İbadetler karşılığında ücret alma konusunda Hanefî mezhebinin dayandığı esas şudur:
“Müslümanın yapmakla mükellef olduğu bir ibadet karşılığında ücret alması caiz değildir.”
Ya da Serahsî’nin ifadesiyle:
“Müslümana has her tâat karşılığında ücret almak bâtıldır.” [195]
Ama Hanefîlerin “sonraki” âlimleri, sonraları ortaya çıkan zaruret haline bakarak, bazı ibadetler karşılığında ücret almanın caiz olduğuna fetva verdiler. Kur’ân öğretme, ilim öğretimi, ezan, imamet ve va’z bu türdendir. Aslında önceleri bunlar karşılığında bile ücret almanın caiz olmadığında ümmet ittifak halinde idi ilmin ve Kur’ân okumanın zayi olması korkusu, “sonraki” âlimlerin zaruret sayıp caiz görmesine mesnet teşkil etmiştir. Zira: “Zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar.” [196]
“Ancak Kur’ân okumak özellikle de mezarlıklarda, cemiyetlerde ve vefatının filân ya da falan gecelerinde okumak karşılığında ücret almaya zorlayan bir zaruret yoktur.” [197]
Buna karşılık Şâfiîlerdeki genel kaide ise şudur:
“Yapılması, ecîr (ücretle çalışan) üzerine bizzat gerekli olmayan herşey karşılığında onun ücret alması caizdir.”[198]
Fakat bunun yanında İmâm Şafiî ve Mâlik’ten (ra) yapılan bir nakil, kıraat ve benzeri ibadetlerde sevabın başkasına, ücret alınmasa bile ulaşmayacağı yolundadır. Binaenaleyh, alınması halinde nasıl ulaşacaktır? [199]
Diğer yönden Kemâlüddîn İbn Hümâm, eğitim, ezan ve imamette, zarurete binaen ücreti caiz görenlerin söylediklerinde bile düşünülmesi gerektiği görüşündedir. [200]
Ama: “Açık olan gerçek şu ki, Kur’ân ve fıkıh öğretimi, ezan ve imamet karşılığında ücret almayı caiz kılan illet, zaruret ve insanların buna olan ihtiyacıdır ve sadece bunlara hastır. Binaenaleyh, bunlar dışındaki tâata ücret almak için bir zaruret yoktur.” [201]
“Zira, sevabını ücret verene hediyye etmek için Kur’ân okumaya ücreti men etmekte, Kur’ân’ın kaybolması söz konusu değildir. Binaenaleyh, okumayı öğretmeye kıyaslamak da sahih değildir.” [202]
“Asırlar boyu birisi diğerine bunun için ücret vermese, bir zarar doğmuş olmaz. Aksine, Kur’ân’ın bir kazanç kaynağı ve para kazanılan bir meslek edinilerek, ondan ücret almakta zarar vardır.” [203]
İmâm Birgivî der ki:
“Açlıktan helak olma tehlikesi ile karşı karşıya olan okuyucunun aldığı da haram olur mu? Derseniz, biz de deriz ki:
Aslında bu durumda birisini bulamazsınız. Bulunur derseniz ona sözümüz yok. Çünkü bu durumda ona leş, domuz eti ve izinsiz olarak başkasının malını yeme helâl olmuştur. Ancak zaruretlerde sınır aşılamaz.” [204]
g- “Sıla” Ve Ücret
“Sıla” nedir?
“Sıla” “varmak, ulaşmak” anlamındaki (va-sa-le) fiilinden olarak “atiyye, mükâfat”[205] bir yakınlıktan dolayı verilen bir bağış demektir… Sanki iki tarafı birbirine bağladığı ve ulaştırdığı için buna “Sıla” denmiştir.[206]
“Sıla, ibtidâen, yani birşeyden ötürü değil, ilk hareket noktası olarak verilen ve verdiği kimsenin iyi amellerden birini yapıyor olduğu için, ya da yapması için verilen hediyyedir. Kadıların, öğretmenlerin, imamların ve müezzinlerin beytü’l-maldan, ya da bunlardan biri için şartlı vakıflardan aldıktan maaş gibi…
Bu işlerden herhangi birisini Allah’a takarrup için yapanın “sıla” olarak aldığı kendisine helâl olur. Ahirette de Allahu Teâlâ’dan sevabı hak eder. Ama bu işleri, bu “sıla”yı almak için yaparsa aldığı haram olacağı gibi, sevabı da hak edemez.” [207]
“Böylece ücretle sıla arasındaki fark anlaşılmış olur:
Ücret, herhangi bir amel karşılığı tayin edilen, onun karşılığı sayılan ve çalışanın çabasını kendisi için harcadığı şeydir. Binaenaleyh, veren sadece çalışanın çalışması için verir. Ücretli de sadece onu almak için çalışır. Dolayısıyla çalışan, bu çalışmasıyla Ahirette sevabı hak edemez; ancak dünyada ücreti hak eder ve onun için çalışır. [208]
“Bu durumda veren, verdiğinin sıla olmasına niyyet edemez mi? Bu caiz değil midir?
Cevap olarak deriz ki, caiz değildir. Çünkü veren bu hareketiyle muradına ermek istemektedir. Nitekim bu yolla Kur’ân okumasını istediğini şahsın okuyup okumadığını izler. Bir gün okumasa kızar haram para yiyorsun, der. Belki de onu azleder, onun yerine başkasına okutturur. Daha az okumasını isteyebilir. Filanca hoca daha az okuyor, der. Okuyan ise çok çok okumak ister. Ve derken aralarında, ücretle çalıştıranla çalışan arasındaki gibi anlaşmazlıklar olabilir. Ücretin bundan başka bir anlamı var mıdır?” [209]
İbn Abidin de benzer şeyler söyledikten sonra:
“Örfümüze göre bunun “sıla” değil ücret olacağını, bu icârenin de bâtıl ve önce geçenlerden hiç kimsenin yapmadığı bir bid’at olduğunu kaydeder. [210]
Kaldı ki, “sıla” sayılması mümkün değildir. Eğer olsaydı, okuyanın okumayı tek taraflı terketmesi caiz olurdu. Para verip hatim okumasını isteyen, okunmadığını bilse, tek kuruş bile vermez. Zamanının insanlarını tanımayan cahilidir” [211] der.
Allâme Ramlî de, bunun “sıla” da her halükârda helâl olmaz. Nitekim, az önce de denildiği gibi:
“İlimle iştigal eden kimse, çalışması kendisini ilim yapmaktan alıkoyduğu takdirde, tahsili ve ilmî araştırmaları için sılayı alabilir. Aksi halde, yani “sıla” için tahsil yaparsa, aldığı yine haram olur.” [212]
Kur’ân’ın ücretle okunmadığı takdirde unutulacağı da kesinlikle bir zaruret sayılamaz. Zira ücretsiz okumak da mümkündür. Ücret almadan okumak zor oluyor iddiası, sırf bir tenbelliğin tezahürüdür. [213]
h- Ölçü
İbn Abidîn’in şu ifadesinden, konumuzla ilgili bir ölçü ve kıstas edinilmesi mümkündür:
“Bazıları, okuyan belirli olursa ücret caizdir, değilse değildir, demişler, Zâhidî, bu da kıraata ücretin caiz olduğunu gösterir, diyor. Bunu nasıl anlayacağız denirse şöyle cevap veririz:
Bizim yerleşmiş bir kaidemiz vardır ki, şudur:
Fıkhî meselelerin kaynağı, Kitap’tan, Sünnet’ten ya da icmadan, meşhur ve malûm bir esas ise, artık bu hiçkimse için tartışma konusu değildir. Yok eğer kaynak içtihada dayanan bir esas ise bakılır, nakleden müctehid ise delilini aramaksızın uyulması gerekir. Nakleden değil de, kendisinden nakledilen müctehitse ve naklin ondan yapıldığı sabitse, durum yine aynıdır. Ama kendi görüşüyse, ya da bir başka mukallitten nakledilmişse veya mutlak zikredilmişse ve fakat şeri bir delil de gösteriyorsa, buna da bir diyeceğimiz yoktur. Aksi halde bakılır; eğer belli temel kaidelere ve muteber kitaplara uyuyorsa, onunla amel caizdir, âlim için de delilini araştırması gerekir. Bütün bu zikredilenlere uymuyorsa nazar-ı itibara alınmaz.”
Hasan Basri merhumun şu sözleri bu konuya ışık tutabilir:
“Duada ciğerlerini parçalayacak ve dinleyenlerin kulak zarlarını patlatacak gibi bağırıp çağırmak, süslü olsun ve beğenilsin diye tumturaklı tasannulara, seci’ ve kafiyelere yer vermek caiz değildir. Bu, niyaz ettiğimiz Allah’ı saymamaktır. “Na’ra kemter zen ki, nezdîkest Huda = Duada bağırma ki, Allah uzak değil, yakındır.” [214]
ı. Sonuç
Buraya kadar aktardığımız naslar, içtihatlar ve tahlillerden anlaşılan şudur:
İnsanlarda, hak olsun, bâtıl olsun, din ile tatmin arayışı fıtrîdir. Kendisini müslüman olarak bulmuş, fakat İslâmı sağlam temelleriyle bilmeyen insanların hatim ve mevlit gibi dinî görünümlü uygulamalara başvurmaları, ya da sığınmaları, bu fıtrî duygunun eksik bilgi ile bütünleşmesi sonucudur. Âdeta bir meslek olarak, para ile Kur’ân-ı Kerîm, ya da mevlit okuma, ekonomik değil, psikolojik ve itikadî kökenlidir ve hadiste sözü edilen yahudi ve hiristiyan din adamlarını taklid ve izleme cümlesinden sayılabilir. Buna zaruretlere binaen cevaz vermek de mümkün değildir. Konu üzerinde Hanefî mezhebinin görüşü, takdir ve tercihe şayandır. Çünkü mesele etraflıca sadece bu mezhepte ele alınmış, enine boyuna tedkik edilmiştir. Hattâ “Es-Seyfu’s-sârim” ve “Şifa’u’f-alîl” gibi müstakil risaleler yazılmıştır.
[195] Serahsî,age.,IX/37.
[196] bkz. Mecelle, md. 21. 10
[197] Cezîrî, age., 111/127-128; İbn Abidîn, Şifâu’l-‘alîl, s. I 69
[198] Serahsî,age., lX/37. 1
[199] İbn Abidîn, Şifâu’l-‘alîl, s. 167, \X
[200] Kemâlüddîn İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, Mısır, 1389 (1970) IX/99.
[201] İbn Abidîn, Raddü’l-muhtâr, VI/56; Şifâu’l-‘alîl, s. 161.
[202] İbn Abidîn, el’Ukûdü’d-dürriyye
[203] İbn Abidın, ‘Uküd’ü Resmi’l-müftî, s. 14
[204] Birgivî; Şerh’u-hadîs-i erba’in, s. 75. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 86-88.
[211] İbn Abidîn, Raddü’l-muhtâr, Vl/56; Şifâ’ul-‘alîl, s. 168, (Ayrıca Allâme eş-Şeyh Mustafa Pahmetî de ‘Alâî’nin Tenvîr şerhine yaptığı haşiyede bu mânâda sözler söyler. Vesâya’l-velVâliciyye’de de aynı ifadeler mevcuttur.”(ay.)
[212] Birgivî, Şerhu hadîs-i erbain, s. 74.
[213] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 88-90.
[214] Hasan Basrî Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İst 1969, 1/248. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 91.
KAYNAK : Prof. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat