3- İCMA’
Yazdı USUL DERSLERİ | Yazdı 21-02-2009
|0
İcmânın Tarifi
İcmâ lügatta ya bir şeye azmetme manasınadır. Meselâ “filan şu iş üzerine icmâ etti” demek ona azmetti karar verdi manasına gelir. “Siz de ortaklarınızla beraber yapacağınıza icmâ edin. (Yunus: 10/71) ayetindeki icmâ da azmedin, karar verin manasınadır. Veya ittifak manasınadır. Meselâ: “Bir topluluk şuna icmâ etti” demek “onun üzerinde ittifak ettiler” manasına gelir.
Usülcülerin ıstılahında icmâ: “Ümmet-i Muhammed’den müctehidlerin Peygamberin vefatından sonra her hangi bir asırda bir şer’î hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.” Yani icmâda mutlaka her hangi bir şey üzerinde ittifak vardır. Ayrıca bu ittifakın mutlaka ictihad ehliyetini hâiz müctehidler tarafından yapılmış olması lazımdır. Dolayısıyle avamdan kişilerin ve şer’î hüküm istinbâtında ehil olmayanların sözüne itibar edilmez. Mevcut bütün müctehidlerin çoğunluğunun ititfakı bağlayıcı bir icmâ sayılmaz. Yine sadece Medine halkının veya Mekke ve Medine halkının veya Basra ve Küfe halkının veya Ebubekir ve Ömer’in ittifakı veya yalnız dört halifenin veya Âli Beyt’in (Hz. Ali, Fatma, oğulları Hasan ve Hüseyin) ittifakları icmâ sayılmaz.
Yine müctehidlerin ümmet-i Muhammed’den olması şarttır. Buna göre başka dinlerden olanların ittifakı şer’î bir icmâ sayılmaz. Çünkü şeriatin delillerinde icmâ, hatadan masum olduğu sabit olan ümmet-i Muhammed’e aittir.
Yine Rasûlullah hayatta iken icmâ vaki olmaz. Çünkü eğer Rasûlullah icmâ edenlere katılmışsa o taktirde bu hüküm icmâ ile değil sünnetle sabit olmuş demektir. Onlara muhalefet ederse onların ittifakı düşer geçersiz olur.
Yine icmâ ancak vacib, haram, sahih, fasid gibi şer’î bir hüküm üzerinde olur. Buna göre meselâ “Fe harfi takib içindir” gibi lügatla ilgili bir şey veya bu âlemin sonradan var olması gibi aklî bir şey veya mükelleflerin fiilleri ile ilgisi olmayıp örf ve âdetten kaynaklanan harp gibi halkın işlerinin düzenlenmesi gibi dünyevî bir şey üzerindeki ittifak icmâ sayılmaz.
İcmânm Rükün ve Şartları
“Rükün” kelimesinin gerçek manasıyle icmânın sadece bir rüknü vardır o da “müctehidlerin ittifakı”dır. Aralarında ittifak hasıl olmadıkça icmâ oluşmaz.
İcmânın altı şartı vardır:
1 – İcmâda yer alan müctehidlerin sayısı ikiden fazla olmalıdır. Bir müc-tehidle icmâ gerçekleşmez, çünkü “ittifak” m manası birkaç âlim arasında tasavvur edilebilir. Herhangi bir asırda sadece bir veya iki müctehidin bulunmuşsa şer’an icmâ oluşmaz.
2- Şer’î hüküm üzerinde bütün müctehidlerin ittifakı hasıl olmalıdır. Do-layısıyle muhalefet edenlerin sayısı ne kadar az, ittifak edenlerin sayısı da ne kadar çok olursa olsun müctehidlerin çoğunun ittifakı icmâ sayılmaz. Çünkü icmâda Daru’l-İslam’ın bütün müctehidlerinin ittifakı lazımdır. Müctehid olmayanların sözü muteber değildir.
3- Hâdise meydana geldiği esnada islâm âleminin çeşitli bölgelerinde bulunan bütün müctehidlerin ittifakı olmalıdır. Hicaz veya Mekke-Medine veya Mısır veya Irak gibi muayyen bir bölgedeki müctehidlerin ittifakı icmâ sayılmayacağı gibi meselâ sadece “Âli Beyt’in ittifakı da icmâ sayılmaz.
4- İster sözle ister fiille olsun, ister bir arada ister ayrı yerlerde bulunsunlar ittifak müctehidlerin herbirinin hadise hakkında açıkça görüş beyan etmeleri suretiyle meydana gelmiş olmalıdır.
5- Bu ittifakın, adalet sıfatını taşıyan ve bid’atlardan uzak duran ictihad ehlinden sadır olması lazımdır. Çünkü icmânın hüccet oluşuna delâlet eden nasslar bunu göstermektedir.
“Adalet sıfatı” cumhura göre şarttır. Çünkü icmânın hükmü ancak müctehidin şehâdet ehliyetini haiz olmasıyle bağlayıcı olur, şehadet ehliyeti de “Sizden, iki âdil kişiyi şahit tutun” (Talak: 65/2) ayetinde sarahaten ifade edildiği gibi ancak adalet sıfatını haiz kişilerde olur.
“Müctehid bidatlerdan bütünüyle uzak olmalıdır” şartına gelince: Eğer bid’at kişiyi küfre düşürecek cinsten ise onu kabul eden gayrimüslimdir. Küfre götürecek cinsten değil ama insanları ona davet ediyorsa, bu delilsiz batıl taassubu sebebiyle adalet sıfatı düşer ve bu ümmetin icmâında onun sözü alınmaz. Bu sebebten Hz. Ebubekir ve Hz.Ömer’in halifeliği hususundaki icmâda Râfizîlerin muhalefetine itibar edilmez. Aynı şekilde Hz. Ali’nin halifeliği konusunda da Havâric’in muhalefeti dikkate alınmaz.
6- İcmâ edenlerin, icmâlarında nasdan veya kıyastan şer’î bir müstenede (dayanağa) dayanmaları şarttır. Çünkü müstened bulmadan fetva vermek hatadır ve din babında ilimsiz söz söylemektir. Bu da “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme.” (İsra: 17/36) ayetiyle nehyedilmiştir. Ayrıca icmâ edenlerin sadece akıllarına dayanarak şer’î hükümler ortaya koymaları caiz değildir.
İcmânın Müstenedi
İcmânın müstenedi müctehidlerin üzerinde icmâ ettikleri meselede dayandıkları delildir. Yukarıda da geçtiği gibi bu icmâda mutlaka bulunmalıdır[1]. Müstenedsiz icmâ tahakkuk edecek olsaydı bu, Rasûlullah’tan sonra bir din ortaya koymaya kapı açardı ki bu da batıldır. Sonra ittifakı gerektirecek ve görüşleri birleştirecek bir sebep bulunmadan müctehidler arasında ittifakın meydana gelmesi de âdeten çok uzakdır. Onların görüşlerini birleştiren, dinin sınırlarını aşmalarına mani olan da işte bu müsteneddir. İcmânın müstenedi ya nastır veya kıyastır.
İlham, dinî hususlarda delil olmaz, çünkü din peygamberden alınır, peygamber bizzat kendisi de din hakkında konuşmamıştır. O halde ümmetin delilsiz zaten konuşmaması lazım gelir. Delilsiz veya sırf akılla, arzu ve hevese göre hüküm vermek bid’at ve dalâlet erbabının işidir.
Âlimlerin çoğuna göre müstened ya Kur’andan veya mütevâtir sünnetten kat’î bir delil olur, bu takdirde icmâ onu takviye ve teyid eder veya zannî bir delil olur ki bu da haber-i vahid ve kıyasdır. Bu takdirde icmâ ile verilen hüküm zan mertebesinden kat’ıyyet ve yakîn mertebesine yükselir.
Masâlih-i mürsele de icmâya müstened olabilir. Maslahat değişirse icmâya muhalefet etmek ve yeni maslahata münasib yeni bir hüküm vermek caizdir. Buna dair delil şudur: Sahabe asrında câri olan hüküm “tesîr (fiyatların devlet tarafından tesbiti) caiz değildir.” şeklinde olduğu halde Medine’nin “yedi fa-kihi” bunun cevazına fetva vermişlerdir. Asıl şer’î hüküm, Hâşim oğullarına zekat helâl değildir şeklinde olduğu halde Beytülmal değişince İmam Malik ve İmam Ebu Hanife bunun cevazına dair fetva vermişlerdir. Mezhep imamları “insanların haklan zayi olmasın” maslahatına binâen eşler ile usûl ve fürûun birbirleri lehinde şahitlik yapmalarını men etmişlerdir. Halbuki sahabe arasında bu caiz idi.
Müstenedi masalih-i mürsele olan icmâya başka misaller de verilebilir: Beytülmale devamlı bir gelir kaynağı olması, ordu, kaleler, nehirler, köprüler, hakimler, valiler ve muhtaçlar gibi umumun maslahatına olan cihetlere harcanması; hiç kimseyi ayırt etmeden geçmiş ve gelecek bütün müslümanların bir hakkı olarak kalması için Hz. Ömer zamanında ashab-ı kiramın silah zoruyle fethedilen arazinin taksim edilmeyip bu araziye “haraç” (topraktan kalkandan belirli oranlarda alınan vergi) konulması üzerinde icmâ etmeleri, Kur’an-ı Ker-îm’in bir mushafta toplanması, bilhassa mescidden uzak oturanların cumayı kaçırmamaları gayesiyle namaz vaktini insanlara duyurmak için Hz. Osman zamanında cuma namazı için üçüncü bir ezanın ilave edilmesi üzerinde icmâ etmeleri… İşte sahabenin buradaki müstenedi maslahattır yani işin Hz.
Peygamber (s.a.), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında olduğu gibi devam etmesi halinde gelebilecek mefsedeti defetmektir.
İcmâ, meydana gelen bir olay üzerinde olabileceği gibi herhangi bir nas-sın tevil veya tefsiri veya nassın hükmünün ta’lili üzerinde de olabilir.
İcmâmn Hüccet Oluşu
Bir mesele hakkında müctehidlerin tamamının görüşlerinin bir hüküm üzerinde ittifak etmesi suretiyle yukarıda matlup olduğu şekilde icmâ meydana gelirse bu hüküm bağlayıcı olur, uyulması vacibdir, muhalefeti caiz olmaz. Daha sonra herhangi bir asırda âlimler onu bozamaz. Çünkü artık o şer’î hüküm, ne muhalefete ne de neshe mecal bırakmayacak şekilde kat’î bir hüküm olmuş, Kur’an ve Sünnet gibi icmâdan da yakînî bir şekilde maksad hasıl olmuştur.
Ancak icmâ delili kat’î olursa, icmâ müstakil bir hüccet olmaz, belki o delili takviye etmiş olur. Eğer icmâ delili zannî olursa icmâ müstakil bir delil olur, yani sadece icmâyı delil almak kâfidir, icmâmn müstenedi olan delili araştırmaya hacet yoktur. Bu icmâ kendi başına şer’î hüküm koyuyor manasına gelmez. Çünkü gerçek manada teşri (hüküm koyma) kaynağı dindir.
îcmâ, âlimlerin çoğuna göre kat’î bir hüccettir. Öyle ki eğer icmâ bize tevatür yoluyle nakledilmişse muhalefet eden tekfîr edilir veya dalâlette veya bid’at içinde olduğu kabul edilir1. Ama bize âhad yolla gelmişse veya sükûtî icmâ ise bu, o hüküm hakkında kat’iyyet değil zan ifade eder.
Âmidî, Cüveynî, İsnevî ve İbni Hâcib gibi bazı âlimler nazarında da icmâyı inkâr eden tekfir edilmez. Ancak beş vakit namaz, tevhid inancı, peygamberlik gibi hak arasında meşhur zarûrat-ı diniyyeden bir şey olursa inkâr eden tekfir edilir. Veya kişi icmâyı ve icmâ edenlerin doğruluğunu kabul ettikten sonra icmâ ettikleri hükmü inkâr ederse yine tekfir edilir. Çünkü bu inkar ve tekzip dini tekzibe götürür. Kim dini tekzip ederse kâfir olur.
İcmâmn hüccet oluşuna Kur’an ve Sünnetten deliller:
I- Kur’an’dan deliller: Kur’an-ı Kerîm’de icmâ-yı ümmetin hüccet olduğuna delâlet eden ayet-i kerîmeler vardır. Bunlar şunlardır:
“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir.” (Nisa: 4/115). Yani Allah (c.c.) müs-lümanların yolunda başka yol seçmeyi Allah ve Rasûlüne düşmanlık yapma gibi kabul etmiştir. Çünkü her ikisine de aynı cezayı vermiştir ki o da, bu kişiyi o fâsid tercihi ile başbaşa bırakıp ceza olarak onu cehenneme koymasıdır. Allah ve Rasûlüne adavet haram olursa müminlerin yolundan başka yolu seçmek de haramdır. Müminlerin yolundan başka yola tabi olmak haram ise onların yolundan ayrılmamak vacib olur. Bu da icmânın bir hüccet olmasını iktiza eder. Çünkü kişinin yolu demek onun tercih ettiği söz veya fiil veya itikad demektir.
“Ey iman edenler Allah’a itaat edin, Rasûle ve sizden olan emir sahihlerine itaat edin” (Kısa: 4/59). Allah (c.c.) burada kendisine ve Rasûlüne itaati emrettiği gibi, müminlere ve ülülemre itaati de emretmiştir. “Ulülemr” ile idareciler kastedildiği gibi dinde fetva ve ictihad hususunda da müctehid âlimler kasdedilmiştir.
O halde içtihada ehil âlimler şer’î bir hüküm üzerinde ittifak ederlerse o hükme uymak ve amel etmek Kur’an nassıyle vacibdir. Zira ayet-i kerimede: “… halbuki onu Rasûle veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi onların arasından işin iç yüzünü anlayanlar onun ne olduğunu bilirlerdi” (Nisa: 4/83) buyrulmaktadır.
2- Sünnetten deliller: Müctehidlerin ittifak ettiği şey aslında ümmetin hükmüdür. Çünkü onlar bu konumda ümmetin temsilcileridirler. Rasûlullah (s.a.) dan ümmetin hatadan masum olduğuna delalet eden nice sahih hadisler varid olmuştur. Bu rivayetler her ne kadar Iafızlarıyle ve her biri kendi başına tevatür derecesine ulaşmasalar bile bunlardan “ümmetin hatadan masun yani korunmuş” olduğuna dair hasıl olan ortak mana mütevâtirdir. İşte manevî tevatür budur. Manevî tevatür delâlet ettiği şey hakkında kat’î ilim ifade etmesi açısından lafzı mütevatir gibidir.
Bu hadislerden bazıları şunlardır:
“Benim ümmetim hata üzerinde ittifak etmez.”, “Allah (c.c.) ümmetimi bir dalâlet üzerinde toplamaz”. “Allah’ın eli (yardımı) cemaatle beraberdir.”, “Ümmetimden bir zümre Hakk üzre (Hakka) yardımcı olarak devam edecektir. Onlara muhalefet eden onlara zarar veremez. Allah’ın emri gelinceye kadar böyle devam edecektir”, “Kim cemaatten bir karış ayrılır ve o halde ölürse ancak cahiliye ölümü ile ölmüş olur.”, “Şeytan tek kişi ile beraberdir. îki kişiden uzaktır.” (Ümmet toptan bir hata ve dalâlet üzerinde ittifak etmeyeceğine göre onun temsilcisi âlimlerden de böyle bir ittifak olmaz. O halde icmâ hak üzeredir.)
İcmânın Çeşitleri
İcmâ tekevvün (oluşum) yollarına göre iki çeşittir: Sarih icmâ sükûtî icmâ.
a) Sarih icmâ: Müctehidlerin, muayyen bir meseledeki hüküm üzerinde söz veya fiil halinde görüşlerinin ittifak etmesidir. Bu, âlimlerin bir mecliste toplanıp her birinin o mesele hakkında görüşünü açıklaması ve görüşlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi şeklinde veya o mesele hakkında ayrı yerlerde de olsalar her âlimin aynı fetvayı vermesi ve fetvaların tek bir şey üzerinde birleş-
b) Sükuti icmâ: Bu, bir mesele hakkında aynı asırdaki müctehidlerden bazılarının bir hüküm söylemesi, buna muttali olan diğerlerinin bunu reddetmeyerek sükût etmesi şeklinde olur. Bu icmâ hakkında âlimlerin çeşitli görüşleri vardır, en önemlileri şu ikisidir[2]:
Malikî ve Şafiîlere göre bu ne bir icmâ ne de bir hüccettir.
Hanefî ve Hanbelîlere göre ise bu bir icmâdır ve kat’î bir hüccettir[3]
Sükûtî icmâyı kabul etmeyen birinci görüş sahihleri görüşlerini şu esasa dayandırdılar: Diğer müctehidlerin susması, duydukları o hükmü kabul ettiklerine dair bir karine sayılmaz. Zira bu sükût, belki meselede ictihad etmedikleri veya fetvayı verenden çekindikleri veya görüşünü açıkladıkları takdirde bir zarar geleceğinden korktukları veya “Her müctehid isabet eder” görüşünde oldukları için sükût etmiş olabilirler. Bu ihtimaller mevcud olduğundan diğerlerinin sükûtu verilen fetvaya muvafakat ettikleri manasına gelmez ve icmâ vaki olmuş sayılmaz.
Sükûtî icmâyı kabul eden ikinci görüş sahiplerinin delilleri de şunlardır:
1-Her müctehidin görüşünü sarahaten duymak âdeten mümkün değildir. Çünkü âdet, âlimlerden birinin fetvasına diğerlerinin sukut etmesi şeklindedir.
2-Yine âdet bir asırda bir meselede âlimlerin büyüklerinin fetva vermesi küçüklerinin de bir teslimiyet ve muvafakat olarak susması şeklindedir. Bu sebeple sükût zımnî bir muvafakattir.
Görünen o ki rızaya ve muvafakata dair bir isabet bulunduğu; müctehidin araştırmasını bitirmemiş olması veya takiyye olarak veya gönül kırmamak için veya bir otorite sahibinden korktuğu için susmuş olması gibi sükûtun kabul manasına alınmasına mani olan ihtimaller ortadan kalktığı takdirde sukûti icmâ da bir hüccettir. Çünkü sahabenin icmâlarının çoğunu ancak bu şekilde anlamak mümkün olacaktır: Birisinin görüşünü açıklayıp ilân etmesi diğerlerinin sükût etmesi. Şayet verilen hükme razı olduğunu gösteren karine bulunmazsa o takdirde sükûtî icmâ sadece zannî bir hüccet olur.
İcmanın Oluşma İmkanı
Nazzam ile Mutezile ve Şiadan bazılarına göre icmânın oluşması âdeten mümkün değildir. Çünkü icmânın var olması her hangi bir asırdaki müctehidlerin ittifakına bağlıdır. Bunun gerçekleşmesi için de şu iki hususun bulunması lazımdır:
a) Mesele ortaya çıktığında İslâm âleminde bulunan müctehidlerin bilinmesi
b) Bunların tamamının görüşlerinin bilinmesi. İkisi de mümkün değildir. Çünük müetehidi müctehid olmayandan ayırt edecek tespit edilmiş bir ölçü bulunmamaktadır: Ayrıca âlimler bir beldede toplu olduğu halde değil her tarafta dağılmış vaziyette bulunurlar, dolayısıyle bunları toplamak güvenilir şekilde görüşlerini öğrenmek mümkün olmaz.
Diğer taraftan icmâ edenlerin delili ya te’vile ihtimal bırakmayacak şekilde kat’î olur ve o takdirde icmâya ihtiyaç kalmaz veya zannî olur, o takdirde de ittifak mümkün olmaz. Çünkü zannî delil, müctehidlerin bakış açılarının ve zekâ seviyelerinin farklı olması, her birinin nazarında kendisini bu hükme götüren şahsî ve mezhebî sebeplerin farklı olmasının yanında hak olanı kabul etmedeki farklılıkları sebebiyle de ihtilâf kaynağıdır.
Bu delillere verilecek cevap şudur: Bunlar, fiilen vaki olmuş bir şey (icmâ) hakkında mücerred şüphe ve tereddütlerdir, itibar edilmez.
Âlimlerin cumhuru âdeten icmânın mümkün olduğuna onun fiilen vaki olmasını delil gösterdiler, mümkün olduğuna vukuundan daha kuvvetli bir delil ise olmaz. Nitekim sahabe, zekat vermeyenlerle harp edilmesi, Kur’an-ı Kerîm-’in bir mushafta toplanması, altı sınıf eşyada faizin carî olacağı, müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle yaptığı nikâhın batıl olması, mehir tespit etmeden yapılan nikahın sahih olması, bir kadının teyzesi veya halasıyla aynı nikah altında birleştirilmesinin haram olması, domuzun iç yağının da haram olması, ninenin mirasta hissesinin altıda bir olması, yine mirasta oğulun, oğlun oğlunu hacbedip mirastan mahrum etmesi, satın alınan buğdayın kabzedilme-den satılmaması gibi bir çok ahkâm üzerinde icmâ etmişlerdir.
Bu gün de, her İslâm ülkesinde isim yapmış ictihad ehliyetine sahip olan kişilerin şer’î esaslara uygun olarak titizlikle seçilmiş olması şartıyle hükümetlerinin veya kurumlarının düzenlediği kongreler ve konferanslar yoluyla icmânın oluşması mümkündür.
Fiilen İcmânın Vaki Oluşu
İbni Hazm’ın Meratibü’l-îcmâ adlı kitabında da açıkça ifade edildiği gibi âlimlerin cumhuruna göre sahabe ve diğer asır âlimlerinden pek çok icmâ vaki olmuştur. Meselâ: Mirasda nineye altıda bir hisse verilmesi, satın alınan buğdayın kabzedilmeden satılmaması, domuzun etine kıyas edilerek iç yağının da haram olması, gasbedilen malın ya misli ile veya kıymeti ile tazmin edilmesinin vacib oluşu, müslüman bir kadının gayrimüslim erkekle yapacağı nikâhın batıl olması, mehir konuşulmadan nikâh akdinin sahih olacağı, bir kadını teyzesi veya halası ile aynı nikah altında toplamanın haramlığı, kocanın ölümü sebebiyle iddetin vacib olması gibi şer’î bir nassa dayanan bu icmâlar icmânın fiilen vaki olduğunu gösterir. Bunu araştırmaya dahi gerek yoktur.
Sırf İctihadî Meselelerdeki İcmâ
İctihadî meseleler üzerinde icmâ vaki olduğunu iddia etmek kolay değildir. Bu konuda söylenmesi mümkün olan şey şudur: Bir takım görüşler vardır ki o hususta sahabe ve başkaları arasında her hangi bir ihtilâf bilinmemektedir.
Bu çeşit icmâya mudârebenin meşruiyeti üzerinde vaki’ olan ittifakı misal göstermek mümkündür. Zira âlimler bunun cevazı üzerinde ittifak etmişlerdir. Halbuki buna dair sahih bir nass yoktur. Bilinen tek şey Rasûlullah (s.a.) zamanında insanların mudârebe ortaklığını yapıyor olup Rasûlullah’ın da bunu menetmeyerek tasvip etmiş olmasıdır.
İmam Şafiî: “Hakkında ihtilâf olduğu bilinmeyen şeye icmâ denilmez” demiştir. Ahmed bin Hanbel’in “Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır” sözünden ne kastedildiğine gelince: Bu, icmâlarm naklinde ve vaki olup olmadığında insanları araştırmaya sevketmek, muttali olmadan, naklin sıhhatine ve haberin doğruluğuna dair başkalarının da muvafakatini araştırmadan icmâ iddiasında bulunmamalın içindir. Yoksa maksadı icmânın vukuunu inkar etmek değildir.
——————————————————————————–
[1] Keşfü’l-Esrâr. 2/983; Şerhü’l-Muhallâ: 2/168; Şerhu’l-Adûd: s. 39; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 132.
[2] el-Mustasfa: 1/121, Keşfü’l-Esrar. 2/949, Şerhu’l-Adûd: 2/37, Ravzatu’n-Nâzır. 1/381.
[3] Hanefîlerden Kerhi; Şafilerden Amidi’ye göre bu icma zanni bir delildir ki tercih edilecek görüş de budur
PROF.DR.VEHBE ZUHAYLİ,FIKIH USULÜ