bunların yapılmasına ya akıl engel olur, veya insanların kınaması. Böylece kişi bunları yapmaz. İşte bu türden olan söz ve amel1er kendiliğinden kötü olan şeylerdir. Yalan söylemek, bu türdendir.
b. İyilik ve kötülük akıl ile idrak edilen hususlardır. Kişi bunları zorunlu olarak bilir. Bunları bilmek için her hangi bir delile ihtiyacı yoktur. Mesela insanlık aklın bir gereği olarak zulmün kötü ve adaletin iyi olduğunu idrak etmiştir. Hatta bir kısım menfaatler sağlasa hile yalan söylemenin kötü, zararlara yol açsa bile, doğru söylemenin iyi olduğu anlaşılır. Bu hususta bütün insanlar aynı düşünür, dindarla dindar olmayanın her hangi bir farkı yoktur.
c. Şayet bazı şeylerin kendiliğinden kölü oldukları, diğer bazı şeylerin de kendiliğinden İyi oldukları kabul edilmeyecek olursa, peygamberlik iddia eden yalancıların da mucize gösterebilecekleri kabul edilmiş olur. Böylece gerçek peygamberle yalancı peygamberleri birbirinden ayırmak imkansız olur ve insanlar şaşkınlık içinde kalırlar. Zira bir kısım harikulade hususlar kendilerine güvenilen insanlardan görülebileceği gibi, kendilerine güvenilmeyen İnsanlardan da görülebilir. Eğer harikulade olan hususların yalancılardan görülemeyeceği söylenirse bu taktirde aklın iyi ve kötüyü idrak ettiği kabul edilmiş olur. Çünkü buna karar veren akıldır. Şayet harikulade şeylerin yalancılardan da görülebileceği söylenirse bu taktirde mucizelerin faydasız olduğu söylenmiş olur.
Mutezilenin Bu Görüşünden Doğan Sonuç;
Mutezile mezhebinden olan alimlerin, aklın eşyanın iyi ve kötülüğünü yalnız başına idrak edebileceğini söylemelerinden şu üç netice doğmuştur:
a. Peygamberin daveti kendilerine ulaşmayan ve cahiliye döneminde yaşayan insanlar kendiliğinden iyi olan şeyleri yapmakla ve kendiliğinden kötü olan şeyleri de yapmamakla yükümlüdürler. Mesela bunların yaîan söylemeleri, başkalarına haksızlık yapmaları caiz değildir. Zira akılları bu İşleri yapmanın kötü olduğunu ortaya koymuştur. Buna rağmen onlar bu tür amelleri İşlerlerse kıyamette onlardan hesaba çekilecek ve cezaladırılacak–lardır. Şayet bunlar, adaletli davranır ve doğru söyleyecek olurlarsa, kıyamette bunun da mükafatını alacaklardır.
b. Her hangi bir konu hakkında nas bulunmazsa, insanlar aklın gerektirdiği hükümle yükümlüdürler. Bunu yapmazlarsa, hesaba çekileceklerdir ve cezalandırılacaklardır.
c. Allah tealanın kendiliğinden kötü olan bir şeyi emretmesi veya kendiliğinden iyi olan bir şeyi yasaklaması imkansızdır. Allah’ın yalan söylemeyi emretmesi ve doğru söylemeyi yasaklaması imkansızdır.
2. İmam Maturidinin ve Hanefilerin Görüşü:
Eşya bunlara göre de üç kısma ayrılmaktadır:
a. Kendiliğinden iyi olan şeyler. Allah bunları yasaklamaz.
b. Kendiliğinden kötü olan şeyler. Allah bunları emretmez.
c. İyi ile kötü arasında bulunan şeyler. Bunların Allah’ın haklarında koyduğu hükme göre iyi veya kötü oldukları anlaşılır.
Maturidi ve Ebu Hanifenin eşyayı üç kısma ayırmaları, bunların da eşyanın ayırımı hususunda Mutezile ile aynı görüşte olduklarını gösterir. Fakat İmam Maturidi ve Ebu Hanife aklın yalnız başına kişiyi her hangi bir şeyle yükümlü kılmayacağını beyan etmişlerdir. Bunlara göre, kulun bir şeyle yükümlü olduğunu, her hangi bir cezaya çarptırılacağını ve ona bir mükafat verileceğini bilmenin tek yolu direkt veya endirekt nasdır.
Her hangi bir konu hakkında nas bulunmazsa, “akıl iyiyi kötüden seçer” diyerek akla başvurulup o konu hakkında hüküm vermeye girişilemez. Nas–lara dolaylı yolla baş vurulur. Bunun yolu da kıyas, istihsan, mesalih-İ mür-sele ve benzeri delillere baş vurmaktır.
Hülasa, sadece aklın, kulu yükümlü kılma ve eşya hakkında hüküm verme gücü yoktur. Mutlaka naslarla yardımlaşmak gerekir. Böylece emniyetli bir yol, takip edilmiş olur.
3. Eşarilerin ve Cumhur Ulemanın Görüşü:
Bunlara göre, eşyanın kendiliğinden iyi veya kötü olması diye bîr şey yoktur. Allah’ın emrettiği şeyler iyi ve yasakladığı şeyler ise kötüdür. Allah’ın iradesi tamamen serbesttir. Dilediğini emredip ve dilediğini yasaklayabilir. Zira Allah: “Yaptıklarından sorulmaz. Yaratılanlar ise sorumludur”[9] buyurulmuştur.
Akıl insanları her hangi bir şeyle yükümlü kılamaz. Aklın emir ve yasaklarına itibar edilmez. İnsanın yükümlülüğü ancak Allah’ın emir ve yasakla-nyla belli olur. Kulun cezalandırılması ancak Allah’ın emirlerine karşı gelindiğinde, mükafatlandırması ise yine ancak O’nun emirleri tutulduğunda gerçekleşir. Eşariler, eşyanın kendiliğinden iyi veya kötülüğü olmadığını beyan ederek hem Mutezilelere hem de Maturidilere karşı çıkmışlardır. Ancak sadece aklın yükümlülüğün kaynağı olamayacağı sözleriyle Mu’tezileye karşı çıkmışlar ve Maturidilerle ittifak etmişlerdir.
Cumhur fukaha Eş’arinin görüşünü kabul etmiştir. Ve aklın şer’i hükümler koyamayacağında Mutezile dışında bütün alimler ittifak etmişlerdir.
Ancak bu izahlardan, aklın her hangi bir fonksiyonu olmadığı anlaşılmamalıdır. Aklın da kendisine göre bir sahası vardır. Fakat onun sahası Allah Tealanin ona tanıdığı çerçeve içindedir. Kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele gibi delillerin tesbit ve İşlerliğinde aklı kullanmanın büyük payı vardır. Ancak sadece akıl değil nassın yanında bir akıldır. Şer’i nasları çıkaran bir akıldır. Onları yerlerine yerleştiren bir akıldır.
Asıl mesele şudur; İslâmda yükümlülüklerin karşılığında mükafatlandırma veya cezalandırma vardır. Bunlar ise, yüce Mevlaya ait olan şeylerdir. Allah Teala’nın kuluna emretmediği veya yasaklamadığı bir şeyden kulunu hesaba çekmesi onun yüce şanına yakıştırılamaz. Zira O, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: u… Biz peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz.”[10]
[1] Hanbelilerin çoğunluğu, Malikilerin bir kısmı “sözleşmenin gerektirdiği hususlar, nas ile sabit olan hususlar gibidir” diyerek tararlar sözleşmede hakkında nas bulunmayan her türlü şartı ileri sürebilirler şeklinde bir karara varmışlardır. Bunların dışındaki alimler ise, akdin gerektirdiği hususları geniş tutmuşlar ve bunlara ters düşen şartların batıl olacağını söylemişlerdir. Neticede her iki grup da yaklaşık aynı sonuca varmışlardır.
[2] Şartla sebeb anısında ki en belirgin fark, şanın bulunması hükmün bulunmasını gerektirmez. Abdeslli olmak namaz kılmayı gerektirmez. Sebebin bulunması ise, hükmün bulunmasını gerektirir. Ancak maninin bulunması halinde sebebin var-iığı hükmün varlığını gerektirmez. Mesela vaktin girmesi namazın farziyetini, ramazan ayının gelmesi orucun farziyetini, sarhoş ediciliğin bulunmasıyla içkinin hanımlığı gerçekleşmiş olur. Fakal vakit girmesine rağmen, kul, aklını kaybetmiş olursa namaz farz olmaz… vs.
[3] Fıkıh alimleri, bu türden olan ve hükmü kuvvetlendiren şartlar ile hükmün unsurları (rüknü) arasında fark olduğunu söylemişler ve bu farkı şöyle izah etmişlerdir. Hükmün unsuru (rüknü) hükmün özünün bir parçası ve onu oluşturan bir öğedir. Bu İtibarla hükmün rüknünün, hükmün dışında olması mümkün değildir. Hükmün her hangi bir rüknü bulunmadığı takrirde hüküm de bulunmaz. Meseİa namazda ayakra durmak, Kur’an okumak, rüku” etmek, secde yapmak namazın rükıınlan ve onu oluşturan parçalardır. Bunlardan her hangi birisi bulunmazsa ortada namaz yoktur. Hükmün şartı ise, hükmün özünün dışında bulunan, bununla beraber hüküm için gerekli olan bir husustur. Şart bulunmamasına rağmen hüküm bulunabilir. Fakat hükümden beklenen neticeler doğmaz. Mesela namazda abdestli olmak, kıbleye yönelmek, avret mahallini örtmek namazın şarüarındandır. Bunlar namazın dışındaki hususlardır. Namazın parçalan değildir. Bu şartların bulunmaması halinde namaz vardır. Fakat kabul edilmez ve ondan beklenen sevap elde edilemez.
[4] Tirmizî, Kit. Diyal, b;ıb: 9, hn. l4(), 1401; Miisned İmanı Ahıncd, c. I, sh. 16, 22
[5] İbnMace, Kit: Hudud, bnb: 5, hn. 2545
[6] Tirmizî, KiC. Hudut, Bab: 2, iın. 1424
[7] Ebû Dâvûd, Kit. Hudud, bab: 16, hn. 4399-4403; îbn Mace, Kit. Talak, bab: 15, hn.2041, 2042; Buharı, Kit. Talak, bab: 11, Kit: Hudud, bab: 22. Buharı bu hadisi Hz.Ali’den mevkuf olarak rivayet etmiştir.
[8] Buharı, Kit. İ’tiKim, bab: 20, Kit: Buyu bab: 60, Kil. Sulh, bab: 8; Müslim, Kıt. diye, bab: 17, 18, hn. 1718; Ebû Dâvûd, Kit. Sünner, bab: 5, hn. 4606
[9] Enbiya, 23
[10] îsra, 15