• İlahiyat Arapça Eğitim Seti
  • D.B.Meal Video Takip
  • Sanal-Medrese
  • İlahiyat Arapça Eğitim Seti
  • D.B.Meal Video Takip
  • Sanal-Medrese
Tag:

USUL DERSLERİ

Browse:
  • Home
  • USUL DERSLERİ

NESH (SONRAKİ DELİLİN ÖNCEKİ DELİLİ İZALE ETMESİ)

by Admin in USUL DERSLERİ
Tags: dersleri, kuranın sünneti neshi, mensuh, nasih, NASİH-MENSUH, nesh, nesih, sünnetin kuranı neshi, usul, USUL DERSLERİ

Sünneti Kur’an’a arzetme ölçüsünden doğan üçüncü sonuç nesih­tir. Ancak, bu noktada neshin tarifinden, geçmiş âlimlerin onunla neyi kasdettiklerinden ve nesih ile tahsis arasındaki farktan kısaca bahsetme­miz yerinde olacaktır.

Nesih sözlükte, giderme ve nakletme; dinî bir terim olarak ise, din koyucunun daha sonraki bir dinî delil ile şer’î bir hükmü kaldırması an­lamına gelmektedir . Gerçekte nesheden Allah’tır. Hükmün kaldırıldı­ğına delalet eden hitabı ise neshetmedir. Bu hitaba nasih (nesheden) de­nilmesi ise mecazdır .

Nesih, ilk dönem âlimleri nezdinde usulcülerin anladığından daha geniş bir mâna içermekteydi. Zira onlar dinî bir hükmün daha sonraki dinî bir delille kaldırılmasına nesih dedikleri gibi, mutlakın takyid edilme­sine, umumun bitişik veya ayrı bir delil ile tahsis edilmesine, mübhem ve müclemin beyan edilmesine de nesih adını veriyorlardı . Daha sonra Şafiî gelmiş neshi, zikrettiği delil ve misallerle açıklamış, onu belirsiz bir şekilde içinde bulunduğu o geniş kullanımlardan ayırmış; tahsis ve takyi­din nasdan murat edilen mâna ile igili olduğunu, neshin ise, nassın mev­cut olan bir hükmü kaldırması mânasına geldiğini söylemiştir . Read More»

AZİMET VE RUHSAT

by Admin in USUL DERSLERİ
Tags: AZİMET VE RUHSAT, USUL DERSLERİ, usulu fıkıh

Tarifleri: 1

Ruhsatın Sebebleri: 2

1. Yapma Ruhsatı (Ruhsat-ı Fiil): 2

2. Yapmama Ruhsatı (Ruhsatı Terk): 2

3. Asıl Hükmü Düşüren Ruhsat (Ruhsat-ı Iskat): 2

4. Serbest Bırakan Ruhsat (Ruhsat-ı Terfih): 2

5. Geçmiş Ümmetlerdeki Hükmü Düşüren Ruhsat: 3

6. Kuraldışı Akidlere İzin Veren Ruhsat: 3

Bir Başka Yönü ile Ruhsatların Ayırımı: 4

1. Gerçek Ruhsatlar: 4

2. Nisbi Gerçek Ruhsatlar: 5

3. Mecazi Ruhsatlar; 5

4. Nisbi Mecazi Ruhsatlar (Düşüren Ruhsatlar): 6

Genel Olarak Ruhsatların Hükümleri: 7

1. Caiz Olan Ruhsatlar; 7

2. Vacib Olan Ruhsatlar: 8

3. Caiz Olmayan Ruhsatlar: 9

Azimet ve Ruhsatın Hikmetleri: 9

AZİMET VE RUHSAT

Azimet ve ruhsat, teklifi hükümlerle ilgili olan konulardır. Çünkü her tür­lü şarta rağmen hükümler, aynen İfâ edilirse azimet, zaruretten dolayı bir far­zın terkedilmesine veya bir haramın işlenebilirliğine İzin bulunursa ruhsat söz-konusu olur.

İşte bu nedenledir ki, teklifi fiillerin akabinde ruhsat ve azimet zikredil­mektedir.

Tarifleri:

a. Azimet; kulların özürlerinin sebeb olmadığı itk ve asıl hükümlerdir. Mü­kellefin, yolcu olmasına rağmen, Ramazan orucunu tutması, müslümamn Ölümle tehdit edilmesine rağmen, iyiliği emredip kötülüğe mani olması azi­mettir.

b. Ruhsat; bir kolaylık ve bir müsaade olmak üzere kulların özürleri se­bebiyle ortaya çıkan geçici bir hükümdür. Seferi olan bir mükellefin Rama­zan orucunu yiyebilmesi, hasta bir kadının kadın doktor bulamadığı bir yerde erkek doktora tedavi maksadıyla namahrem yerlerini gösterebilmesi gibi.[1]

Tariflerden de anlaşıldığı gibi azimet, asıl olan hükümdür. Mükellefler, as­lında azimeti yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu itibarla azimeti seçmek takvalık nişanesidir. Ruhsat ise, azimetin yapılması zor olunca kullara kolay­lık sağlayan geçici mahiyette bir hükümdür.

Ruhsatın Sebebleri:

Daha sonra teferruatıyla izah edileceği üzere, ruhsata yol açan sebebler, zorlama (İkrah), zaruret, nefsi müdafaa, zorluk ve meşakkat gibi hususlardır.

Ruhsatın Kıs unları:

Fıkıh usulü alimleri azimet ve ruhsatı çeşitli yönlerden İncelemişler ve ruh­satları bir çok kısımlara ayırmışlardır. Ruhsatın kısımlarını şu şekilde özetle­mek mümkündür.

1. Yapma Ruhsatı (Ruhsat-ı Fiil):

Her hangi bir şey yasaklanmış olur (haram kılınır) da bununla beraber bir zaruret veya ihtiyaçdan dolayı onu yapmaya izin verilmiş olursa, bu durum­da “yapma ruhsatı” bulunmuş olur. Mesela namahrem bir erkeğin kadının ba­kılması haram olan yerlerine bakması haramdır. Ancak kadının hasta olma­sı ve onu tedavi edecek kadın doktorun da bulunmaması halinde ortada bir ihtiyaç bulunduğundan erkek doktorun bu hasta kadını tedavi etmesine ruhsat vardır. Bu bir işi yapma ruhsatıdır.

2. Yapmama Ruhsatı (Ruhsatı Terk):

Herhangi bir şeyin yapılması farz kılınmış olur, bununla birlikte belli bir zaruret veya zorluktan dolayı bu şeyi yapmamaya izin verilmiş olursa “yap­mama ruhsatı” söz konusu olur. Mesela Ramazan ayında oruç tutmak farz­dır. Bununla birlikte kişi hasta veya yolcu olursa, ortada bir zorluk bulundu­ğundan böyle bir kişinin orucunu yemesine ruhsat vardır.

3. Asıl Hükmü Düşüren Ruhsat (Ruhsat-ı Iskat):

Herhangi bir zaruretten dolayı, asıl hükmü bırakıp ruhsatı seçmek vacip ve azimeti seçmek günah olursa, işte bu durumda hükmü düşüren ruhsat mev­cuttur. Mesela aslında leş yemek haramdır. Ancak açlığından dolayı öleceğin­den korkan bir insanın leşten ölmesini önleyecek kadar yemesi vaciptir. Bu­nu yemeyip ölecek olursa, günahkâr olur. İşte burada İeşten yeme ruhsatı, onun haram olma hükmünü düşürmüştür. Bu itibarla bu bir ruhsat-ı iskattır.

4. Serbest Bırakan Ruhsat (Ruhsat-ı Terfih):

Herhangi bir zaruret vey.: zorluk, belli bir şeyin asıl hükmünün yapılıp ve­ya yapılmamasını eşit hale getirir ve yükümlüyü onu yapıp veya yapmama­da serbest bırakacak olursa “terfih” ruhsatı mevcut olur. Mesela Ramazan ayında yolculuk yapmak, oruç tutmakla yükümlü olan kişiyi bunu tutup veya tut­mamada serbest kılar. Bu itibarla, burada ruhsatı terfih sözkonusu olur.[2]

5. Geçmiş Ümmetlerdeki Hükmü Düşüren Ruhsat:

Geçmiş ümmetlere farz kılınmış veya yasaklanmış olan zor hükümleri Muhammed ümmetinden düşüren ruhsatlardır.

Bu türden olan ruhsatlara “Mecazi Ruhsatlar” İsmi verilmiştir. Zira bura­da düşen asıl hükümler, aslında Muhammed ümmetine farz kılınan veya ya­saklanan sonra kaldırılmış olan hükümler değillerdir. Mesela İsrailoğulların-dan bazılarının tevbe etmeleri, ancak birbirlerini öldürmeleriyle mümkündü. Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor: “Musa kavmine şöyle demişti, ey kavmim buzağıyı ilah edinmekle şüphesiz kendinize zulmettiğiniz. O halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün, yaratanınızın katın­da bu sizin için daha hayırlıdır.”[3]

Allah Teala Muhammet ümmetinin günah işleyenlerinden bu şekilde tev­be etme yükümlülüğünü kaldırmıştır. Bu da mecazi anlamda oİsa bile, üm-met-i muhammed için bir ruhsattır.

6. Kuraldışı Akidlere İzin Veren Ruhsat:

Bunlar, genel kurallara ters düşen, akîdlerin yapılmalarına İzin veren ruhsatlardır. Mesela marangoza bir masanın yapılmasını veya terziye bir el­bisenin dikilmesini sipariş vermek yahut bir yolcuyla belli bir şeyi ısmarla­mak bu İstisnai akidlerdendir. Zira kural olarak bir İnsanın fülen elinde bu­lunmayan bir şeyi satması caiz değildir. Çünkü bu hususta Resulullah’dan şun­lar rivayet edilmektedir. Hekim bin Hizam, diyor ki “Ben Resulullah’a, ey Al­lah’ın Rasulü bazı insanlar bana geliyor ve bende bulunmayan bir şeyi ken­dilerine satmamı İstiyorlar. Ben onlara istedikleri şeyi satıp sonra da o şeyi çarşıdan alarak onlara teslim edebilir miyim?” dedim. Resulullah da “kendin­de bulunmayan bir şeyi satma” buyurdu.[4] Diğer bir rivayette “kendinde bulunmayan bir şeyi satman helal değildir” buyurmuştur.[5] Buna karşılık ba­zı hadis-i şerifler “selem akdi” diye adlandırılan sipariş verme veya ısmarla­ma akidlerinin yapılmasına ruhsat verildiğini beyan etmekte ve kişinin elin­de bulunmayan bir malı satamayacağı genel kuralına istisna getirildiğini bildirmektedir. Bu da bir nevi ruhsattır.

Abdurrahman bin Ebza ve Abdullah bin Ebu Evfa diyorlar ki: “Biz Resulullah’la beraber ganimet elde ediyorduk. Bizlere, Şam’da yaşayan ve Nebat[6] diye adlandırılan insanlar geliyorlardı. Biz onlara (bedelini peşin Ödeyerek ve verecekleri eşyanın) vadesini belirterek buğday, arpa ve kuru üzüm ısmar­lıyorduk. Ravi Muhammed bin Ebu Mucalid sormuş ki: Sizin bunları ısmar­ladığınız zamanda onların ekinleri var mıydı, yok muydu? Abdullah bin Ebu Evfa: “Biz onlara bunu sormuyorduk” demiştir.[7] Diğer bir rivayette “Ab­dullah bin Ebu Evfa demiş ki: Biz Resulullah’ın Ebu Bekir’in ve Ömer’in dö­nemlerinde (bedelini peşin verip) buğday, arpa, kuru üzüm ısmarlıyor­duk”[8]

Yine “Abdullah bin Ebu Evfa diyor ki: Biz (bedelini peşin verip) mikta­rını ve vadesini tayin ederek Şam’da yaşayan Nebatlara buğday, arpa ve zey­tin yağı ısmarlıyorduk” Muhammed bin Ebu Mucalid diyor ki: Ben dedim ki siz bunları ellerinde bu inallar bulunan kişilere mi ısmarlıyordunuz? Abdul­lah bin Ebu Evfa: “Biz onlara bunu sormuyorduk” dedi. Sonra ben Abdurrah­man bin Ebza’dan da bunu sordum, o da “Resulullah’ın sahabeleri, onun dö­neminde ısmarlama (selem) yapıyorlardı. Biz kendileriyle bu tür şeyleri ıs­marladığımız İnsanlara, ekinleri olup olmadığını sormuyorduk” dedi.[9]

Abdullah bin Abbas (ra) diyor ki: “Resulullah’ın Medine’ye geldiği zaman orada yaşayan insanlar, bir yıl veya iki yıl vade ile hurma ısmarlıyorlardı. Bu­nun üzerine Resulullah “Kim hurma ısmarlarsa ölçü ve tartısını belirterek ısmarlasın” buyurdu.[10] İşte bu hadis-i şerifler, selem akdine ruhsat verildi­ğini beyan etmektedir. Bu da ruhsatın çeşitlerinden biri sayılmıştır. Bazı fıkıh usulü âlimleri ruhsatı daha farklı bir taksimatla ayırmışlardır. Mesela Nesefi, “Menar” isimli eserinde ruhsatları hakiki ruhsatlar mecazi ruhsatlar diye iki kısma ayırdıktan sonra bunlardan her birini tekrar kendi aralarında iki kıs­ma ayırarak ruhsatları şu dört bölüme ayırmaktadır. Bunlar sırasıyla;

Bir Başka Yönü ile Ruhsatların Ayırımı:

1. Gerçek Ruhsatlar:

Bu ruhsatlar, haram kılan sebebin ve hükmün varlığına rağmen yüküm­lüye haramı işleyebilme izni sağlayan ruhsatlardır. Mesela öldürülmekle ve­ya bir organının kopanlmasıyla tehdit edilen bir müslümanın, sadece dili ile kâfir olduğunu söylemesi, yine bunun Ramazan ayında orucunu yemesi, ya­hut başkasına ait olan bir malı telef etmesi ya da iyiliği emretmeyi ve kötü­lüğe mani olmayı terk etmesi, ya da hacda ihramlı İken ihrama ters düşen bir suçu işlemesi bu tür ruhsatlardandır. Keza açlıktan dolayı öleceğinden kor­kan bir İnsanın, başkasına ait olan bir maldan zaruret miktarı yemesi gerçek ruhsatlardandır.

Bu türden ruhsatların hükmü: Bunların bulunması halinde yükümlünün azimeti tercih edip ruhsatlara baş vurmaması daha evladır. Zira bu durum­da hem haram kılan sebeb hem de haram olan hüküm fiilen mevcuttur. Sa­dece bu hükmün yapılabileceğine bir ruhsat vardır. Bu gibi yerlerde dini yü­celtmek için azimeti seçmek metanetli olmanın nişanesidir. Bu itibarla azi­meti seçer de öldürülür veya ölürse, şehid sayılır. Bununla beraber, mükel­lefin ruhsatı seçmesi günah değildir.

2. Nisbi Gerçek Ruhsatlar:

Burada hükmün sebebi mevcuttur. Fakat hükmün kendisi ertelenmiş olur. Bu itibarla yükümlünün hükmü terk edip bilahare yapmasına ruhsat var­dır. Mesela yolcu olan bir insanın yolculuğu esnasında Ramazan orucunu ye-yip sonra gününe gün oruç tutması bu türden olan ruhsatlardandır. Burada hükmün sebebi olan Ramazan ayı mevcuttur. Ancak yolculuk dolayısıyla oruç tutmak hükmü ertelenmiş olur.

Bu türden olan ruhsatların hükmü: Bunlarda da azimeti tercih etmek da­ha evladır. Zira hükmün sebebi mevcuttur ve verilen ruhsatın kolaylığa mı yoksa zorluğa mı sebeb olacağı da belli değildir.[11] Haneliler buna dayana­rak Ramazan ayında yolculuk yapan bir İnsanın, zayıf düşmemesi şartıyla oruç tutmasını daha evla görmüşlerdir.

İmam Şafiiden nakledilen bir görüşe göre, burada ruhsatı seçmek daha ladır. Bu itibarla yolcunun orucunu yemesi daha iyidir.

3. Mecazi Ruhsatlar;

Bunlar, geçmiş ümmetlere farz kılman ve ümmeti Muhammedden kaldı­rılmış olan pek çetin ameller ve amellerde aranan ağır şartlardır. Bunlar, Mu-hammed ümmetine hiç farz kılınmadığı İçin bunlara mecazi ruhsatlar ismi ve­rilmiştir.

Bu ruhsatlara misal olarak şunları zikretmek mümkündür. İsrailoğulların-dan buzağıya tapanların günahlarının affedilmesi için ancak birbirlerini öl­dürerek tevbe edebilmeleri emredilmiştir. Bu hususta Allah Teaîa şöyle bu­yuruyor: “Bir zaman Musa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Buzağıyı ilah edinmekle şüphesiz kendinize zulmettiniz, o halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün. Yaratanınız katında bu sizin için daha hayırlı­dır.. “[12] Muhammed ümmetinin tevbesi ise, sadece kalben vazgeçmesi ve di­liyle aff dilemesiyledir.

Keza geçmiş ümmetlere sadece mabetlerde namaz kılmaları, oruçlarını yal­nız akşamleyin açmaları, sadece su ile temizlenebilmeleri, zekat olarak mal­larının dörtte birini vermeleri, namaz kılarken eski elbise giymeleri, ellerini boyunlarına bağlamaları gibi hükümler farz kılınmıştı. Muhammet ümmetin­den bu tür hükümler kaldırılmıştır. Bunların kaldırılması bir hafifletmedir ve bir nevi ruhsattır. Peygamber efendimiz kendisine ve ümmetine has kılınan ruhsatları sayarken: “… yeryüzü bana mescid ve temiz kılınmıştır…”[13] buyur­muştur.

4. Nisbi Mecazi Ruhsatlar (Düşüren Ruhsatlar):

Bunların bulunması halinde, kuldan yükümlü olduğu hüküm düşer ve onun azimeti seçme İhtimali kalmaz. Bunlar bir yönden mecazi ruhsatlara di­ğer yönden de hakiki ruhsatlara benzemektedirler.

Zira bunların bulunması halinde hüküm düşer ve azimeti seçme ihtima­li kalmaz.

Bu yönden mecazi ruhsatlara benzemektedirler. Diğer yandan bunların bu­lunmaması halinde hükmün kendisi ve sebebi mevcut olur. Bu yönleriyle de gerçek ruhsatlara benzemektedirler.

Bunlara misal olarak şunlar zikredilmektedir.

a. Yolcunun dört rekatli namazları iki rekat kılması. Burada yolculuk dört rekatı ikiye düşürmüştür. Şafiiler, bunu hakiki bir ruhsat saymışlardır.[14]

b. Öldürülmekle tehdit edilen veya açlığından dolayı öleceğinden korkan bir kişinin leş yemesi veya İçki İçmesi. Burada cebir ve zaruret leşin ve iç­kinin haramhğını düşürmüştür. Şafii ve Ebu Yusuf, bunların da hakiki ruh­satlar olduklarını söylemişlerdir.

Bu türden olan ruhsatların hükmü: Hanefilere göre, öldürülmekle teh­dit edilen veya açlığından yahut susuzluğundan dolayı öleceğinden korkan bir kişiden leşin ve içkinin haramlığı düşmüş olduğundan bunların canları­nı kurtarmaları için bu şeylerden yeme ve içmeleri gereklidir. Bunların azi­meti seçmeye bîr imkanları yoktur. İşte bu nedenledir ki bu durumda olan bir insan, leşi yemez veya içkiyi içmez de Ölür veya öldürülür ise, günahkâr olur.[15] Şafii ve Ebu Yusuf a göre ise müminin bu hallerde azimeti seçerek ölü­mü tercih etme hakkı vardır. Bunu yapar da ölür veya öldürülür İse, günah­kâr olmaz.[16]

c. Bir kısım alimlere göre ayağına mest giyen insandan nıesh etme süre­since ayağını yıkama farzının düşmesi de hükmü düşüren ruhsatlardandır. Bu­rada asıl hüküm ayakların yıkanmasıdır. Mest giyen insandan yıkama hük­mü düşmüş olur. Bazı alimler İse bunu hükmü düşüren ruhsatlardan sayma­yıp hükmü serbest kılan ruhsatlardan saymışlardır.

Genel Olarak Ruhsatların Hükümleri:

Ruhsatları, hükümlerine göre caiz olan ruhsatlar, vacip olan ruhsatlar, ca­iz olmayan ruhsatlar diye üç kısma ayırmak mümkündür.

1. Caiz Olan Ruhsatlar;

Bazı hallerde ruhsatı seçmek caizdir. Onu seçmek her hangi bir günahı İcab ettirmez. Bununla beraber azimeti seçmek daha evladır. Takvaya vesile olur. Mesela, Öldürülmekle tehdit edilen bir müslüman, ruhsatı seçerek, kalbi imanla dolu olmasına rağmen, diliyle kâfir olduğunu söyleyip, öldürül­mekten kurtulabilir.

Zira bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Kim iman ettikten sonra, Allah’ı inkâr eder, kalbini inkara açık tutar­sa, Allah’ın gazabı onların üzerinedir. Onlara büyük bir azap vardır. Kal­bi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan hariç.”[17]

Diğer yandan dininden dönmesi için öldürülmekle tehdit edilen böyle bir müslümanın azimeti seçmesi daha evladır. Öldürülürse şehid olur. Taham­mül edip yaşarsa sevaba nail olur. Bu hususta Allah Teala Hz. Lokman’m oğ­luna yapmış olduğu tavsiyeleri naklederek buyuruyor ki: Lokman oğluna şöy­le dedi: “Ey yavrum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe mani ol başına gelecek musibete sabret, şüphesiz ki sabretmek işlerin azimetlerindendir.”[18]

İslâm dini gelince Hz. Ebu Bekir, Hz. Hatice ve Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas dışında, önce köleler iman etmişlerdir.[19] Kendilerine yapılan işkenceler karşısında bazıları azimeti ve bazıları da ruhsatı seçmişlerdir.

Mesela Zeyd bin Harise, Bilal bin Rebah, Amir bin Fuheyre, Ammar bin Yasir, Ubeyd bin Zeyd, Ebu Fukeyhe (ra)ler ilk iman eden kölelerdendir. Bu hususta Ammar bin Yasir şöyle diyor:

“Ben Resulullah’ın Öyle bir zamanını biliyorum ki, onunla beraber müs­lüman olarak sadece beş köle, iki kadın, bir de Ebu Bekir bulunuyordu.”[20]

İşte bu mustaz’afların İman ettiklerini gören müstekbir müşrikler, bunu iç­lerine sindiremeyip, kaba kuvvete başvurmuşlar, günümüzde benzerleri müslümanlara yapılan bir çok işkenceyi bu ilk müslümanlara yapmışlardır.

Daha sonra da İzah edileceği üzere, işkenceye maruz kalan müslüman-lardan bazıları, ruhsatı seçip müşriklerin ellerinden canlarını kurtarmışlardır. Ammar bin Yasir bunlardandır. Diğer bazı müslümanlarsa azimeti seçmişler, işkencelere karşı sabretmişler ve İslamın ilk şehidi olma şerefine nail olmuş­lardır. Ammar’ın annesi Sümeyye bunlardandır. Müşrikler Ammar’ın annesi Sümeyye’yi İki devenin arasına bağlamışlar ve ona; “Sen, müslüman erkek­ler hoşuna gittiği için müslüman oldun” diyerek işkence etmişlerdir. Sümey­ye boyun eğmeyince müşrikler o iffetli hanımın avret mahalline mızrak so­karak şehid etmişlerdir.”[21]

Hubeyb bin Zeyd de bu şehidi erdendir. Şöyle ki Museylimetu’l-Kezzab ad­lı mürted, Hubeyb bin Zeyd’e “Muhammed’in Allah’ın Peygamberi olduğu­na şehadet ediyor musun?” diye sorunca Hubeyb “Evet” demiş, Museylime; “Benim Allah’ın Peygamberi olduğuma şahidlik eder misin?” deyince de Hubeyb “kulaklarım duymuyor” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Musey­lime Hubeyb’i parça parça etmiştir.[22]

Resulullah, Hubeyb’in bu haberini işitince; “Hak uğrunda parçalandı, ne mutlu ona”[23] buyurmuştur.

Çeşitli İşkencelere katlanıp, buna rağmen, Allah dilemediği İçin katledil­meyen Hz. Bilal de bu kahramanlardandır. Müşrikler ona çeşitli işkenceler etmişler, hatta Mekke’nin sıcağında göğsüne büyük bir taş koyup, sokakla­rında sürüklemişlerdir. Fakat Bilal:

“Ehadun Ehad” (Allah birdir, Allah birdir) sözlerini söylemeden geri dur­mamış ve müşriklere: “Allah’a yemin olsun ki, eğer sizi bundan daha fazla kızdıracak bir söz bilsem mutlaka söylerim”[24] demiştir.

2. Vacib Olan Ruhsatlar:

Bazı hallerde ruhsatı seçmek mecburidir. Ruhsat almayıp azimeti seçen ki­şi günahkar olur. Açlıktan öleceğinden korkan kimsenin açlığım gidermesi İçin domuz eti, leş ve kan gibi haramlardan zaruret miktarı yemesi bu tür ruh­satlara bir misaldir.

Cumhur ulemaya göre, bu hallere maruz kalan bir müslüman ruhsatı seç­mek zorundadır. Mükellef olmadığı azimeti seçer de ölür veya öldürülürse

günahkâr olur.[25] Zira Allah Teala bu hususta şöyle buyuruyor:

“… Allah size haram olan şeyleri açıklamıştır. Çaresiz olarak yemek zo­runda kaldıklarınız hariçtir.”[26]

Görüldüğü gibi, çaresiz kalarak yenilen şeyler haramlar çerçevesinden çı­karılmış ve mubahlardan sayılmıştır. Mubah olan bir şeyi yemeyip ölenin ve­ya öldürülenin günahkar olacağı muhakkaktır.

İmam Şafii ve İmam Yusuf a göre ise, bu duruma düşen bir müslüman azi­meti seçer, haram olan şeylerden yemez ve İçmez de Ölürse günahkâr olmaz. Çünkü bu hallere maruz kalan insanlardan azimet düşmüş değildir. Nitekim şu âyet-i celile bunu göstermektedir:

“Şüphesiz ki Allah size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah’dan başka­sı adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır, zaruret haddi­ni aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden yer ise ona günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. “[27]

Görüldüğü gibi âyet-i celilenin sonunda “ona günah yoktur, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir” ifadeleri zikredilmiştir. Bu da zaruret halinde olan bir mükellefin bunları yapması durumunda günahkar ol­mayacağını, Allah’ın affına mazhar olacağını gösterir. Azimetin düştüğüne de­lil olmaz. O halde azimeti tercih edip bu haramlardan uzak kalan kişi elbetteki günahkar olmayacaktır.

Diğer yandan kullar bu tür yasaklan aslında yapmamakla mükelleftirler. Bunların zaruret halinde yapılabilmeleri bir İstisnadır. İstisnayı bırakıp asıl hük­me uyanın günahkâr olduğunu söylemek makul bir şey değildir.[28]

3. Caiz Olmayan Ruhsatlar:

Bir kısım haller de vardır ki, mükellef için artık bu hallerde ruhsat yok­tur. Sebebler ne olursa olsun, kişi azimeti seçmek zorundadır. Mesela, başkasını öldürmediği taktirde Öldürülmekle tehdit edilen kişi, öldürülmesi is­tenen kişiyi öldüremez. İleride açıklanacağı üzere bir müslümana: “Şu kişi­yi öldür veya organlarından birini kesip kopar, yoksa seni öldürürüz veya or­ganlarından birini kesip koparırız” şeklinde bir tehdit yapılacak olsa, teh­dit edilen bu müslüman, o kişiyi öldüremez veya bir organını kesemez. Ke­za zina yapmadığı taktirde öldürülmekle tehdit edilen kişi zina yapamaz. Ha­nefî mezhebine göre, ölümle tehdit edilen kişi anne-babasını az veya çok dö-vemez.

Azimet ve Ruhsatın Hikmetleri:

Azimet ve ruhsatın hikmetlerinden biri de Allah Tealanın kullarını imtihan edip onları birbirlerine tanıtması, gerçekten iman edenleri münafıklardan ayık-lamasıdır. Böylece herkesin ne olduğu açığa çıkmış olsun. Müminler çevre­lerindeki insanlara layık oldukları şekilde davransınlar.

Allah Teala, kullarının İman etmelerini emretmektedir. Bazı kulları buna İsteyerek uymakta, diğerleri ise, bunu reddetmektedirler. Allah Teala redde­denlerin bazılarını daha dünyada iken cezalandırır. Diğerlerinin cezasını ise ahirete bırakır. Diğer yandan iman eden kullarını bazan bu imansızlar va­sıtasıyla bazan da vereceği çeşitli âfet ve musibetlerle imtihan etmektedir. İş­te bu imtihanlar vuku bulduğunda azimet ve ruhsat söz konusu olmaktadır.

Bu konuya girmeden önce azimet ve ruhsatı seçmeye vesile olan imtihan­ların neden kaynaklandığına ve bu imtihanlar karşısında insanların tarih bo­yunca nasıl davrandıklarına, neticede ne gibi akıbete uğradıklarına kısaca de­ğinmekte fayda görülmektedir.

Herkese malumdur ki, Allah Teala bütün varlıkları kendisini bilmeleri ve kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır. Nitekim bir âyet-i celilede şöyle bu­yu rulmaktadır:

“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”[29]

İnsanlar ve cinler dışında bütün yaratıklar Allah’a boyun eğmekte ve ya­ratılış gayelerine uygun bir surette O’na itaat etmektedirler. Allah Teala şöy­le buyuruyor:

“Yedi gök, yer ve onlarda bulunan varlıklar, Allah’ı teşbih ve tenzih ederler. Aslında hiçbir şey yok ki, Allah’ı hamd ile teşbih etmesin. Ne var ki, siz onların teşbih etmesini anlamazsınız.”[30]

Fakat cüz’i iradeye (bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücüne) sa­hip olan ve günah işleme temayülünde olduğu için “ağır yüklü iki varhk” di­ye adlandırılan insanoğlu ve cinler, Allah’a kulluk bakımından farklıdırlar. Bazıları mümin diğerleri ise kafirdir.

Allah Teala, insan ve cinden hiçbir varlığa mazeret ileri sürecek herhan­gi bir açık kapı bırakmayıp kendisini tanıtacak bütün vasıtaları yaratmış ve göndermiştir:

Mesela, insanlara, iyi olanı kötüden seçmeleri, doğruyu yanlıştan ayırde-debilmeleri, hayrı serden seçebilmeleri için akıl gücünü vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de onüç âyetin sonunda “Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”[31] ifade­si zikredilmektedir. Yine Allah Teala insanlara kendi içlerinden peygamber­ler göndermiş, bunlar vasıtasıyla ilahi nizamını onlara açıklamıştır. Bir âyet-i celilede şöyle buyuruluyor: “Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz. “[32]

Ayrıca Allah Teala peygamberlerin ömürleri sınırlı olduğundan onlardan sonra gelen insanların da ilahi nurla bizzat muhatab olmaları için semavi ki­taplar göndermiştir.

Bütün bu lütuflara rağmen, yine de insanların çoğu şehvani arzularının kö­lesi olmaktan kurtulamamış, dünyada açgözlülüğünü yenememiş ve şeyta­nın takipçisi olmuşlardır. Neticede bunlar kendilerini yoktan var eden ve en güzel şekilde yaratıp düşünme kabiliyeti veren yaratıcılarına karşı İsyan et­mişler, hatta akıl ve güçlerini ters yönlerde kullanarak onlara bu gücü vere­ni inkâra kalkışmışlardır.

Allah Teala, peygamberleri aracılığıyla bu tür insanları çeşitli yollarla uyarmış, iman edenleri kurtarıp kafirleri yok etmiştir. Evet, Allah Teala’nın varlığını, birliğini, mutlak kudrete sahip olduğunu ve sadece O’nun gönder­diği nizamın geçerli olduğunu kabul etmeyenler, her zaman hüsrana uğra­mışlar, daha dünyada iken bile ilahi azaba duçar olmuşlardır. İman edenler İse imtihanı kazanıp dünya ve ahiretlerini mamur etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’İn çeşitli yerlerinde kıssaları geçen Nuh, Ad, Semud ve Lut kavimleri Medyen halkı, Firavn ve benzerleri bu tür helak edilen kâfir şımarıklardandır.

a. Nuh kavmi hakkında Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Doğrusu Biz, Nuh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. O, kavmi­ne; şüphesiz ben, sîzin İçin apaçık bir uyarıcıyım. Ancak Allah’a kulluk edin. Ben sizin için can yakıcı bir günün azabından korkarım, dedi.”[33]

“Buna rağmen, Nuh’u yalanladılar, Biz de Nuh ve Onunla beraber ge­mide olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçeği görmeyen kör bir millet idiler.”[34]

b. Ad kavmi hakkında ise; “Ad kavmine de kardeşleri Hud’u peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, si­zin İçin O’ndan başka bir ilah yoktur. Allah’tan hiç korkmaz mısınız?”[35]

“Biz, Hud ve beraberindekileri rahmetimizle kurtardık. Ayetlerimizi ya­lanlayanların da kökünü kazıdık. Çünkü onlar, müminlerden değillerdi”[36] buyurmuştur.

c. Semud Kavmi hakkında ise şöyle buyuruyor:

“Semud kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber olarak gönderdik. On­lara şöyle dedi: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için ondan başka ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mucize gelmiştir. İşte Allah’ın şu dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu Allah’ın arzında otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azaba uğrarsınız.”[37] “Deveyi kestiler ve böylece Rablerinin emrine isyan ettiler. Ve dediler ki Ey Salih! Eğer gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit etmekte olduğun aza­bı bizlere getir. “Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de evlerinde dizüstü kapanıp kaldılar.”[38]

d. Lut kavmi hakkında İse Allah Teala şöyle buyuruyor: “Lut’u da kavmi­ne peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: Sizden önce âlemler­den hiçbirinin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? “Siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?” Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz. “[39] “Lut kavmine azab emrimiz gelince, yaşadıkları ülke­nin altını üstüne çevirdik. Üzerine Rabbin tarafından işaretlenmiş kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık. Bu azap, zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir.”[40]

e. Medyen halkı hakkında da şöyle buyuruyor:

“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’i peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmini! Allah’a kulluk edin. Sizin İçin ondan başka İlah yoktur.”[41] “Azab emrimiz gelince Şuayb’i ve onunla beraber iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir çığlık ya­kaladı. Böylece yurtlarında dizüstü yığılıp kaldılar.”[42]

f. Firavun ve topluluğu hakkında ise Allah Teala Şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki Biz, Musa’yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle Fira­vun ve topluluğuna peygamber olarak gönderdik. Fakat topluluğu Fi-ravna uydu. Oysa Firavun’un emri doğruya ulaştırıcı değildL”[43] “Musa, Firavuna en büyük mucizeyi gösterdi.” Fakat Firavun yalanladı ve isyan et­ti” “Sonra yüz çevirip fesad çıkarmaya girişti” “İnsanları topladı ve haykırarak şöyle dedi: “Ben, sizin en yüce Rabbinizim.”[44] “Bunun üzerine on­ları cezalandırdık. Ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmala­rı nedeniyle onları denizde boğduk. “[45]

Allah Teala Hud Sûresi’nde geçmiş ümmetlerin nasıl cezalandırıldıkları­nı beyan ettikten sonra şöyle buyuruyor:

“Rabbinin, zalim olan ülkeleri yakaladığı zaman, yakalaması işte böy­ledir. Şüphesiz Rabbinin yakalaması can yakıcıdır, şiddetlidir.”[46]

Allah Teala kendisini tanımayan şımarık kafirleri hep böyle cezalandırmış­tır. Çağımızın firavunları, karunlan bu tür cezalandırmalardan azade olduk­larını sanmasınlar. Allah Teala mühlet verir amma hiçbir zaman İhmal etmez. Azabın pek yakın olduğundan korkulur. Zira günümüzde insanlık kafirliğin zirvesine ulaşmıştır. Bir yanda Allah’ın varlığını İnkâra kalkışanlar, diğer yanda Allah’ın varlığını zahirde kabulleniyor gibi görünen, fakat bütün ulu-hiyyet sıfatlarını İnsanlara isnad eden yığınlarca insan bulunmaktadır. Hat­ta eskiden İslâm nizamıyla idare edilen ve müslüman sayılan ülkelerde bi­le dinden çıkma esas sayılmış ve müslüman olmak istisnayı teşkil eder olmuş­tur. Artık bu ülkelerde Allah nizamı diye bir şey kalmamış, heykeller ilalılaş-tırılmış, kanunlar onların adına konur olmuştur. İslâmî bir düşünce bile suç sayılıp cezalandırılmıştır. Artık bu kavimlerin Ad veya Semud yahut Firavun kavimlerinden farkı nedir?

Diğer yandan Allah Teala inatçı kafirleri böylece helak ettiği gibi, bunla­rın döneminde yaşayan müminleri de çeşitli imtihanlara tabi tutmuştur. Böy­lece Allah Teala gerçek müminleri münafıklardan, zayıf imanlıları İmanı bütün olanlardan ayırır ve müminlere gerçek imanlıları tanıtmış olur.

Bu tür imtihanlara duçar olan müminlerin bazıları, azimeti seçip şehidlik derecesine ulaşırken, diğer bazıları Allah’ın kendilerine müsaade ettiği ruh­satları seçerler ve kendilerini kurtarıp dünya hayatına devam ederler. Bu iki grup dışında, mümin göründükleri halde, iman etmemiş olan münafık güruh vardır ki kafirlere yaranıp maddî çıkarlar elde edebilmek için, müminlerin im­tihan edildikleri zamanlan fırsat sayarak, kafirlerle beraber olur ve mümin­leri ele vermeye, onlara çeşitli suçlar İsnad etmeye çalışırlar.

Aşağıda zikredilecek olan âyetler müminlerin dünyada çeşitli imtihanla­ra tabi tutulacaklarını, zor durumlarda ve sıkıntılı hallerde yaşayacaklarını ve ancak sabredenlerin kurtuluşa erebileceklerini İfade etmektedir:

“Sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gel­meden önce, cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz. Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu ve şiddetle sarsılmışlardı. Öyle ki, Peygamber ve onunla beraber olanlar: Allah’ın yardımı ne zaman gelecek? demişler­di. Bilin ki Allah’ın yardımı pek yakındır.”[47]

“İnsanlar, sadece İman ettik, demekle bırakılıp imtihan edilmeyecek­lerini mi sandılar?” Doğrusu Biz, onlardan Öncekileri de İmtihan ettik. Al­lah elbette, sözüne sadık olanları da bilir, yalancıları da bilir.”[48]

Yine Allah Teala azimeti seçen müminlere işaretle buyuruyor ki; “İnsan­lar onlara: Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun, de­diklerinde bu onların imanını artırmıştır ve şöyle demişlerdir: AUah bi­ze yeter, One güzel vekildir.”[49] “Yoksa Allah, İçinizden cihad edenleri be­lirlemeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz…”[50]

Evet, gerçek mümin, kahramanlık ve yiğitlik simgesi olan “cihad etme” sı­fatıyla bilinir. Metanet ve Allah’a güvenin alameti olan ‘sabııiıhk” vasfıyla ta­nınır. Böylece bir mümin, korkaklıkla tedbiri birbirine karıştıran, dengesiz­likle kahramanlığı aynı kefeye koyan ürkek ve hırçın kişilerden pek uzak­tır. O, canının nerede verilmesi gerektiğini de bilir. Bütün baskı ve zorluk­lara karşı sabretmesini de.

Allah Teala şu âyet-i celilelerde de müminlerin tabi tutulacakları İmtihan­ların çeşitlerini beyan ederek buyuruyor:

“Şüphesiz sizi, biraz korku, açlık, mal ve can ve ürün eksikliğiyle im­tihan edeceğiz. Ey Muhammedi Sabredenleri müjdele.” “Onlara bir musi­bet dokunduğu zaman: Şüphesiz biz, AUah içiniz ve mutlaka O’na döne­ceğiz, derler. İşte Rablerinin af ve rahmeti onlaradır. Doğru yolda bulu­nanlar da onlardır.”[51]

“Şüphe yok ki siz mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan oluna­caksınız, Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak ko­şanlardan mutlaka birçok eziyet verici söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, biliniz ki, bu azmi gerektiren işlerdendir,”[52]

Allah Teala imtihanlar karşısında münafıkların nasıl tavır takındıklarını be­lirterek buyuruyor ki: “İki topluluğun karşı karşıya geldiği günde size ge­len musibet Allah’ın izniyledir. Allah’ın müminleri ortaya çıkarması, münafıkları da belirtmesi içindir. O münafıklara: Gelin Allah yolunda savaşın veya kendinizi savunun denildiği zaman şöyle derler: Biz savaşma­yı bilseydik size tabi olurduk. O gün onlar kafirliğe, imandan daha yakın­dılar. Kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. Allah onların giz­lediklerini çok iyi bilir.”[53]

Heyhat! Münafıklar imtihanlarından Öğüt alsınlar! Allah Teala’nın da bil­dirdiği gibi onlar ne yaptıklarından vazgeçerler ne de başlarına gelen fela­keti düşünürler!

“Onlar hiç görmüyorlar mı ki, yılda bir veya iki defa İmtihan oluyor­lar, yine de tevbe etmiyor ve öğüt almıyorlar.”[54]

Konumuz ahkamı şeriyye ile ilgili olarak azimet ve ruhsattır. Bu konula­ra sebeb teşkil eden “ikrah”, “zaruret”, “nefsi müdafaa” ve bezeri mevzular bilinmedikçe azimet ve ruhsatı gereği gibi bilmek mümkün değildir. Bu iti­barla önce ikrah, sonra zaruret, daha sonra nefsi müdafaa konularının işle-nilmesi ve bunlar çerçevesinde neyin azimet ve neyin de ruhsat olduğunun misallerle ortaya konması zarureti hasıl olmuştur.


[1] Bu hususta, “Bedaî es-Sanaî” adlı eserin sahibi Hanefi fıkıh çıkıntıdan Alaaddin Ka-şani şunları söylemektedir: “Eğer bir kadın erkek doktorun bakması haram olan bir yerinden hasta olursa, onu tedavi etmeyi biten bir kadın tedavi eder. Tedavi etmesini bilmiyorsa, öğrenir sonra tedavi eder.

Şayet tedavi etmesini bilen veya öğrenen bir kadın bulunmaz ise ve hasta kadının he­lak olacağından veya sakat kalacağından yahut tahammül edilemeyecek bir acı­ya maruz kalacağından korkulursa, işte o zaman erkek bir doktor, bu kadını te­davi edebilir. Fakat sadece tedavi etmesi gereken yeri açabilir ve gücü yettiği öl­çüde gözünü kapar. Çünkü şer’an haranı olan şeylerin haramhğı zaruret halinde düşer. Fakat zaruret miktarı aşılamaz. Zira hükmün asıl dayanağı zarurettir. Zaru­ret olmayan yerde helal kıldığı hükmü de yoktur. (Bkz. Bedâi es-Sanaî, c. VI, sn. 2962, Matbaatı İmam, Kahire, Mısır).

[2] Zikredilen bu misalde oruç tutup veya tutmama serbest ise de bu iki şık tam eşit değildir. Ebu Hanife, Şafii ve İmanı Malİk’e göre oruç tutmaya gücü yeten yolcu veya hastanın oruç tutmaları daha evlâdır. Zira Allah Teala; “… Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha evladır.” (Bakara, 184) buyurmuştur. Şayet yolcu veya hasta oruç tutmada zorlanıyorlarsa bunların oruçlarını yemeleri daha evladır. Zi­ra Allah Teala: “Allah size kolaylık diler. Zorluk dilemez.” (Bakara, 185) buyur­muştur.

İmam Ahmed bin Hanbele göre ise, her halükarda Ramazanda yolcu veya hastanın oruç tutmamaları daha evladır. Zira Resulullah bir hadis-i şerifinde şöyle buyur­muştur. “Allah yasakladığı şeylerin yapılmamasını sevdiği kadar, ruhsat verdi­ği şeylerin de yapılmasını sever.” (Müsned, îmanı Ahmed, c. II, sh. 108)

[3] Bakara, 54

[4] Nesei, Kit. Buyu, bab: 60; Tirmizi, Kit. Buyu, bab: 13, hn. 1232-1233; EbuDavud, Kit. Buyu, bab: 70, hn. 3503

[5] Ebu Davud, Kir Buyu, bab: 70, İm. 3504; Nesei, Kit. Buyu, 60; Tirmizi, Kit. Bu­yu, bab: 19, hn. 1234

[6] Nabatlar, asılları arap sonra Araplıklarını kaybeden, dillerini ve dinlerini değişti­ren. Şanı ve civarında yaşayan hristiyan oldukları söylenen ve tarımla meşgul olan insanlardır.

[7] Buharı, Kit. Selem, bab: “

[8] Buharı, Kit. Selem, bab: 21; Ebu Davud, Kir. Buyu. bab: 57, hn. 3464; Nesei, Kit. Buyu, bab: 62; İbn Mace, Kit. Ticaret, bab: 59; lın. 2282

[9] Buharı, Kit. Selem bab: 3; Ebu Davud, Kit. Buyu, bab: 57, hn. 3464; Nesei, Kit. Bu­yu, bab: 62

[10] Buharı, Kit. Selem, bab: 1-7; Müslim, Kit. Musakat, bab: 127, hn. 604; Nesei, Kit. Buyu, bab: 63: Ebu Davud, Kit. Buyu, bab: 57, hn. 3463; İbn Mace, Kit. el-ticarat, bab: 59; lın. 2280

[11] Zira yolcu iken orucu yemek bir kolaylık sağlıyorsa da, bütün insanlar oruç tutar­ken oruç tutması, tek başına oruç tutmasından daha kolaydır. Bu itibarla misafi­rin orucu yiyebilme ruhsatı kolaylığa mı yoksa zorluğa mı sebeb olur, bilinmemek­tedir ki “misafir kolayı seçsin” denilebilsin.

[12] Bakara, 52.

[13] Buharı Kit. Teyemmüm, bab: 1, Kİt. Salat, bab: 56, Müslim, Kit. Mesacid, bab: 3, hn. 521

[14] Hanefiler, yolculukta dört rekatli farzları iki rekat olarak kılmayı “asıl hükmü dü­şüren” ruhsatlardan saymışlar ve misafirin azimeti seçerek dört rekat kılamayaca-ğını söylemişlerdir. Zira Ya’la bin Ünıeyye diyor ki: “Ben Ömer bin Hattab’a de­dim kî: Allah Teala; “Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman, kafirlerin size fe­nalık yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur” buyuruyor (Nisa, 101) Bıı gün ise, insanlar güven içindeler, korku yoktur (namaz niçin kısaltılıyor) Ömer şöyle dedi: “Senin hayret ettiğin bu şeye ben de hayret et­miştim ve bunu Resulullah’tan sormuştum. O bana şu cevabı vermişti: “Bu Allah’ın size vermiş olduğu bir sadakadır. Onun sadakasını kabul edin.” (Müslim, Kit. Mi­safirin, bab: 4, hn. 686; Ebu Davud, Kit. Salat, bab: 271, hn. 1199; Tirmizi, Kit. Tef­sir, sure 4, hn. 3037) hadis-i şerif yolculuğun düşürücü ruhsatlardan olduğunu gös­termektedir.

Şafii ise; yolculukta dört rekath farzları iki rekat olarak kılmayı “gerçek ruhsatlardan” saymış ve “yolcunun” iki rekat kılmasına ruhsat vardır. Ancak azimeti seçerek dört rekat kılması daha evladır demiştir. Zira Allah Teala: “Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman kafirlerin size fenalık yapmalarından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur,” buyurmaktadır. “Size bir günah yoktur” ifa­desi yolcunun namazı kısaltmasına izin verildiğini gösterir. Kısaltmakla yükümlü olduğunu göstermez. Bu da azimeti seçip namazı tam olarak kılmasının daha ev­la olduğunu ifade eder. Hanefiler, Safilere cevaben şöyle demişlerdir: “Ayetteki «bir günah yoktur» ifadesi müminlerin gönlünü hoşnut etmek için zikredilmiştir. Zira onların kalbine namazı kısaltmadan dolayı bir kusur işledikleri hissi gelmiş olabi­lir. Ayet-i kerime bunu bertaraf etmiş ve namazı kısaltmanın günah olmadığını be­yan etmiştir.”

[15] Zira bu hususta Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah size haram olan şeyle­ri geniş olarak açıklamıştır. Mecbur kalma durumunuz hariçtir…” (En’am, 119). Ayeti kerimede mecbur kalma durumu haramlardan istisna edilmiştir. Bu da mec­bur kalandan bu haramların düştüğünü ve mubah olduğunu gösterir. Kişi kendi­sine mubah olan bu şeyleri bırakır da ölür veya öldürülür İse, günahkar olur.

[16] Zira Allah Teala diğer bir ayette şöyle buyurmaktadır: “Allah size, ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Bîr kimse mecbur kalır zaruret haddini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bun­lardan yer ise, ona günah yoktur. Şüphesiz Allah çok affedendir ve çok merhamet edendir.” (Bakara, 173)- / … Ayetteki ‘Allah çok affedendir” ifadesi, burada zikredilen haramların haranıiığının düşmediğini ancak zaruret halinde bulunanın bunlardan yemesi durumunda hesa­ba çekilmeyeceğini lıeyan etmektedir. Bu da bu haramları yemenin azimet olduğunu ve bunu seçenin günahkâr olmayacağını ifade eder. Hanefiler, ayetteki “Allah çok affedendir” ifadesinin haramlardan yiyen aç kişinin zaruret miktarını tesbitte ha­ta etmesi halinde Allah’ın onu affedeceğini beyan ettiğini söylemişler ve bu ifadenin: “Bu haramlar mecbur kalan insandan düşmez” sonucunu çıkarmanın doğ­ru olamayacağını beyan etmişlerdir.

[17] Nahl, 106

[18] Lokman, 17

[19] Buhari, Kit. Fadail, bab: 15

[20] Bukari, Kit. Fedaİl Eshab-ı Nebi, bab: 5. Buradaki kölelerin Zeyd, Amir, Ebu Fukey­he, Ubeyd ve Bilal oldukları, kadınların da Hz. Hatice ve Ummul Fadl veya Um-mu Eynıen yahut Sümeyye oldukları zikredilmektedir. (Bkz. Umdetu’l-Kari, c. XVI, sh. 179)

[21] Tefsir el-Kurtubi, c. X, sh. 180, Daru’l Kütüb, Kahire baskısı; Tefsir Ruhu’l-Meanİ, c. XIV, sh. 237, İdaretu’l-Muniriyye, Kahire baskısı.

[22] Fizilalİ’l-Kuran, c. XIV, sh. 102, Daru’l-Arabiyye, Beyrut baskısı

[23] Ruhul Meani, c. XIV, sh. 238

[24] el-Müstedrek li’l Hakim, c. III, sh. 284, bab: Menakıb-ı Bilal; Fizilali’l-Kur’an, c. XIV, sh. 102

[25] Bkz. Fıkıh Usulü, M. Ebu Zehra, sh. 53, Daru’t-Tebliğ, İst; Haşiyetu Şerki’t-Menâr, sh. 602-603

[26] En’am, 119

[27] Bakara, 173

[28] Haşiyetu Şerhu’l Menar, sh. 603, Daru’s-Saade baskısı.

[29] Zariyat, 56

[30] İsra, 44

[31] Bakara, 44, 76; Ali İınran, 67 vd.

[32] İsra, 15

[33] Hud, 25-26

[34] Araf, 64

[35] Araf, 65

[36] Araf, 72

[37] Araf, 73

[38] Araf, 77-78

[39] Araf, 80-81

[40] Hud, 82-83

[41] Araf, 85

[42] Hud, 94

[43] Hud, 96-97

[44] Naziat, 20-24

[45] Araf, 136

[46] Hud, 102

[47] Bakara, 214

[48] Ankebut, 2-3

[49] Ali İmran, 173

[50] Ali İmran, 142

[51] Bakara, 155-157

[52] Ali İmran, 186

[53] Ali İmran, 166-167

[54] Tevbe, 126

VAZ’İ HÜKÜMLER

by Admin in USUL DERSLERİ
Tags: fıkıh usulü, USUL DERSLERİ, vaz i hükümler, vazi hükümler

Vaz’i Hükmün Kısımları: 1

1- Sebeb (Alamet) 2

1- Yükümlünün Fiili Olmayan Sebebler (Alametler): 2

2- YükümlününFiili Olan Sebebler (Alametler): 2

A- Yükümlünün Yapması istenen Sebebler: 2

B- Yükümlünün Yapmaması istenen Sebebler: 2

C- Yükümlünün Yapıp Yapmamada Serbest Olduğu Sebebler: 3

Sebebin Hükümleri: 3

2- Şart 4

1- Sebebi Tamamlayan Şartlar: 4

2- Müsebbebi Tamamlayan Şartlar: 5

3- Teklifi Hükümlere Ait Olan Şartlar: 5

4- Vazi Hükümlerin Gerçekleşmesi İçin Aranan Şartlar: 5

1- Şer’an Var Olan Şartlar (Şer’i Şartlar) 6

2. Tarafların Koydukları Şartlar; 6

a. Akdin Varlığı ile İlgili Olan Şartlar: 6

b. Akidden Doğan Yükümlülükleri Artıran veya Kuvvetlendiren Şartlar. 6

3- Mâni (Engel) 7

1. Sebebi Etkileyen Mâni: 7

2. Hükmü Etkileyen Mâni: 7

1. İbadetler: 8

2. Sözleşmeler: (Akidler) 9

Batıl Akdin Hükmü: 9

Fas id Akidler: 10

Fasid Akdin Hükmü: 10

İslâm Şeriatında Aklın Yeri: 11

Aklın Îyi Veya Kötü Görmesi Meselesi: 11

1. Mutezilenin Görüşü: 11

Mutezilenin Bu Görüşünden Doğan Sonuç; 12

2. İmam Maturidinin ve Hanefilerin Görüşü: 13

3. Eşarilerin ve Cumhur Ulemanın Görüşü: 13

VAZ’İ HÜKÜMLER

Vaz’i hükümler, Allah Teala’nın teklifi hükümleri bağladığı bir kısım ka­yıt ve şartlardır.

Şer’î hükümlerin yerine getirilmesi için bunları gerektiren sebeblerin bu­lunması, kendilerinde aranan şartların tahakkuk etmesi ve bunları engelle­yecek manilerin ortadan kalkması gerekir. Mesela yükümlünün kılmış oldu­ğu bir farz namazının sahih olması için namazın sebebi sayılan vaktin girme­si, sıhhatinin şartı olan abdestin alınmış olması ve sıhhatini engelleyen de­lilik gibi bir maninin bulunmaması gerekir.

Vaz’i Hükmün Kısımları:

Vaz’i hükümler, sebebler, şartlar ve engeller diye üç kısma ayrılmaktadır:

1- Sebeb (Alamet)

Tarifi: Cumhur ulemaya göre sebeb, şeriatı koyan Allah Teala’nın hükmün varlığını gösteren bir nişane kıldığı açık ve net alamettir. Tariften de anlaşıl­dığı gibi, Allah Teala’nın tayin ettiği sebeb, hükmün sebebi sayılır. Kulların hükme sebeb tayin etme yetkileri yoktur. Zira insanların yükümlü oldukla­rı hükümleri koyan Allah’tır. Bu hükümlerin sebeblerini de ancak O, tayin eder. Mesela namazın farz olması İçin, vaktin girmesinin sebeb olduğunu o beyan etmiştir. Görüldüğü gibi sebeb, hükmü meydana getiren bir etken, bir faktör değil, sadece hükmü gösteren bir alamet ve bir nişanedir. Zira asıl se­beb yüce Mevla’nın emridir.

Sebebin Kısımları: Sebebîer başlıca iki kısma ayrılmaktadır:

1- Yükümlünün Fiili Olmayan Sebebler (Alametler):

Bu tür sebeblerin meydana gelmesinde kulun her hangi bir katkısı yok­tur. Mesela Allah Teala, vaktin girmesini, namazın farziyetini gösteren; zaru­ret halini, leşten yemenin mubah olduğunu belirten ve ölümü mirasın varis­lere İntikal ettiğine delalet eden birer sebeb saymıştır. Kulun bunların ger­çekleşmesinde hiçbir katkısı yoktur.

2- YükümlününFiili Olan Sebebler (Alametler):

Bu türden olan sebebler, kulun yapmış olduğu iş ve hareketlerden mey­dana gelir. Mesela; Allah Teala kulun yolculuk yapmasını, ramazanda oru­cu yemeye ruhsat sağlayan bir sebeb, keza ahş-veriş yapmasını, satılan ma­lın el değiştirmesine bir sebeb .saymıştır. Yine kulun evlenmesi, tarafların bir­birlerine helal olmasını ve onlardan doğacak çocukların soyunun belli olma­sını gösteren bir sebebtir.

Bu kısımdan olan sebebler kendi aralarında üç kısma ayrılmaktadır:

A- Yükümlünün Yapması istenen Sebebler:

Kul, bunları yapmakla mükelleftir. Yapmadığı taktirde sorumlu olur. Me­sela evlenme imkanı bulunan ve evlenmediği taktirde zina işleyeceğinden kor­kan bir müslümanın evlenmesi gereklidir. Aksi taktirde günahkâr olur. Yü­kümlü bu türden olan sebebleri yaparsa bunlardan doğacak olan neticeler onun için bir haktır.

B- Yükümlünün Yapmaması istenen Sebebler:

Kulun bunları yapması yasaktır. Yaptığı taktirde sorumlu olur. Mesela; hak­sız yere bir insanı öldürmek, kısasa sebebtîr. Hırsızlık yapmak elin kesilme­sine bir sebebtir. Zina etmek, recmedilmeye veya celdedilmeye bir sebebtir. Başkasına ait olan malı telef etmek, onu ödemeye bir sebebtir. Kul bunları yapmamalıdır. Yaptığı taktirde bunlardan doğacak olan sonuçlardan sorum­ludur.

C- Yükümlünün Yapıp Yapmamada Serbest Olduğu Sebebler:

Kul, dilerse bunları yapar, dilerse yapmaz. Yükümlü bunları yaparsa, bunlardan doğan sonuçları hak etmiş olur. Mesela; ahş-veriş yapmak, birşe-yi kiraya vermek, bir hayvanı şer’i usûllere göre kesmek, bunlardan doğan neticelere birer sebebtir. Her ne kadar kul bu sebebleri yapıp yapmamada serbest ise de bu sebeblerden doğacak olan sonuçları kabullenip kabullen­memede her zaman serbest değildir. Mesela kişi evlenmekte serbesttir. Fa­kat evlenmenin sebeb olduğu mihrİ verip vermemede serbest değildir. Öde­mek zorundadır. Görüldüğü gibi yükümlünün fiili olan sebebler bir yönüy­le teklifi hükümlere, diğer yönüyle de vaz’i hükümlere girmektedir.

Bunlar, yükümlünün gücü İle meydana gelmeleri ve neticede ona bir kı­sım menfaatler veya zararlar doğurmaları yönüyle teklifi fiillere girmektedir­ler. Fakat bunlar işlendikleri taktirde başka hükümlerin doğmasına sebeb ol­maları bakımından da vaz’i hükümlere girmektedirler. Mesela evlenmek, eş­lerin birbirlerine mirasçı olma hükmünü doğurur ve buna sebeb olur.

Sebebin Hükümleri:

a. Sebebler gerçekleştiği taktirde, Allah Teala’nın bunlara bağladığı neti­celer de doğar. Bu sebebleri gerçekleştiren kul, neticenin doğmasını isteme-sede… Zira sebeblerden doğacak olan hükümleri tayin eden Allah’tır. Kulun bunları bertaraf etme yetkisi yoktur. Mesela, evlenen insan istemese de ev­lilikten doğan hükümler tahakkuk eder. Bu kişinin mehir vermesi, İntakta bu­lunması gerekir. Keza Ölen insan ve mirasçıları istemeseler de ölenin malı mi­rasçılarına İntikal eder. Zira ölüm mirasın gerçekleşmesine bir sebebtir. Al­lah Teala bunu böyle yapmıştır.

b. Fıkıh alimleri “sebeblerden doğan neticeleri Allah tayin eder” esasına dayanarak sözleşmelerin gerektirdiği hususların ve sonuçların da Allah Te­ala tarafından tayin edildiği kararına varmışlar ve “sözleşmeler de kendile­rinden meydana gelecek neticelerin sebebleridir” demişlerdir.[1] İşte bu ne­denledir ki sözleşme yapan taraflardan her hangi biri, Allah Tealanın akdin gereği saydığı her hangi bir hususa ters düşen bir şartı ileri süremezler. Me­sela bir malı satan kişi, sattığı eşyadan alıcının belli durumlarda faydalana­mayacağını şart koşamaz.

c. Sebeblerin gerçekleşmesiyle bunlara bağlanan hükümlerin de (müseb­bibin de) gerçekleşebilmesi için bu hükümlerin şartlarının da tahakkuk et­mesi ve engellerinin bulunmaması gerekir. Aksi taktirde sebebin bulunma­sına rağmen ona bağlı olan teklifi hüküm gerçekleşmiş olamaz. Mesela mi­ras bırakan kişi ölür de mirasçının hayatta olduğu bilinmezse veya hayatta olduğu halde İslâm dininden çıktığı öğrenilmiş olur ise, tereke mirasçıya in­tikal etmez. Zira mirasın intikali için mirasçının sağ olması şarttır ve İslâm’dan çıkması da bunun intikaline bir engeldir.

d. Sebeble illet arasındaki fark: Sebeb ve İllet, hükmün varlığını gösteren bîr alamet olma yönünden aynıdır. İler hangi bir farkları yoktur. Mesela; sar­hoş etme illeti, içki İçme haramının işlenİİdiğine dair bir alamettir. Namaz vak­tinin girmesi, namazın farz olduğunu gösteren bir alamettir.

Bir kısım fıkıh usulü alimleri, sebeble illet arasında her hangi bir fark ol­madığını söylerken diğer bir kısmı bunların gerçekte farklı olduklarını söy­lemişlerdir.

Bunlara göre sebeb, hükümle kendisi arasında her hangi bir münasebet bulunmayan alamettir. Vakitle namaz gibi. İllet ise, kendi İle hüküm arasında münasebet bulunan bir alamettir. Sarhoş etmekle haramhk gibi. Bunlar, yolculuğu, ramazanda oruç yemenin sebebi değil illeti saymışlardır. Zira yol­culukla orucu yeme arasında bir münasebet vardır, zira yolculuk zorluğu ifade eder. Zorlukta orucu vemek daha münasiptir.

Bazı usulcüler de sebebi, hükme müna.sib olan sebeb ve hükme müna–sib olmayan sebeb şeklînde ikiye ayırarak İni İhtilafı ortadan kaldırmaya ça­lışmışlardır. Bunlara göre sebeb, geniş kapsamlıdır. Hükümle İrtibatlandırılana da, onunla bağlantı kurulamayana da denir. İllet İse daha dar kapsamlıdır. Se­bebin sadece hükümle bağlantı kurulanına denilir.

2- Şart

Tarifi: Şart, hükmün bulunması kendisinin bulunmasına bağlı olan husus­tur. Yani hükmün bulunması, şartın bulunmasına bağlıdır. Bu nedenle şar­tın yokluğu halinde hüküm de bulunamaz. Fakat şartın varlığı halinde hük­mün de mutlaka bulunması gerekmez. Mesela abdest almak namazın sıhha­ti için bir şarttır. Abdestsiz namaz olamaz. Fakat abdestli olmak mutlaka na­maz kılmayı gerektirmez. (Meşrutun bulunması için şartın bulunması gere­kir. Fakat her şartın bulunduğu yerde meşrutun bulunması gerekmez)[2]

Şartların kısımları: Şartlar, sebebi tamamlayan şartlar, müsebbibi ta­mamlayan şartlar, teklifi hükümlere ait olan şartlar ve vaz’i hükümlere ait olan şartlar diye başlıca dört kısma ayrılmaktadır:

1- Sebebi Tamamlayan Şartlar:

Bunlar, hükmün sebebini güçlendirmek İçin gerekli kılınan şartlardır. Zekat verilecek malın üzerinden bir yıl geçmesi şartı, hırsızlık yapanın ko­lunu kesmek için çalınan malın muhafaza edilmiş bir mal olması şartı bu tür­den olan şartlara misaldir. Şöyle ki zekatın farz olmasının asıl sebebi, kişi­nin elinde nisab miktarı (yeter sayıda) malın bulunmasıdır. Bu kadar malın varlığı, zenginliği tam olarak ölçemediğinden bu malın yükümlünün elinde bir yıl boyunca kalmış olması şart koşulmuş ve hükmün sebebi güçlendiril­miştir. (Nİsab miktarı + bir yıl). Keza, hırsızlık cezasının uygulanmasının asıl sebebi, hırsızlık yapmaktır. Fakat hırsızlık etme sebebi kuvvetlendirilerek ça­lınan malın benzeri mallarda gösterildiği kadar muhafaza edilmiş olması şar­tı koşulmuş ve böylece sebeb güçlendirilmiştir.

2- Müsebbebi Tamamlayan Şartlar:

Bunlar ise, sebebden doğan hükmü kuvvetlendirmek İçin gerekli kılman şartlardır. Mesela vaktin girmesi, namazın farz olmasına sebeb olur. Namaz ise, müsebbebtir. Namazda avret mahallinin kapalı olması, abdestli olmak, kıbleye yönelmek gibi şartlar aranmaktadır. İşte bu şartlar, müsebbebi (se­bebden doğan hükmü yani örneğimizde namazı) kuvvetlendiren şartlardır. Zira namazın gerçek mahiyeti “Allah’ın azameti ve lütfü karşısında kulun tam bir vakar ve kuşuyla boyun eğmesidir.” Namaz kılarken aranan bu şartların namazın Özünü kuvvetlendirdikleri şüphesizdir.[3]

3- Teklifi Hükümlere Ait Olan Şartlar:

Bunlar, teklifi hükümlerin gerçekleşmesi için aranan şartlardı. Mesela namazın sahih olması için abdestli olma şartı, zina edeni recmetmek için onun evlenmiş olması şartı bu türden olan şartlardandır.

4- Vazi Hükümlerin Gerçekleşmesi İçin Aranan Şartlar:

Mesela öldürmede “kasdm” bulunması kısasın uygulanması için bir şart­tır. Öldürme olayı kısas hükmünün sebebidir ve vaz’i bir hükümdür. Bu vaz’i hükmün şartı vardır. O da kasdm olmasıdır. (Öldürme = sebeb, kasıt = se­bebin şartı, kısas = hüküm)

Başka bir yönden şartlar iki kısma ayrılmaktadır:

Seran var sayılan şartlar, sonradan konulan şartlar

1- Şer’an Var Olan Şartlar (Şer’i Şartlar)

Bunlar, şeriatı gönderen yüce Mevla tarafından konan sebeb veya müseb–bebin gerçekleşmesi için gerekli oian şartlardır. Sebebte bulanması gereken

şarta misal: Sancının saltığı malı alıcıya lesİim etme gücünde olması şartı, müsebbebte (hükümde) bulunması gereken şarta misal ise miras bırakanın ölümü anında mirasçının hayatta olması şartıdır. Zira bir malı satmak, o ma­lın mülkiyetinin satın alana geçmesine bir .sebebtir. Ancak bu sebebin mey­dana gelmesi için satıcının sattığı malı alıcıya teslim etme gücünde olması şart koşulmuştur. Bu nedenle denizdeki bir balığı veya gökte uçan bir kuşu sat­mak caiz görülmemiştir. Keza miras bırakanın ölmesi, geride bıraktığı malın mülkiyetinin mirasçılara intikal etmesine bir sebebtir. Ancak bu mülkiyetin İntikali İçin mirasçının hayatta olması şarttır.

2. Tarafların Koydukları Şartlar;

Bunlar, şeriatı gönderen yüce Mevlanın gerekli kılmadığı ve akid yapan tarafları serbest bıraktığı şartlardır. Evlenme akdinde mihrin bir kısmını pe­şin ödemeyi şart koşmak bu türden olan şartlardandır. Bunlar da kendi ara­larında iki kısma ayrılmaktadırlar.

a. Akdin Varlığı ile İlgili Olan Şartlar:

Bunlar, sebebi tamamlayan şartlardır. Kefilin devreye girmesi İçin borç­lunun taahhüdünü yerine getirmekten aciz olmasını şart koşmak bu türden oian şartlardandır.

Kefil gösterme sözleşmesi, alacağın tahakkuku için bir sebebdir. Borçlu­nun taahhüdünü yerine getirmekten aciz kalması şartı, bu sebebi güçlendir­mektedir. Zira kefilin tam fonksiyonu ancak bu durumda ortaya çıkar. Borç­lunun borcunu ödeme gücünde olması halinde İse, kefile ihtiyaç yoktur. Ta­raflar böyle bir şartı koşmakta serbesttir.

b. Akidden Doğan Yükümlülükleri Artıran veya Kuvvetlendiren Şartlar.

Bunlar ise müsebbebi (sebebden doğan hükmü) tamamlayan şartlardan­dır. Alış-veriş yapmak için alıcıdan parayı ödemesine dair veya satıcıdan sa­tılan malı teslim etmesine dair kefil göstermesini şart koşmak, bu tür şartlar­dandır. Bir malı satmak, o malın mülkiyetinin alıcıya intikal etmesi için bir sebebtir. Mülkiyetin intikali ise sebebden doğan bir hükümdür. Kefil göster­meyi şart koşmak, malın mülkiyetinin intikalini güçlendirdiği için müsebbe­bi tamamlayan bir şarttır.

Taraflar, bu türden olan şartlan koşmakta da serbesttirler. Ancak bu ser­bestlik mutlak manada değildir. Bir kısım kayıt ve şartlara bağlıdır. Fıkıh alim­lerinin bazıları bu türden olan şartların serbest olma sahasını geniş tutmuş­lar, diğerleri ise daraltmışlardır. Konu fıkıh kitaplarında detaylı olarak anla­tılmaktadır.

3- Mâni (Engel)

Tarifi: Sebeb veya hükümden kastedilen gayeye ters düşen şer’i bir hu­sustur. Başka bir ifade İle hükmün sebebine veya kendisine zıt olan başka bîr sebebtir. Mesela:

Zekat verecek kadar malı olan kişinin, nisab miktarını (yeterli sayıda olan malını) yetersiz kılacak kadar borcu bulunması gibi. Zekat vermenin sebe­bi, nisab miktarında bir mala sahip olmaktır. Bu miktarı yetersiz kılacak ka­dar borcun olması sebebin varlığını engelleyen bir mânidir.

Mâni’nin kısımları: Mâni, sebebe mâni veya müsebbebe mâni olmak üze­re başlıca iki kısma ayrılmaktadır:

1. Sebebi Etkileyen Mâni:

Bu tür bir mâninin varlığı halinde sebebin hikmeti ortadan kalkmış olur ve sebeb hükmün sebebi olmaktan çıkar. Bu türden olan mânilere misal ola­rak mirasçının dininden çıkması veya miras bırakanı öldürmesi ve zekat ver­mekle yükümlü olanın, nisab miktarını yetersiz kılacak kadar borçlu olma­sı zikredilmektedir. Zira mirasçı olmanın sebebi, miras bırakanın ölmesi ve miras bırakanla mirasçı arasında akrabalık bağının bulunmasıdır. Bu bağın gereği olarak mirası bırakanın mirasçının yaşantısını devam ettirmeye yardım­cı olması ve mirasçının da miras bırakana karşı samimi olması ve dostluğu­nu devam ettirmesi gerekir. Miras bırakanı öldürmek veya onun dininden çık­mak ise, akrabalık bağını koparıp, mirasçının miras bırakana karşı samimi ol­madığını aralarındaki dostluğu devam ettirmediğini gösterir ve mirasm bu­na intikaline engel olur.

2. Hükmü Etkileyen Mâni:

Bu türden bir mâninin bulunması sebebin varlığına engel olmaz. Ancak sebebten doğan hükmün gerçekleşmesine engel olur. Buna misal olarak kı­sasın uygulanmasına engel olan şüphe ve babalıktır. Bir müslüman, haksız yere kanı helal olmayan birini öldürecek olursa, öldürene kısas uygulanır. An­cak baba oğlunu öldürür ise, veya öldürülen kişi Öldürücü olmayan bir aletle öldürür ise, bunlara kısas uygulanmaz. Diğer cezalar uygulanır.

Burada, hükmün sebebi mevcuttur. O da haksız yere bir cana kıymaktır. Sebebe engel olan her hangi bir mâni yoktur. Bu sebebin belirttiği hüküm ise, kısası uygulamaktır. Ancak buna engel olan babalık veya şüphe mani­leri bulunmaktadır. Bu nedenle hüküm gerçekleştirilemez ve kısas uygula­namaz.

Babanın oğlunu öldürmesi halinde, babaya kısas uygulanamayacağı hak­kında Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Evlat karşılığında babaya kısas yapılmaz.”[4] Keza şüphe bulununca cezaların düşürülmesine dair de Resulullah şöyle buyuruyor: “Sır çıkar yol bulduğunuz müddetçe cezaları düşürün”[5] Diğer bir rivayette: “Sizin için mümkün olduğu ölçüde müslümanlardan cezaları düşürün. Eğer suçlu için bir çıkar yol varsa, onu serbest bı­rakın. Zira halifenin affetmede hata etmesi, cezalandırmada hata etmesin­den daha hayırlıdır”[6] buyurmuştur.

Hükme engel olan mâniler kendi aralarında üç kısma ayrılmaktadırlar. Bun­lar da;

a. Teklifi hükümlerle birlikte bulunmaları imkansız olan mâniler. Bunlar kişinin yükümlülüğünü düşüren mânilerdir. Küçük olmak, bayılmak ve de­lirmek bu mânilere misaldir.

Bu hususta Hz. Ali’den Resulullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmekte­dir: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır (Bunlar yaptıklarından sorumlu değil­lerdir): Aklı başına gelinceye kadar deliden, ergenlik çağına erişinceye ka­dar çocuktan ve uyanıncaya kadar uyuyandan.”[7]

b. Teklifi hükümlerle birlikte bulunmaları düşünülebilen ancak varlıkla­rıyla hükmü kaldıran mâniler. Bunlara misal oarak kadının lıayiz görmesi, ni–fas halinde bulunması zikredilmektedir. Bu hallerde bulunan kadından yü­kümlülük düşmez. Ancak bu haller, namazın kılınmasına, camilere girilme­sine, Kur’an’m okunmasına engel olurlar.

c. Teklifi hükümleri düşürmeyen, ancak teklifi hükümlerin gerekliliğini or­tadan kaldırıp onları seçenekli hükümler haline getiren mâniler. Cuma na­mazını kılma hususunda hasta olmak, kadın olmak bu tür mânilerdendir. Has­talık ve kadınlık cuma namazının kılınmasına engel değillerdir. Fakat bun­lar cuma namazının gerekliliğini ortadan kaldırır ve bu durumda olan kişi­lere cumayı kılıp kılmama hususunda serbestlik getirir.

Hükümlerin Sahih, Fas id ve Batıl Olması:

Ahkâm-ı seriye ile ilgili olan meselelerden biri de hükümlerin sahih, fa-sid veya batıl’olması meselesidir. Gerek teklifi hükümler, gerekse vazi hü­kümler sahih, fasid veya batıl olabilirler. Bu konuları incelemek için hüküm­leri başlıca iki kısma ayırmak gerekmektedir. Bunlar da ibadetler ve akidler–dir.

1. İbadetler:

ibadetler, sadece sahih olan ibadetler ve sahih olmayan ibadetler diye iki kısma ayrılmaktadır. Sahih olmayan ibadetlerin baul veya fasid olmaları farksızdır. Zira İbadetlerdeki her hangi bir eksiklik onların yerlerine getiril­melerine engel olur. Bu nedenle ibadetlerin tam yapılması gerekmektedir. Mesela namazın sahih olması için namazın bir parçası sayılan ruku’u yapmak gerekli olduğu gibi namazın bir şartı olan abdestîn de tam olarak alınması gereklidir. Abdestİn eksikliğinden doğan fasidlîk namazın kabulüne engel olur.

2. Sözleşmeler: (Akidler)

Cumhur ulemaya göre, akidler de ibadetler gibi ya sahih veya gayri sahih diye yalnız İki kısma ayrılmaktadır. Cumhur ulema, sahih olmayan akid–leri batıl ve fasid diye iki kısma ayırmamışlardır. Bunlara göre, bir akdin sahih olabilmesi İçin, o akdin bütün rükunlarını, şartlarını kapsaması ve sıhhatına engel olacak her hangi bir mani ile karşılaşmaması gereklidir. Bu nedenle bir akdin her hangi bir rüknü veya şanı bulunmazsa yahut sıhhatine engel ola­cak bir mani bulunursa bu akid sahih değildir. Böyle bir akdi batıl ve fasid şeklinde ikiye ayırmaya ihtiyaç yoktur.

Hanefiler ise. akidleri başlıca sahih ve gayri sahih diye iki kısma ayırdık­tan sonra gayri sahihleri de batıl ve fasid diye iki kısma ayırmışlar ve böy­lece akidleri üç kısımda incelemişlerdir.

a. Sahih akidler: Bunlar, bütün rükün ve şartlarını kapsayan, sıhhatine en­gel olacak herhangi bir mani ile karşılanmayan akidlerdir.

b. Batıl akidler: Bunlar, temelinde eksiklik bulunan akidlerdir.

Hanefilere göre bir sözleşmenin temelini icab, (teklif) kabul (teklifi kab­ul) ve akdin konusu (akid yapılan şey) teşkil etmektedir.

Bu itibarla sözleşmenin rükunları sayılan bu üç şeyden her hangisi veya hu rük unlan tamamlayan şartlardan her hangi biri bulunmazsa, akdi meydana getirecek sebeb bulunmamış olur ve akid batıldır. Mesela belli olmayan veya taraflardan birinin kabulünü içermeyen bir akid batıldır. Zira onu meydana getirecek rükünden yoksundur. Keza içki satmak gibi helal olmayan veya gök­teki kuşu satmak gibi yerine getirilmesi imkansız olan akidler batıldır. Zira burada akdi durumunu tamamlayan şarta hırda eksiklik vardır. O da akdîn konusunu teşkil eden şeyin helal olması şartı ve teslim edilmesi mümkün olan bir şey olması şartıdır. Burada İşte bu şartlar mevcud değildir.

Batıl Akdin Hükmü:

Bu türden olan akidler, hiç yapılmamış gibidir. Bunlardan her hangi bir sonuç doğmaz. Taraflar böyle bir akdi devam ettirecek olurlarsa, günahkâr olurlar. Mesela bir müslümanın kız kardeşiyle evlenmesi haramdır. Böyle bir evlilik yapılmışsa akid batıldır. Bu akid her hangi bir hukuki sonuç doğur­maz. Kadının nafaka isteme hakkı yoktur. Doğan çocuğun nesebi sahih sayılamaz. Taraflar bir haramı işledikleri için günahkar olurlar. Bunların hemen aralan ayrılır. Sadece kadının, benzederininki kadar mehir alma hakkı doğar.

Fas id Akidler:

Bunlar sıfatlarında eksiklik bulunan akidierdir. Sözleşmeden doğan hük­mü tamamlıyan veya bu hükümle ilgili olan şartlardan her hangi biri eksik olursa, akid fasid olur. Mesela abş-verişte satış bedelinin bilinmemesi akdi fasid kılar. Zira satış bedelinin bilinmesi akciin hükmünü tamamlayan bir şart­tır. Bunun bulunmaması akdi fasid kılar. Keza vadenin belirtilmemesi de ak­di fasid kılar. Zira bu akdin hükmü ile ilgili bir şarttır. Bunun bulunmaması akdi fasit kılar.

Fasid Akdin Hükmü:

Bu türden olan akidler eksik bir şekilde mevcuttur. Aslında bunların biz­zat yapılmasıyla her hangi bir sonuç doğmaz. Tarafların yaptıkları bu tür bir akdi bozmaları gerekir. Bozmadıkları taktirde günahkâr olurlar. Taraflar, bütün bunlara rağmen fasid bir akde dayanarak satılan malı müşteriye tes­lim ederlerse malın mülkiyeti müşteriye intikal eder. Müşterinin malın ittifak edilen fiyatını değil gerçek değerini ödemesi gerekir. Müşteri bu malı elin­de bulundurduğu müddetçe akdi bozmakla yükümlüdür. Zira malın mülkiyeti onda karar kılmış değildir. Fakat müşteri, malın üzerinde başkalarına bir hak kazandıracak şekilde tasarrufda bulunacak olursa, veya mal telef olursa başkalarının hakkını korumak İçin akdi geçerli saymak mecburiyeti hasıl olur ve akid bozulamaz.

Görüldüğü gibi Hanefilere göre de aslında fasid akid her hangi bir sonuç doğurmamaktadır. Ancak malın teslim edilmesi ile bir kısım sonuçlar doğur­maktadır. Bu da başkalarının hakkını korumak içindir.

Batıl ve lasid akidler konusunda cumhur ulema ile Hanefiler arasındaki ihtilafın asıl sebebi şudur:

Cumhur ulemaya göre; Bir akdin yasaklanmış olması, ondan her hangi bir sonucun doğmasına engel olur. Keza akidden doğacak hükümlerin gerçek­leşebilmesi için gerekli kılınan bir şartın bulunmaması akidden hüküm doğ­masına engel olur. Cumhurun delilleri şunlardır:

a. Şeriatın koyucusunun yasakladığı bir akdi yapmak, onun emrine kar­şı çıkmaktan başka bir şey değildir. Bu ise, böyle bir akidden her hangi bir sonucun doğmamasını gerektirir. Zira şeriatın koyucusu bir tasarrufu yasak­larken onun meşruluğunu kaybettiğini belirtmek için yasaklar. Bunu sadece cezalandırmak için zikreder.

b. Peygamber efendimiz bu hususa işaretle buyuruyor ki: “Kim emrimize uymayan bir iş yaparsa o reddedilmiştir.”[8] Yasaklanmış bir akidden hüküm çıkarmak, Resulullah’ın emrine uymayan bir şeyi yapmak hatta yasakladığını işlemek olur. Bu nedenle böyle bir akid yapılmamış gibidir.

c. Selefi salibin, bir akdin yasaklanmasını, onun batıl olduğuna delil gös­termede ittifak etmişlerdir. Mesela faizli ahş-verişin batıl olduğuna hüküm ver­mişlerdir. Zira faiz yasaklanmıştır. Keza müşrik kadınlarla evlenmenin batıl olduğuna karar vermişlerdir. Çünkü bunlarla evlenmek yasaklanmıştır. Ha­nefiler ise, bir kısım hakların korunması için fasid akidlerden bundan önce zikredilen bazı hükümler çıkarmışlardır. Cumhurun görüşü daha ihtiyatlı gö­rülmektedir.

İslâm Şeriatında Aklın Yeri:

Bir yükümlü müslüman, şeriatın gerektirdiği şeylerle yükümlü olduğu gibi aklın gerektirdiği şeylerle de yükümiü müdür?

Şii alimleri, hakkında Kur’an ve Sünnetten her hangi bir nas bulunmayan hususlarda aklın şer’i bir kaynak olacağını söylemişler ve aklın seri bir kay­nak kabul edilmesinin şer’an sabit olduğunu iddia etmişlerdir.

Şiilerin dışındaki cumhur ulema ise. aklın tek başına hiçbir zaman seri bir kaynak sayılamayacağını beyan etmişler ve hakkında direkt nas bulun­mayan hususların dolaylı yollarla naslara dayandırılmasının gerekli olduğunu söylemişlerdir. Bu dolaylı yolların kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele ve ben­zeri yollar olacağını bildirmişlerdir. Aslında nasların bulunmadığı hususlar­da aklın seri bir kaynak sayılıp veya sayılmayacağı meselesinin ası! sebebi “aklın iyi gördüğünü iyi, kötü gördüğünü de kötü kabul edip veya etmeme meselesidir.” Şii alimleri itikadı konularda Mutezile mezhebini taklid etmiş­lerdir. Bu nedenle akılcı bir metodla hareket etmekte ve aklın iyi, gör­düğünü iyi kötü gördüğünü de kötü kabul etmişlerdir. Böylece nassların bulunmadığı konularda aklın direkt bir kaynak olduğunu kabul etmişlerdir.

Aklın Îyi Veya Kötü Görmesi Meselesi:

Aklın her hangi bir şeyin iyi veya kötü olduğuna tek başına karar verip veya veremeyeceği alimler arasında İhtilaf konusu olmuş ve alimler bu meselede üç kısma ayrılmışlardır.

1. Mutezilenin Görüşü:

Mutezile mezhebinden olan alimler, eşyayı üç kısma ayırmışlar ve bu yol­la aklın hüküm koymadaki gücünü belirtmeye çalışmışlardır. Bunlara göre eşya şu üç kısma ayrılmaktadır:

A. Kendiliğinden iyi olan şeyler. Bunların İyi oldukları bellidir. Allah Teaiamn bunları emretmemesi imkansızdır. Bunları mutlaka emreder. Doğ­ru söylemek, adaletli davranmak, bunlara misaldir. Kul bunlarla ilgili şeriatın hükmünü bilmese dahi bunları yapmakla yükümlüdür.

B. Kendiliğinden kötü olan şeyler. Bunların da kötü oldukları bellidir. Al­lah Teala’nın bunların yapılmasını emretmesi mümkün olamaz. Bilakis bun­ları mutlaka yasaklar. Yalan söylemek, zulmetmek bunların misallerindendir. Kul, bunları yapmamakla yükümlüdür. Bunlarla ilgili olan şeriatın yasağını bilmese dahi.

C. İyi olma ile kötü olma arasında bulunan şeyler. Bunlar bazı yönleriy­le iyidir. Diğer bazı yönleriyle de kötüdürler.

Allah Teala’nın bunların yapılmasını emretmesi de ve bunları yasak­laması ela mümkündür. Eğer Allah Teala bunların yapılmasın! emrederse, bu emirden dolayı bunlar iyidir. Şayet yasaklayacak olursa bu yasaktan dolayı bunlar kötüdür.

Mutezile mezhebinden olan alimler bu görüşlerine delil olarak şunları söy­lemişlerdir:

a. Bir kısım işler ve sözler vardır ki, akıllı bir insanın bunları yapmaması ve söylememesi düşünülemez. Bunları yapan veya söyleyenin kınanması şöy­le dursun, bilakis o, övülür ve takdir edilir. İşte bu türden olan iş ve sözler kendiliğinden güzel şeylerdir. Doğru söylemek bu türdendir.

Buna mukabil bir kısım iş ve sözler vardır ki akıllı bir insanın bunları yap­ması beklenmez. Çünkü bunların yapılmasına ya akıl engel olur, veya insan­ların kınaması. Böylece kişi bunları yapmaz. İşte bu türden olan söz ve amel1er kendiliğinden kötü olan şeylerdir. Yalan söylemek, bu türdendir.

b. İyilik ve kötülük akıl ile idrak edilen hususlardır. Kişi bunları zorunlu olarak bilir. Bunları bilmek için her hangi bir delile ihtiyacı yoktur. Mesela insanlık aklın bir gereği olarak zulmün kötü ve adaletin iyi olduğunu idrak etmiştir. Hatta bir kısım menfaatler sağlasa hile yalan söylemenin kötü, zararlara yol açsa bile, doğru söylemenin iyi olduğu anlaşılır. Bu hususta bütün insanlar aynı düşünür, dindarla dindar olmayanın her hangi bir farkı yoktur.

c. Şayet bazı şeylerin kendiliğinden kölü oldukları, diğer bazı şeylerin de kendiliğinden İyi oldukları kabul edilmeyecek olursa, peygamberlik iddia eden yalancıların da mucize gösterebilecekleri kabul edilmiş olur. Böylece gerçek peygamberle yalancı peygamberleri birbirinden ayırmak imkansız olur ve insanlar şaşkınlık içinde kalırlar. Zira bir kısım harikulade hususlar ken­dilerine güvenilen insanlardan görülebileceği gibi, kendilerine güvenilmeyen İnsanlardan da görülebilir. Eğer harikulade olan hususların yalancılardan gö­rülemeyeceği söylenirse bu taktirde aklın iyi ve kötüyü idrak ettiği kabul edil­miş olur. Çünkü buna karar veren akıldır. Şayet harikulade şeylerin yalancı­lardan da görülebileceği söylenirse bu taktirde mucizelerin faydasız olduğu söylenmiş olur.

Mutezilenin Bu Görüşünden Doğan Sonuç;

Mutezile mezhebinden olan alimlerin, aklın eşyanın iyi ve kötülüğünü yal­nız başına idrak edebileceğini söylemelerinden şu üç netice doğmuştur:

a. Peygamberin daveti kendilerine ulaşmayan ve cahiliye döneminde yaşayan insanlar kendiliğinden iyi olan şeyleri yapmakla ve kendiliğinden kötü olan şeyleri de yapmamakla yükümlüdürler. Mesela bunların yaîan söylemeleri, başkalarına haksızlık yapmaları caiz değildir. Zira akılları bu İş­leri yapmanın kötü olduğunu ortaya koymuştur. Buna rağmen onlar bu tür amelleri İşlerlerse kıyamette onlardan hesaba çekilecek ve cezaladırılacak–lardır. Şayet bunlar, adaletli davranır ve doğru söyleyecek olurlarsa, kıyamet­te bunun da mükafatını alacaklardır.

b. Her hangi bir konu hakkında nas bulunmazsa, insanlar aklın gerektir­diği hükümle yükümlüdürler. Bunu yapmazlarsa, hesaba çekileceklerdir ve cezalandırılacaklardır.

c. Allah tealanın kendiliğinden kötü olan bir şeyi emretmesi veya ken­diliğinden iyi olan bir şeyi yasaklaması imkansızdır. Allah’ın yalan söy­lemeyi emretmesi ve doğru söylemeyi yasaklaması imkansızdır.

2. İmam Maturidinin ve Hanefilerin Görüşü:

Eşya bunlara göre de üç kısma ayrılmaktadır:

a. Kendiliğinden iyi olan şeyler. Allah bunları yasaklamaz.

b. Kendiliğinden kötü olan şeyler. Allah bunları emretmez.

c. İyi ile kötü arasında bulunan şeyler. Bunların Allah’ın haklarında koy­duğu hükme göre iyi veya kötü oldukları anlaşılır.

Maturidi ve Ebu Hanifenin eşyayı üç kısma ayırmaları, bunların da eşya­nın ayırımı hususunda Mutezile ile aynı görüşte olduklarını gösterir. Fakat İmam Maturidi ve Ebu Hanife aklın yalnız başına kişiyi her hangi bir şeyle yükümlü kılmayacağını beyan etmişlerdir. Bunlara göre, kulun bir şeyle yükümlü olduğunu, her hangi bir cezaya çarptırılacağını ve ona bir mükafat verileceğini bilmenin tek yolu direkt veya endirekt nasdır.

Her hangi bir konu hakkında nas bulunmazsa, “akıl iyiyi kötüden seçer” diyerek akla başvurulup o konu hakkında hüküm vermeye girişilemez. Nas–lara dolaylı yolla baş vurulur. Bunun yolu da kıyas, istihsan, mesalih-İ mür-sele ve benzeri delillere baş vurmaktır.

Hülasa, sadece aklın, kulu yükümlü kılma ve eşya hakkında hüküm ver­me gücü yoktur. Mutlaka naslarla yardımlaşmak gerekir. Böylece emniyetli bir yol, takip edilmiş olur.

3. Eşarilerin ve Cumhur Ulemanın Görüşü:

Bunlara göre, eşyanın kendiliğinden iyi veya kötü olması diye bîr şey yok­tur. Allah’ın emrettiği şeyler iyi ve yasakladığı şeyler ise kötüdür. Allah’ın iradesi tamamen serbesttir. Dilediğini emredip ve dilediğini yasaklayabilir. Zi­ra Allah: “Yaptıklarından sorulmaz. Yaratılanlar ise sorumludur”[9] buyurulmuştur.

Akıl insanları her hangi bir şeyle yükümlü kılamaz. Aklın emir ve yasak­larına itibar edilmez. İnsanın yükümlülüğü ancak Allah’ın emir ve yasakla-nyla belli olur. Kulun cezalandırılması ancak Allah’ın emirlerine karşı gelin­diğinde, mükafatlandırması ise yine ancak O’nun emirleri tutulduğunda gerçekleşir. Eşariler, eşyanın kendiliğinden iyi veya kötülüğü olmadığını beyan ederek hem Mutezilelere hem de Maturidilere karşı çıkmışlardır. An­cak sadece aklın yükümlülüğün kaynağı olamayacağı sözleriyle Mu’tezileye karşı çıkmışlar ve Maturidilerle ittifak etmişlerdir.

Cumhur fukaha Eş’arinin görüşünü kabul etmiştir. Ve aklın şer’i hüküm­ler koyamayacağında Mutezile dışında bütün alimler ittifak etmişlerdir.

Ancak bu izahlardan, aklın her hangi bir fonksiyonu olmadığı anlaşıl­mamalıdır. Aklın da kendisine göre bir sahası vardır. Fakat onun sahası Al­lah Tealanin ona tanıdığı çerçeve içindedir. Kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele gibi delillerin tesbit ve İşlerliğinde aklı kullanmanın büyük payı vardır. An­cak sadece akıl değil nassın yanında bir akıldır. Şer’i nasları çıkaran bir akıl­dır. Onları yerlerine yerleştiren bir akıldır.

Asıl mesele şudur; İslâmda yükümlülüklerin karşılığında mükafatlandır­ma veya cezalandırma vardır. Bunlar ise, yüce Mevlaya ait olan şeylerdir. Al­lah Teala’nın kuluna emretmediği veya yasaklamadığı bir şeyden kulunu hesa­ba çekmesi onun yüce şanına yakıştırılamaz. Zira O, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: u… Biz peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz.”[10]


[1] Hanbelilerin çoğunluğu, Malikilerin bir kısmı “sözleşmenin gerektirdiği hususlar, nas ile sabit olan hususlar gibidir” diyerek tararlar sözleşmede hakkında nas bulunmayan her türlü şartı ileri sürebilirler şeklinde bir karara varmışlardır. Bun­ların dışındaki alimler ise, akdin gerektirdiği hususları geniş tutmuşlar ve bunlara ters düşen şartların batıl olacağını söylemişlerdir. Neticede her iki grup da yak­laşık aynı sonuca varmışlardır.

[2] Şartla sebeb anısında ki en belirgin fark, şanın bulunması hükmün bulunmasını gerektirmez. Abdeslli olmak namaz kılmayı gerektirmez. Sebebin bulunması ise, hükmün bulunmasını gerektirir. Ancak maninin bulunması halinde sebebin var-iığı hükmün varlığını gerektirmez. Mesela vaktin girmesi namazın farziyetini, ra­mazan ayının gelmesi orucun farziyetini, sarhoş ediciliğin bulunmasıyla içkinin hanımlığı gerçekleşmiş olur. Fakal vakit girmesine rağmen, kul, aklını kaybetmiş olursa namaz farz olmaz… vs.

[3] Fıkıh alimleri, bu türden olan ve hükmü kuvvetlendiren şartlar ile hükmün unsur­ları (rüknü) arasında fark olduğunu söylemişler ve bu farkı şöyle izah etmişlerdir. Hükmün unsuru (rüknü) hükmün özünün bir parçası ve onu oluşturan bir öğedir. Bu İtibarla hükmün rüknünün, hükmün dışında olması mümkün değildir. Hükmün her hangi bir rüknü bulunmadığı takrirde hüküm de bulunmaz. Meseİa namazda ayakra durmak, Kur’an okumak, rüku” etmek, secde yapmak namazın rükıınlan ve onu oluşturan parçalardır. Bunlardan her hangi birisi bulunmazsa ortada namaz yoktur. Hükmün şartı ise, hükmün özünün dışında bulunan, bununla beraber hüküm için gerekli olan bir husustur. Şart bulunmamasına rağmen hüküm bu­lunabilir. Fakat hükümden beklenen neticeler doğmaz. Mesela namazda abdestli olmak, kıbleye yönelmek, avret mahallini örtmek namazın şarüarındandır. Bunlar namazın dışındaki hususlardır. Namazın parçalan değildir. Bu şartların bulunmaması halinde namaz vardır. Fakat kabul edilmez ve ondan beklenen sevap elde edile­mez.

[4] Tirmizî, Kit. Diyal, b;ıb: 9, hn. l4(), 1401; Miisned İmanı Ahıncd, c. I, sh. 16, 22

[5] İbnMace, Kit: Hudud, bnb: 5, hn. 2545

[6] Tirmizî, KiC. Hudut, Bab: 2, iın. 1424

[7] Ebû Dâvûd, Kit. Hudud, bab: 16, hn. 4399-4403; îbn Mace, Kit. Talak, bab: 15, hn.2041, 2042; Buharı, Kit. Talak, bab: 11, Kit: Hudud, bab: 22. Buharı bu hadisi Hz.Ali’den mevkuf olarak rivayet etmiştir.

[8] Buharı, Kit. İ’tiKim, bab: 20, Kit: Buyu bab: 60, Kil. Sulh, bab: 8; Müslim, Kıt. diye, bab: 17, 18, hn. 1718; Ebû Dâvûd, Kit. Sünner, bab: 5, hn. 4606

[9] Enbiya, 23

[10] îsra, 15

KIYAS

by Admin in USUL DERSLERİ
Tags: fıkıh usulü, usul dersinde kıyas, USUL DERSLERİ, usulu fıkıh kıyas, vehbe zuhayli fıkıh usulü

Kıyasın Tarifi 1Rükünleri 3 Kıyasın Hüccet Olması 3

Kıyası Kabul Etmeyenlerin Delilleri: 6

Kıyasın Şartları 8

Aslın hükmünün şartları: 8

Aslın hükmünde aranan şartlar dörttür. 9

Fer’in Şartları: 10

İlletin Şartlan: 11

İlletin Şartları dörttür. 13

İlleti Bulma Yolları 15

1- Nass. 15

2- İcmâ. 17

3- Sebr ve Taksim.. 17

4- Münâsebe. 18

Münasib Vasfın Çeşitleri 18

4- Mülga münasib: 20

5- Tenkîhu’l-Menat 20

Tenkîhu’l-Menat ile Sebr ve Taksim arasındaki fark: 21

Tenkîhu’l-Menat, Tahkîku’l-Menat ve Tahrîcii’l-Menât arasındaki farklar: 21

Kıyasın Kısımları

Kıyasın Tarifi

Kıyas lügatta bir kaç manaya gelir:

“Takdir” manası: Benzerlerine göre bir şeyin miktarını bilmek. “Kumaşı metre veya zira ile kıyas ettim” demek, “metreye veya ziraya göre onun mikta­rını öğrendim” demektir.

“İki şeyin arasını maddî ölçülere göre eşitlemek” manası: Meselâ: Bu tahtayı şu tahtayla kıyasladım” demek “bunu onun hizasına getirdim ve denk­ledim” demek olur.

Kıyas “iki şey arasını manevî olarak eşitlemek” manasına da gelir. “Filan kişi filan ile kıyaslanamaz” demek ilimde fazilette ve şerefte ona eşit olamaz” demek olur.

Usûlcülerin ıstılahında kıyas: Aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunmayan şer’î hükmü, hakkında nass bulunan bir hükme ilhak etmektir. İlhakın manası var olan hükmü açmak ve ortaya çıkarmak demektir. Zaten yok olan bir hüküm çıkarmak değildir. Çünkü hüküm aslında şer’an sabittir, ancak bunun ortaya çıkması, müctehidin illet vasıtasiyle bunu beyan ettiği vakte kadar gecikmiş olması demektir. Şu halde kıyas var olan hükmü ortaya çıkarır yoktan var etmez. İllet hükmün temelidir. Müctehidin yaptığı, hükmün illetindeki ortaklıklarından dolayı asılda var olan hükmün fer’de de var olduğunu ortaya koymaktan ibarettir.

Yani muayyen bir meselenin hükmü üzerine Kur’an’da veya sünnette bir nass varid olsa veya icmâ bulunsa, sonra müctehid bu hükmün şeriatte meşru kılınmasına sebep olan illeti tesbit etse, sonra aynı illeti hakkında nass bulunan meseleye benzer başka bir olayda bulsa, bu iki olayın o hükümde ortak oldu­ğuna dair zanni galip hasıl olsa hakkında nass bulunmayanı, hakkında nass bulunana ilhak etse işte bu ilhaka “kıyas” denir. Hakkında nass bulunana asıl veya ınakisun aleyh, hakkında nass bulunmayana fer’ veya makîs, hükmün meşru kılınmasına sebep olan manaya da illet denir.

Kıyasa misaller çoktur. Bunlardan bazıları şöyledir:

I – Allah (c.c.) “Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” ayet-i kerimesinde iç­kinin (hamı) haram olduğunu sarahaten söylemiştir. Hamrtaze üzüm suyundan

elde edilmiş ve kaynatılmamış sarhoşluk veren içecektir. Müctehid bunun ha­ram kılınmasının illetinin aklı gideren sarhoş edici vasıf olduğunu tespit etse -ki şüphesiz bunda insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak, içene tıbben tespit edilmiş zararlar vermesi gibi dinî ve dünyevî sağlık ve toplumu ilgilendi­ren pek çok zararlar vardır- sonra müctehid bu “sarhoş etme” özelliğinin diğer mey va ve hububattan elde edilen içeceklerin içilmesiyle de görüldüğünü tesbit etse -ki bunlara nebiz = şıra denilir- böylece içilmesi haram olması açısından nebiz de şaraba ilhak edilmiş olur. Bu kıyasın rükünleri: Hamr = şarab asıl, nebîz,fer’dir. Hakkında nass bulunan aslın hükmü: Haram olması, asıl ile fer’ yani makîs ile makısun aleyh arasındaki ortak vasıf “sarhoş etmesi” dir.

2- Rasûlullah (s.a.) “Katil miras alamaz” sözüyle katili mirastan men et­miştir. Bunun illeti “vakti gelmeden bir şeyi elde etmede acele etmesi” dir. Do-layisıyle bundan mahrum edilerek cezalandırılır. Bu illet kendisine vasiyet ya­pılan şahsın vasiyet edeni öldürmesi hadisesinde de mevcuttur, bu sebeple Şa-fiîler hariç cumhura göre bu vasiyet mirastaki öldürmeye kıyas edilerek vasi­yetle mal alacak olan şahıs, katil vârisin mirastan menedildiği gibi bu vasiyetten men edilir.

3- Rasûlullah (s.a.) “Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine pazarlık, dünürü üzerine dünür yapmasın” hadisiyle dünür üzerine dünürlüğe gitmeyi haram kılmıştır. Bunun illeti müşterinin ve ilk dünürün rahatsız edilmesi, kin ve düşmanlığının kazanılmasıdır. Bu mal satış akdinde olduğu gibi kira ve diğer akidlerde de mevcuttur. Dolayısıyle hükmün illetinde müşterek oldukları için dünür üzerine dünür gitmenin haram olmasına kıyas edilerek bu hareket diğer akidlerde de haram olur.

4- Kur’an-ı Kerîm: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı za­man hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın” (Cuma: 63/9) ayetinde cuma ezanı okunduğu sırada alış-verişi haram kılmıştır. Bunun illeti alış-ve-rişle meşgul olurken namaz kılamamasıdır. Hanbelîler hariç cumhura göre bu mana kira ve rehin gibi herhangi bir akid ve işde de mevcuttur, dolayısıyle alış­verişin nehyine sebep olan illet o akidlerde da bulunduğu için onlar da haram olur.

Rükünleri

Kıyas dört rükün üzerine oturur: Asıl, fer’, asıl ile fer’i birleştiren vasıf -ki bu illettir-, ve aslın hükmü.

1 – Asıl: Nass veya icmâ ile sabit olan hükme konu olan şeydir. Şaraba kı­yas edilerek nebîzin de haram kılınması misalindeki şarap asıldır.

2- Fer’: Hakkında herhangi bir nass veya icmâ bulunmayandır ki yu­karıdaki misalde bu nebîzdir.

3- İllet: Aslın hükmünün üzerine bina edildiği vasıftır. Yukarıdaki misaldeki “sarhoş etme” vasfı illettir.

4- Aslın hükmü: Asıl hakkında varid olan nass veya icmânın ifade ettiği ve fer’a nakledilmesi istenilen şer’î hükümdür. Geçen misaldeki “şarabın haramlığı” aslın hükmüdür.

Kıyas yolu ile fer’de sabit olan hükme gelince -ki bu, yukarıdaki misalde nebîzin haram olmasıdır- bu kıyasın neticesidir, kıyasın bir rüknü değildir.

Bir başka misalle kıyası şöyle açıklayalım:

Hadis-i şerifte belirtildiği gibi altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz dan ibaret olan altı sınıf mal kendi cinsleriyle takas edildiğinde birinin ölçek miktarı diğerinden fazla olursa faiz olur ve haramdır. Bunlar asıldır. Mısır, pirinç, bakla gibi bu altı sınıfa kıyas edilenler ise fer’dir. Hüküm ise bunlarda faizin haram olmasıdır. İllete gelince: Hanefî ve Hanbelîlere göre illet aynı cins olmasının yanında ölçü veya tartı ile satılır olmalarıdır. Şafiî ve Malikîlere göre ise illet altın ve gümüşte semeniyet (değer ölçüsü), geri kalan dört yenilir maddede ise illet Şafiîlere göre yenilir şey olmaları, Malikîlere göre de aynı cins olmanın yanında depolanıp bozulmadan bekletilebilir olmalarıdır.

Kıyasın Hüccet Olması

Kıyasın hüccet olup olmadığında iki meşhur görüş vardır: Cumhura göre kıyas amelî hükümler çerçevesinde şer’î bir hüccettir ve Şeriatın asıllarından biridir. Şer’î deliller arasında dördüncü sırada yer alır. Bunlar kıyası hüccet olarak kabul edenlerdir.

Mu’tezileden Nazzam’a, Şia’dan İmamiyye’ye ve Zahirî mezhebine göre kıyas ahkam için şer’î bir hüccet değildir. Bunlar da kıyası kabul etmeyenler­dir.

Kıyası kabul eden Cumhurun delilleri:

Cumhur, kıyasın hüccet olduğuna dair Kur’an, Sünnet, İcmâ ve makul’-den olmak üzere dört delil getirdiler[1]

Kur’anda kıyasın hüccet olduğuna dair pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1-Ey akıl sahipleri! İbret alın” (Haşr: 59/2), Allah (c.c.) Benî Nadîr ya-hudilerinin inkârlarından, Rasûlullah’a ve müminlere verdikleri sıkıntılardan dolayı başlarına gelenleri haber verdikten sonra “ibret alın” buyurmuştur. Yani “kendinizi onlarla kıyaslayın, onların başına gelen şeyin benzerinin, benzeri bir cezanın sizin başınıza da gelebileceğini unutmayın, çünkü siz de onların yap­tıklarının benzerini yaptınız” demektir.

2-Bir şeyde, anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûlüne havale edin” (Nisa: 4/94). Hakkında nass bulunmayan meseleyi, hükmün illetinde eşit olmaları sebebiyle hakkında nass buluna meseleye ilhak etmek onu Allah’a ve Rasûlullah’a havale etmektir ki kıyasın manası da işte budur.

3-De ki, anları ilk defa yaratmış olan diriltir” (Yasin: 36/79). Allah (c.c.) bu manayı bizim daha iyi kavramamız için, mahlukatın tamamen yok ol­duktan sonra tekrar yaratılmasını onun ilk defa yaratılmasına kıyas etti. Çünkü onu yoktan yaratmaya kadir olan öldükten sonra diriltmeye elbette kadir olur, bilakis bu daha kolaydır. İşte bu bir kıyastır.

Sünnetten deliline gelince:

Sünnette hem kavlî hem amelî olarak kıyasa delâlet eden deliller vardır. Kavlî delili: Rasûlullah (s.a.) in kıyasla amel etmeyi tasvip etmesidir. Muaz’ı Yemen’e vali olarak gönderirken ona “Sana bir mesele arzolunduğu zaman nasıl hükmedersin” diye sormuştu. O da “Allah’ın kitabına göre hükmederim. Onda bulamazsam Rasûlullah’ın sünnetine göre hükmederim. Onda da bulamazsam ictihad eder re’yimle hükmederim, elimden gelen gayreti de esirgemem” diye cevap verince Rasûlullah (s.a.) mübarek elini Muaz’ın göğsüne vurarak: “Allah Rasûlünün razı olacağı şekilde muvaffak kılan Allah’a hamdederim” buyurmuştur. Görüşüyle ictihad etmek kıyası da şamildir.

Sahih olarak gelen amelî sünnete gelince: Rasûlullah (s.a.) pek çok mese­lede kıyas yapmıştır, bazıları şunlardır:

1-Has’am kabilesinden bir adam -bir rivayette kadın Rasûlullah’a gelip: “Babam çok ileri yaşlarında İslâmla müşerref oldu, binek üzerinde duramıyor, hac da üzerine farz oldu, onun yerine haccedeyim mi? Rasûlullah ona: “En bü­yük çocuğu sen misin?” buyurdular. O da “Evet” dedi. Rasûlullah da ona: “Ne dersin, babanın borcu olsaydı da onun adına sen ödeseydin ödenmiş olur muydu?” dedi. O da “evet” dedi. Rasûlullah ona “O halde onun yerine hac yap” buyurdular. Bu, borcun ödenmesinin vacip olduğu hususunda Rasûlullah’tan sadır olan Allah’a olan borcu kul borcuna benzeten bir kıyastır.

2- Hz. Ömer oruçlu kişinin inzal/boşalma olmadan hanımını öpmesinin hükmünü sordu. Rasûlullah (s.a.) ona “Ne dersin, oruçlu iken su ile ağzını çalkalasan” diye sordu. O da “Bir şey olmaz” dedi. Rasûlullah ona “O halde bu telaş niye” buyurdular. İşte bu, cinsî temasın başlangıcı olan öpmenin su içmenin bir başlangıcı olan ağıza su alma üzerine yapılan bir kıyastır. Zira bunlar herbiri asıl fiile götüren ve orucu bozmayan hareketler almaları bakımından aralarında benzerlik vardır.

3- Fezar kabilesinden bir adam hanımı siyahı bir çocuk doğurunca ço­cuğu reddetti. Rasûlullah onu ikna için şöyle buyurdu: “Senin develerin var mı?” adam “Evet” dedi. Rasûlullah “Renkleri nedir?” diye sordu. Adam “Kır­mızı” dedi. Rasûlullah “İçlerinde boz renkli de var mı?” diye sordu. Adam “Evet” dedi. Rasûlullah “Peki bu nereden geldi?” deyince adam “Belki bir damar çekmiştir” diye cevap verdi. Rasûlullah o zaman “belki bu çocuk da çekmiştir” buyurdular.

İcmâya gelince: Sahabe tarafından defalarca kıyasla amel edilmiş ve hiç kimseden itiraz gelmemiştir ki bu haber manevî tevatürle sabittir. Dolayısıyla onların bu fiili, kıyasın amel edilmesi vacib olan bir hüccet olduğu üzerinde icmâ ettiklerini gösterir.

Meselâ onlar Hz. Ebubekir’e biat etmek için hilâfeti namazdaki imamete kıyas ederek şöyle dediler: “Rasûlullah Hz. Ebubekir’den dinimiz için razı oldu, biz dünyamız için razı olmayacak mıyız?”. Bir kişiyi öldüren bir gurubun hepsine kısas yapılır hükmünü verirken bunu, ortaklaşa bir hırsızlık yapanları hepsinin elinin kesilmesine kıyas ettiler.

Hz. Ebubekir “kelâle” yi çocuk ve babanın dışındaki mirasçılar diye tefsir etti. Çünkü “kelâle” lügatte “yan yol” manasınadır; “kelâle” de bunun gi­bidir.

Hz. Ömer Ebu Musa el-Eş’arî’ye Basra’ya vali olarak tayin ettiği zaman yargı konusunda ona yazdığı meşhur mektupda şöyle diyordu: “Benzerlikleri iyi bil ve olayları görüşünle (benzerlerine) kıyas et.”

Hz. Osman ölen bir kişinin geride dedesi ve kardeşleri kalması halinde kardeşlere miras verilip verilmemesi konusunda Hz. Ömer’e şöyle demişti: “Kendi görüşünle amel eder, dede kardeşleri hacbeder” dersen doğrudur, ken­dinden öncekilerin görüşlerine tabi olur kardeşleri dedeye ortak edersen… bu ne güzel görüştür.

Hz. Ali: “Aklı başında insanlar nazarında hak mukayese ile bilinir.” de­miştir.

İbni Abbas, dedenin ölen kişinin kardeşlerini hacbedip mirastan mahrum etmesi meselesini oğlun oğlunun onları hacbetmesine kıyas etmiş ve şöyle de­miştir: “Zeyd bin Sabit Allah’tan korkmaz mı? Oğlun oğlunu oğul kabul ediyor da babanın babasını baba kabul etmiyor. Yani dedenin ve kardeşlerin her iki­sinin de ölene bir vasıta ile bağlı olmaları konusunda birbirlerine benzediklerini kabul etmediğini ifade ediyor.

Ashabın büyüklerinden sadır olan bu ve benzeri meseleler kıyasın amel edilmesi vacib olan bir delil olduğunu göstermektedir.

Makulden delillere gelence, bunlar çoktur, en mühimleri şunlardır:

1-Dinin bütün hükümleri, aklen anlaşılır, “maslahata riayet” esasına bina edilmiş hükümlerdir. Hükümlerin konulmasındaki nihâî gaye insanların masla­hatlarının gerçekleşmesidir. Meselâ iki hâdise mazınne-i maslahat (maslahatı gerçekleştirmesi muhtemel) olan hükmün illetinde eşit olurlarsa Cenabı Hakkın hüküm koymadaki maksadı olan maslahatın hasıl olması için hükümde de eşit olurlar. Maslahatın hasıl olması konusunda müctehidin nazanndaki zannı galip yeterlidir ve o zanla amel etmek vacip olur. İnsan aklının ve sağlığının muhafazası isteniyorsa sadece sarhoş edici şarabı haram kılıp da yine sarhoş edici nebîzi mubah kılmak makul değildir. Aynı şekilde insanların yiyecekleri ve eşyanın bedeli (para) ile oynanmasına mani olmak maksadiyle haram kılman faizi sadece altı sınıf (altın; gümüş, buğday, arpa, hurma, tuz) mala hasredip

meselâ pirinç, darı ve bakla gibi benzerleri yiyeceklerde mubah kılmak makul değildir.

2- Vahiy sona erdiği için Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebeviyye’nin nas-ları mahduttur. Halbuki hadiseler sınırlı değildir. Sınırlı olan sınırsız olanı kuşatamaz. Hakkın da nass bulunan hükümlerin konulmasına sebep teşkil eden illetler anlaşılıp benzerlerine tatbik edilmedikçe sınırlı olan nasslar sınırsız hadiseleri kuşatamaz. İşte, ortaya çıkan yeni hadiselerin hükmünü öğreten, hüküm koymada bize kaynak olan kıyasın manası budur.

3- Fıtrat-ı selime, akıl ve mantık kıyasla amel edilmesini gerektirir. Zira insanların haksız yere malının yenmesine zulme ve hakka tecavüze sebep ol­duğu için bir fiili yasak eden insan, içinde zulüm ve haksızlık olan her şeyi o file kıyas eder.Meselâ kokmuş bir yiyeceğin yenmesi veya zehirli içeceğin içil­mesi yasaklanmışsa, bundan zaruri olarak kokmuş olan her yiyeceği yemekten, her zehirli içeceği içmekten kaçınmak lazım geldiği anlaşılır.0 takdirde şeriatın her zaman ve mekâna uygun olduğuna ve ebediyete kadar insanların ihtiyacına ve maslahatına cevap vereceğine teminat verebiliriz.

Kıyası Kabul Etmeyenlerin Delilleri:

Şia, Nazzam ve Zahiriyyye mezhebi kıyasın meşru olmadığına şu dört şeyi delil göstermişlerdir[2]

1- Kur’an-ı Kerîm: Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: “Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık” (En’am: 6/38) Yani Allah’ın kitabı her şeyi ihtiva et­mektedir, dolayısıyle kıyasa ihtiyaç yoktur. Bunun cevabı şudur: Kur’an-ı Kerîm herşeyi ihtiva etmektedir, ancak tafsilatlı şekilde değil anahatlarıyle ih­tiva etmektedir.Bunun da delili şudur: Pek çok şer’î hüküm hakkında nass bu­lunmamaktadır. Bu sebeple Kur’ın-ı Kerîm’in ahkama delâleti ya doğrudan doğruya nassla olur veya bir vasıta ile olur ki bu da kıyastır.

Kıyası kabul etmeyenler ikinci delil olarak şu ayet-i kerimeyi zikrederler: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme” (İsra: 17/36) Kıyas da sadece zan ifade ettiğine, kat’î ilim ve yakın ifade etmediğine göre onunla amel etmek nehyedilmiş olmaktadır, hüküm isbat etmek için uygun bir yol değildir, çünkü bu zanna tabi olmaktır.

Buna verilecek cevap şudur: Burada nehyedilen şey akaidde zanna tabi olmadır. Şer’î amelî hükümlere gelince: Alimlerin ittifakıyla burada zan kâfi-ider. Âhad haberlerle, iki kişinin şahitliğini kabul etmek gibi zandan öte bir şey ifade etmeyen şeylerle amel etmekle mükellef oluşumumz buna delildir.

2- Sünnet: Sünnette de kıyasla amel etmeyi nehyeden deliller vardır. Me­selâ: “Bu ümmet bir zaman kitapla bir zaman sünnetle bir zaman da kıyasla amel edecek, işte bunu yaptıkları zaman delâlete düşmüşlerdir.” Buna verilecek cevap da şudur: Bu hadisin sahih olduğunu farzetsek dahi, bu muteber olmayan fasid kıyas manasınadır[3] Fasid kıyas, bir delile dayanmayan veya delile mu­arız kıyastır. Sahih kıyas ise makbuldür. Sahih kıyas kitap ve sünnete ters düşmeyen, dil kaidelerine uygun, farazî ve tahminî şeylere dayanmayıp bilakis şer’î naslardan istidlal edilen veya meselâ “Masâlih-i mürsele” esasına binaen yapılmış şeriatın ruhuna uygun olan kıyastır.

3- İcmâ: Ashabı kiramdan bazılarının kıyasla ameli zemmetmeleri, onla­rın bu sözlerine karşı diğerlerinin sükût etmesi kıyasın aleyhine bir icmâdır. Meselâ: Hz. Ebubekir”e “Kelâle” nin manası sorulduğunda “Ben Allah’ın kitabı hakkında kıyas ve içtihadımla bir şey söylersem beni hangi yer taşır, hangi sema gölgeler.” dedi. Hz. Ömer de: “Sakının kıyas ehlinden, zira onlar sünnet düşmanıdırlar. Hadis ezberlemek zor gelince görüşleriyle (kıyasla) hü­küm vererek hem kendileri sapar hem başkalarını saptırırlar” Şu söz de ona aittir: “Sakının mukâyeleden”. “Mukâyele nedir?” denildiğinde “mukayesedir” dedi.

Hz. Ali (r.a)’de şöyle demiştir: “Bu din re’y (kıyas) le olsaydı mesheder-ken altını meshetmek üstünü meshetmekten daha uygun olurdu.” İbni Abbas da şöyle demiştir: İçinizdeki kurrâlannız ve sâlihleriniz gider, insanlar da cahilleri başa geçirirler, onlar da işleri kendi reyleriyle kıyas ederler.”

İşte ashabı kiram, kıyasla ameli kabul etmediler, bunlara itiraz eden de olmadı. O halde bu kıyasla amelin caiz olmadığı üzerinde ashabın icmaldir.

Buna şöyle cevap verilir: Bu rivayetler sahih değildir. Sahih olsa bile, daha önce zikrettiğimiz kıyasla amelin caiz olduğuna delâlet eden rivayetlere zıttır. Kıyas aleyhindeki bu sözlerin maksadı kıyası reddetmek değil belki nassa veya şeriatın ruhuna dayanmayan görüş ve kavilllere fırsat vermemek veya nassa muhalif olarak yapılmış, sıhhat şartlan bulunmayan fasid kıyas hakkında söylenmiştir. Veya ictihad ehli olmayanlar hakkında veya Kur’an-ı Kerîm’in tefsir edilmesi gibi kıyas cereyan etmeyen hususlarda re’yine göre konuşanlar hakkında söylenmiş sözlerdir. Şer’î nasslara uygun sıhhat şartlan tam olan sahih kıyas ise caizdir, yasak veya reddedilmiş değildir.

4- Ma’kul’den delilleri: Hükümlerin illetini tesbitte görüşler farklı olacağı için kıyas müctehidler arasında niza ve ihtilafa sebep olur. Nitekim ictihadla sabit olan meselelerde durum budur. Bu ise ihtilafın, taâruz ve tenakuzun kay­nağıdır. Halbuki dinde taâruz ve tenakuz (çelişki) yoktur. Allah (c.c.) “Niza yapmayın sonra (harpten) korkarsınız da gücünüz gider” (Enfal: 8/46) buyurmaktadır. Buna da şöyle cevap verilir. Burada nehyedilen niza ve ihtilaf, zem edilen tearuz ve tenakuz, akide ve dinin esaslanna veya mesela devlet idaresi ve harp işleri gibi umuma ait işlerdeki niza ve ihtilaftır.

Şer’î amelî hükümlerdeki niza ve ihtilaf ise kaçınılmazdır. Çünkü bunda ne zarar vardır nede mefsedet vardır. Bilakis bu rahmet ve maslahattır ve ümmete genişliktir. Ayrıca şer’an matlub olan içtihadın neticesinde, vahyin kesil­miş olması, her meselede Allah’ın bizzat muradı olan hükmün bilinmesine im­kan olmaması, peygamberin dışında hiç kimsenin masum olmaması gibi sebeplerle ihtilaflara düşülmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyle müctehidler ve onların içtihadını taklid eden herkes bu konuda mazurdur.

Kıyasın Şartları

Kıyas sahih olması için kıyasın rükünleri olan asıl, fer’, aslın hükmü ve illetten her biri için muayyen şartların bulunması lazımdır.

Asılda aranan şartlar: Asıl, hakkında nas veya icmâ varid olan hükmün mahallidir. Usûlcüler bu asıl hakkında bir takım şartlar zikrederler ki bunlar gerçekte aslın hükmünün şartlandır[4] Bir şart hariç, sadece asla mahsus her hangi bir şarta rastlamadım. O bir şart da aslın başka bir aslın fer’i olma­masıdır. Çünkü mantık, esas olan asla kıyas ederek hüküm verir, asıl kabul edilen fer’e kıyas ederek değil.

Bu sebebledir ki meselâ “riba’l-fadl”ın haram olması meselesinde her ikisi de yenilecek şeydir diye ayvayı elmaya kıyas etmek sahih olmaz. Çünkü zaten elma kendisi, altı sınıf eşyanın haram olduğuna delâlet eden hadis içinde zikredilen “hurma” ya kıyas edilen bir fer’dir.

Yine aynı şekilde, darının dan ile takas yapılacak satışında birinin fazla olması durumunda faiz olması meselesinde darıyı pirince kıyas etmek sahih olmaz. Çünkü zaten pirinç nassda zikredilen buğdaya kıyas edilerek “riba’l-fadl” câri olur hükmü verilmiş bir fer’dir. Bunun da illeti Şafiîlere göre buğdayın da pirincin de “yenilir” vasfının bulunması, Malikîlere göre “gıda ve (uzun müddet) saklanabilir” olması veya Hanefî ve Hanbelîlere göre “ölçekle satılır” olmasıdır. İkinci asıl olarak kabul edilen pirinç ile buğday arasında illet . birliği olmasına rağmen pirinç üzerine kıyas edilmez. Çünkü bu faydasız bir uzatmadır. Keza her ikisi de “taharet” tir diyerek her ikisinde de niyeti şart kılmak için abdestin teyemmüme kıyas edilmesi sahih olmaz. Çünkü teyemmümde niyetin şart olması hükmü her ikisi de ibadet olması hasebiyle namaza kıyas edilerek verilmiştir. Bu sebeple abdestin teyemmüme kıyası sahih olmaz. Çünkü abdestin teyemmüme kıyasındaki illet ile teyemmümün namaza kıyasındaki illet farklıdır: Birincisinde illet “taharet” ikincisinde “ibadet” tir. İlletin farklı olması birinci kıyası geçersiz kılar. Çünkü hakkında nas bulunan asıl -yani namaz- ile fer’ -yani abdest- arasında ortak vasıf bulunmamaktadır. Bu sebeple kıyasın rükünlerinden biri olan illet bulunmadığı için kıyas batıl olur.

Namaz, teyemmüm ve abdest arasındaki ortak vasıf olan “ibadet olma” illet alınacak olsa, yukarıda geçen iki faiz misallerinde de gösterdiğimiz gibi faydasız bir şekilde kıyas uzamış olur.

Aslın hükmünün şartları:

“Aslın hükmünün nasla veya icmâ ile sabit olmuş şer’î bir hüküm olması şarttır” demeye gerek yok. Çünkü biz burada zaten şer’î kıyastan bahsediyo­ruz. Neshedilmemiş halen devam eden bir hüküm olmalıdır demeye de gerek yok, çünkü eğer hükmün aslı neshedilmiş olursa, bununla amel edilme sona erdiği için o hükmü fer’a nakledip fer’in hükmünü o asla bina etmek mümkün olmaz.

Aslın hükmünde aranan şartlar dörttür[5]

1-Aslın hükmünün sadece kendi mahalline mahsus olmaması lazımdır. Çünkü kıyas yapabilmesi için aslın hükmü fer’a intikal edebilmelidir, şayet başka bir delil ile hükmün asla mahsus olduğu sabit olursa bunun aktarılması mümkün olmaz. Meselâ iftar etmeden oruca devam etmenin mubah olması, dörtten fazla kadınla evlenmenin helâl olması, mehirsiz nikah, ganimetlerden dilediğini alma, ramazan günü hanımıyle münasebette bulunan kişinin oruç keffaretini ev halkına sarfetmesine izin vermesi gibi ruhsatlar Rasûlullaha ait hususlardır.

Hükmü Rasûlullah’a ait hususlardan diğer bazıları şunlardır: “Huzeyme kimin lehinde şahitlik yaparsa o yeterlidir” hadisi şerifinde ifade buyurdukları gibi tek başına Huzeyme’nin şahitliğini kabul etmesi. Bununla “Erkeklerinizden iki şahidin şahitliğini isteyin” (Bakara: 2/282) ayeti tahsis edilmiş oluyor. Yani şahitler ikiden az olmaz, Huzeyme’nin istisna edilmesi onda, başkalarında bu­lunmayan bir anlayış kabiliyeti olduğu içindir. Dolayısıyle takvada, anlayışta ve doğrulukta onun gibi veya daha üstün olan bir başkası ona kıyas edilemez, bu ona has bir hükümdür.

2- Aslın hükmü kıyas kaidelerine muhalif şekilde sabit olmuş olmamalı­dır. Yani umumî kaidelerden veya kıyas kaidelerinden müstesna bir şekilde meşru kılınmış olmamalıdır. Çünkü kıyasa muhalif şekilde sabit olan hükme başkası kıyas edilemez.

Bunun manası şudur: Aslın hükmünün manası makul olmalıdır. Yani aklın idrâk etmesi mümkün olan bir illeti bulunmalıdır. Çünkü illet kıyasın esasıdır. Bu sebeple namazların rekatleri, zekatların miktarları, zina ve kazf haddinde vurulacak sopaların sayısı ve keffaretler için ödenecek şeylerin mik­tarları gibi taabbudî olan hükümlere kıyas yapılmaz. Çünkü bu hükümlerin il­letlerini aklın idrak etmesi mümkün olmaz.

Aynı şekilde illeti anlaşılır olsa bile umumi kaidelerden müstesna bir şe­kilde sabit olan hükme de kıyas yapılmaz. Meselâ hadis-i şerifte varid olduğuna göre unutarak yiyen kişinin orucunun sahih olması hükmü. Aslında “oruç bo­zan şeylerden oruç müddetince kendini tutması” kaidesine muhalif olarak boğazından içeriye bir şey girdiği için umumi kaideye göre orucunun bozulması lazım gelirken, illeti anlaşılır bile olsa kolaylık olması ve meşakkatin defi için orucun sıhhatine hükmedilmiştir. Çünkü unutan kişi yasak ve haram olanı irtikap etme niyetinde değildir. Öyleyse hata ile oruç bozan bir şey yiyen kişi buna kıyas edilmez. Namazda unutarak konuşan kişinin namazı da unutanın orucuna kıyas edilmez. Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Çünkü unutma hatanın aksine, kaçınmak mümkün olmayan bir haldir. Namaz oruçtan farklıdır, namaz hali ibadeti hatırlatıcı bir sebeptir. Oruçta ise hatırlatacak bir hal yoktur. Onun için namazda unutma mazeret kabul edilmez.

3- Fer’in hükmü hakkında nas bulunmamalı: Yani aslın hükmüne delâlet eden delil fer’in hükmüne de delâlet edip ona da şâmil olmamalı. Zira delil fer’in hükmüne de şâmil olursa o takdirde fer’in hükmü kıyasla değil aslî delil ile sabit olmuş sayılır, dolayısıyle kıyasa ihtiyaç kalmaz. Meselâ, şarabın haramlığına ayetle değil de “Her sarhoş edici şey haramdır.” hadisi delil alınırsa bu nass aynı zamanda nebîz = şıranın haram olduğuna da delâlet eder, kıyasa hacet kalmaz.

4- Aslın hükmü fer’in hükmünden önce meşru kılınmış olmalıdır. Yani, fer’in hükmü kıyasla ortaya çıkarılmak isteniyorsa aslın hükmü fer’in hük­münden önce meşru kılınmış olup ondan sonra sabit olmamalıdır. Binaena­leyh, niyetin şart olması meselesinde her ikisi de taharettir diyerek abdest te­yemmüme kıyas edilmez. Çünkü bu takdirde abdest fer’ teyemmüm ona asıl yapılmış olur. Halbuki abdest hicretten önce teyemmüm sonra meşru kılınmıştır.

Lakin fer’in kıyastan başka bir delili varsa bu kıyasın yapılmasına bir mani yoktur. Çünkü bu takdirde fer’in hükmü iki delil ile sabit olmuş demektir: Kıyas ve diğer delil. Bu delil meselâ “Ameller niyetlere göredir” hadisi şerifi olabilir, zira bu abdeste de teyemmüme de şâmil olur.

Fer’in Şartları:

Fer’de dört şart aranır1:

1- Fer’de de aslın illetine benzer bir illet bulunmalıdır. Bu benzerlik ya zatından veya cinsinden olur. Meselâ: Sarhoş edicilik vasfından dolayı nebîzin şaraba kıyas edilmesi gibi. Nebîzde mevcut olan bu illet haramlığı hakkında nas varid olan şaraptaki illetin aynısıdır. Halbuki herbirinde bulunan “cinayet” vasfından dolayı cana yapılan tecavüz sebebiyle katile kısasın farz olmasına

kıyas edilerek azalara yapılan tecavüzlerde de kısasın farz olması misalinde, illetin zatında değil de cinsinde eşitlik mevcuttur.

Bu şart tahakkuk etmeden yapılan kıyasa “kıyas maa’l-fârık” denilir. Me­selâ: Yarım, üçte bir dörtte bir gibi muhtelif hisselerle bir mülkte ortak olan kişilerin şuf a yolu ile elde ettikleri bir mülk, cumhura göre sahip olunan bir mülkün geliri ve semeresine kıyas edilerek hisseleri oranında aralarında taksim edilir. Hanefîlere göre ise bu kıyas, “kıyas maa’l-fârık”tır. Çünkü gelir ve se­mere mülkten doğar, haliyle her ortak mülkünden çıkan kadarını alır. Halbuki şuf a yolu ile elde edilen şey mülkün geliri değildir. Dolayısıyle hisselerine göre değil, eşit taksim ederler.

2-Aslın hükmü fer’de değişmemelidir: Bundan dolayı zıhar yaptığı’ hanımından tekrar istimtâda bulunabilmesinin haram olması konusunda Hanefîler zimminin zıharmı müslümanın zıharına kıyas edilmesine cevaz vermemişlerdir. Çünkü asıl hakkındaki -yani müslümanın zıharındaki-haramhk Mücadele suresinin başındaki zıhar ayetlerinde beyan edildiği gibi muvakkattir, keffaretle sonar erer. Halbuki fer’de ki -zimminin zıhanndaki-haramlık daimidir, çünkü kâfir keffaret verme ehliyetine sahip değildir, zira keffaret ibadettir veya ibadet manası ağır basmaktadır ve keffaretten maksat kişiyi günahtan temizlemektir. Halbuki kafir bu haliyle ibadet eda etme ehliyetine sahip değildir. Zira onun bütün ameli dünyada da âhirette de boşa çıkacaktır. Dolayısıyle Hanefîlere göre zimminin zıhan bâtıldır. Şafiîlere göre ise sahihtir, zira fakir doyurmak veya köle azad etmek suretiyle keffaret ödemesi mümkündür.

3- Kıyas neticesinde fer’in aslın önüne geçmesi gibi bir hal olmamalıdır. Meselâ: Niyetin şart olması konusunda abdesti teyemmüme kıyas etmek sahih değildir. Çünkü teyemmümün meşru oluşu abdestten sonradır. Böyle bir kıyas yapılacak olursa asılda hükmün sübûtu illetinden önce olacaktır ki daha önce de gördüğümüz gibi illetin hükmünden sonra bulunmuş olmaması da bir şarttır.

4- Fer’ hakkında kıyasa muhalif bir hükme delâlet eden bir nass veya icmâ bulunmamalıdır. Zira bu takdirde kıyas, nas veya icmâya ters düşer ki buna fasid kıyas denilir. Bu sebepledir ki Hanefîlere göre kati keffaretine kıyas edilerek yemin keffaretinde azad edilecek kölenin de müslüman köle olmasını şart koşmak sahih değildir. Çünkü böyle bir şart yemin keffareti hakkındaki “… veya bir köle azad etmek” (Maide: 5/89) şeklinde mutlak olarak gelen Kur-‘an nassma muhalif olur. Çünkü burada “köle” lafzı mutlak gelmiş, kölenin mümin olma şartı getirilmemiştir. Halbuki hata ile öldürmenin keffareti hak­kında gelen ayet-i kerimede “Kim bir mümini hata ile öldürürse mümin bir köle azad etsin.” (Nisa:4792) şeklinde gelmiş ve kölenin mümin olmasını şart koş­muştur. Şu halde yemin keffaretini kati keffaretine kıyas etmek fasid olur, çünkü bu, aslın hükmünün değişmesine sebep olmaktadır.

Ve yine her ikisinde de seferîlik var diye, seferde orucu terketmenin caiz olmasına kıyas ederek namazın da terkine cevaz vermek âlimlerce sahih görül­memiş, âlimlerce batıl sayılmıştır. Zira bu kıyas sefer halinde namazın terkinin helal olmayacağına dair vaki olan icmâya muhalif düşer.

İlletin Şartlan:

İlletin şartlarından önce illetin tarifi ve buna dair meselelerden bahsede­ceğiz.

İlletin tarifi, illetle hikmet ve sebep arasındaki fark ve kendisiyle ta’lilin sahih olacağı vasfın beyanı:

İllet, kıyasın üzerine bina edildiği esastır. Usûlcülerin ıstılahında illet: Maslahatın tahakkuku için kendisi bulunduğu yerde hükmün meşru olduğu şeydir. Veya hükmü tarif eden vasıfdır. İllete, hükmün menâtı, sebebi ve emaresi de denir.

İllet kelimesi, tahakkuku arzu edilen bir maslahatın elde edilmesi veya ka­çınılması gereken bir mefsedetin defi gibi hükmü meşru kılmaya sevkeden hikmet için de kullanıldığı olur. Meselâ: Alış-veriş yapanlann menfaatinin alış­verişin mubah kılınmasına; insan hayatını, aklını, nesebini ve malını koruma gayesinin kasten öldürmenin, içkinin, zinanın ve hırsızlığın haram kılınmasına sebep olması; meşakkati defetme hikmetinin namazları kısaltma, ramazanda oruç tutmama ruhsatına sebep olması bu kabildendir.

Şer’î hükümler iyice düşünüldüğündü şu sonuç çıkmaktadır: Allah (c.c.) kulları için bir hüküm koymuşsa mutlaka ya onların maslahat ve menfaatini gerçekleştirmek veya onlardan zarar ve mefsedeti uzaklaştırmak için koymuştur. “Bize seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya: 21/107) ayet-i kerimesi de buna işaret etmektedir.

Hemen akla gelen şey şudur: Şer’î hükümler hikmetlerle bağlantılıdır. Çünkü hükümden asıl maksad hikmetinin tahakkukudur. Ancak hikmet gizli, görünmez yani duyulardan biri ile anlaşılamaz olabilir, o takdirde varlığı veya yokluğunun kesinlik kazanması mümkün olmaz. Hikmet bazan gayri münzabit yani duruma ve şahsa göre değişen bir şey olabilir. Meselâ alış-verişin mubah kılınmasının hikmeti ihtiyaç olabilir, ama bazan ihtiyaç olmadan da alış-veriş yapılabilir, o halde hikmet gizli bir şeydir. Ve yine seferde oruç tutmamanın caiz olması için bazı durumlarda, bazı şahıslara göre veya bazı zamanlarda “meşakkat” var olabileceği gibi diğer bazı şartlarda bulunmayabilir.

Çoğunlukla içkinin zararı içenlerde görüldüğü halde bazı güçlü insanlarda görülmeyebilir. Şüf’a meselesinde belki komşunun veya ortağın zararı def edilmiş olabilir. Katile kısas yapılmasının meşru kılınması insan hayatının ko­runmasına sebep olabileceği gibi -ki çoğunlukla böyle olur- olmayabilir de.

İşte bazan ahkamın hikmetinin gizli olmasına ve gayri münzabit oluşuna bakarak usûlcülerin cumhuru açık veya münzabit (duruma ve şahsa göre değişmez) bile olsa ahkâmın hikmetle ta’lilini (yani illet sayılmasını) kabul etmemişlerdir. Çünkü eğer teklif (kişiyi mükellef sayma) hikmet üzerine oturtulacak olsaydı her halde ve her şahısta aynı olmazdı. İşte bu yüzden âlimler şu kaideyi koymuşlardır: Hükümler hikmetlere değil illetlere bina edilir.

Buna binaen maşakkat bulunmasa bile sefer, oruç tutmamak ve namazı iki rekat kılmak için bir illettir. Bu yüzden fırıncı, ocakçı, maden işçisi, tarla­daki işçilerin durumunda olduğu gibi çalıştığı iş meşakkatli dahi olsa seferî ol­mayan mukimin durumu, hasta olmayan sağlamın durumunun sefer haline veya hastalık haline kıyas edilmesi caiz olmaz. Çünkü hikmet olan meşakkat bulun­masına rağmen cevazın illeti olan sefer hali veya hastalık bulunmamaktır.

İlletle hikmet arasındaki fark: Hikmet şârii hüküm koymaya sevkeden asıl âmil ve ondan hedeflenen nihâî gayedir ki o da hüküm koyucu (sâri’) nun hüküm koyarken tahakkukunu veya ikmalini istediği maslahat veya ortadan kalkmasını veya azalmasını istediği mefsedettir.

İllet ise üzerine hükmün bina edildiği, var olduğunda hüküm de var olan bulunmadığında hüküm de bulunmayan, hükmü tarif eden zahir ve munzabit bir vasıftır. Hükmü bu vasfa bağlamakla hüküm koymaktan beklenen maksada ulaşılmış olur. Meselâ sefer hali veya hastalık, ramazanda oruç tutmamanın caiz olmasının illetidir. Yine sefer hali, dört rekatli farzları iki kılmanın caiz olmasının illetidir. Yine sefer hali, dört rekatli farzları iki kılmanın caiz olma­sının illetidir. Çünkü sefer hali hükmün kendisine bağlanabileceği zahir ve munzabit bir vasıftır. Ancak sefer hali aynı zamanda yukarıdaki cevaz hüküm­lerinin konulmasındaki hikmetin gerçekleşmesi muhtemel olan bir vasıftır. Çünkü yolculuk meşakkatten hali değildir. İşte bu sebepten dolayı yolculara hafiflik ve kolaylık olsun, meşakkat olmasın diye oruç tutmama, namazlarını kısaltma hükmü meşru kılınmıştır. Şu halde sefer illet, meşakkatin defi hik­mettir.

“Sebep”e gelince usûlcülerin cumhuruna göre sebep delâlet bakımından illetten daha umumidir. Buna göre, her illet sebepdir ama her sebep illet değil­dir. Eğer hüküm ile vasıf arasında akılla idrak edilebilecek bir münasebet (maslahat) varsa o vasfa hem illet, hem sebep denilir. Şayet bu münasebet akılla idrak edilir cinsten değil ise bu vasfın adı sadece “sebep” olur. Meselâ: Mülkiyetin intikaline razı olunduğunu gösteren satış akdi illet ve sebeptir. Öğle namazının vaktinin girmiş olması için güneşin zevale gelmesi ise sebeptir. Buna illet denilmez.

İlletin Şartları dörttür[6]

1- İllet hükme münasib bir vasıf olmalıdır. Yani hükmün konulmasın­daki hikmetin tahakkuku muhtemel bir vasıf olmalıdır. Bu ihtimal zann-ı galib-dir. Hikmet de maslahatın celbi mefsedetin veya zararın defidir.

Meselâ: Sarhoş etme, alkolün haram edilmesi için münasip bir vasıftır. Haram hükmü verilmesi sebebiyle insanların akılları ve bedenleri eza ve zarar­dan korunarak gelecek mefsedet veya zarar def edilmiş olur. Hırsızlık, hırsı­zın elinin kesilmesi hükmünün konulması için münasib bir vasıftır. Çünkü hükmün bu vasfa bağlanması yolu ile insanların malı muhafaza edilmiş olmak­tadır.

Seferîlik ramazanda oruç tutmamanın caiz olması hükmüne münasip bir vasıftır. Çünkü buna cevaz verilmesi suretiyle kolaylık sağlanmış ve meşakkat giderilmiş olmaktadır. Kasten öldürme kısas hükmünün vaz edilmesine mü­nasib bir vasıftır. Çünkü bu sebeble canlar korunmuş kanlar heder edilmemiş olur. Bu vasıf aynı zamanda, “Katil öldürdüğüne vâris olamaz” hadisindeki mi­rastan mahrum kalma hükmüne münasip bir vasıftır. Çünkü bu hüküm öldür­meye teşebbüsü önler.

Hükmü, ona münasip olmayan vasıfla ta’lil etmek sahih olmaz. Meselâ alkolün haram kılınmasını onun kırmızı bir sıvı olması veya şişeye doldurul­muş olması ile ta’lil etmek, hırsızlıkta el kesmenin farz olmasını hırsızın zen­gin veya ahlaksız veya bir mevki sahibi veya esmer renkli olması, malı çalma­nın fakir ve cömert olması ile ta’lil etmek; seferi halde oruç tutmamanın caiz olmasını yolcunun yaya olması ve kısa boylu olması veya kadın olması veya ârâbî olması ile ta’lil etmek bu hükümleri münasib olmayan vasıflarla ta’lil et­mek olur. Bu vasıflara “Evsâf-ı Tardiyye” veya hükümle aralarında kabule şa­yan aklî bir alaka bulunmayan “Evsaf-ı İttifakıyye” denilir.

Aslında münasib olup da bu münasebetin bozulmasına sebep olacak bir durum arız olan vasıflarla da ta’lil sahih olmaz. Meselâ tehdit altında yapılan satış akdi ile mecnunun akdi mülkiyetin intikali için illet sayılmaz. Nikah akdi yapıldıktan sonra bir araya gelmedikleri sabit olan kadının nikahlı oluşu ne­sebin sübûtu için illet sayılmaz.

2- İllet açık bir vasıf yani duyulardan biri ile varlığı anlaşılabilen bir va­sıf olmalıdır. Çünkü illet orada hükmün varlığını gösteren bir vasıf olmalıdır. O halde hem asıl da hem fer’de varlığı anlaşılabilen açık bir vasıf olması lazım gelir. Meselâ: “Sarhoş etme” vasfı şarapta ve başka sarhoş edici herhangi bir nebîzde varlığı hissedilebilen bir vasıftır. Yaşın küçüklüğü çocuk üzerinde vel­ayetin sabit olması konusunda anlaşılabilen açık bir vasıftır. Kedinin evde aramızda dolaşması gözle görülen bir vasıftır o halde bu, onun artığının temiz sayılması için bir illettir. Altı cins ribevî mal ve diğer benzerlerinin kendi cinsIeriyle takas edilmesi durumunda faiz carî olmasının illetinin aynı cins olmala­rının yanında kile ve kilo ile satılır olmaları hepsinde müşterek olan anlaşılabi­lir bir vasıftır.

Eğer bu vasıf hafi (gizli) olursa hükmün onunla ta’dil edilmesi isabetli olmaz. Çünkü bu takdirde o vasfın var olup almadığını tesbit etmek mümkün olmaz. Buna göre ahş-veriş yapanların “rızasının” her iki malın mülkiyetinin intikali için illet sayılması sahih olmaz, çünkü “rıza” kalbde bulunan, anlaşıl­ması mümkün olmayan bir şeydir. Anlaşılabilen ve “rıza” nın da varlığını gösteren şey ancak icab-kabuldür. Cima gizli olması hasebiyle nesebin subûtu için münasib bir vasıf değildir. Dolayısıyle açık olup gözle görülen nikah ak­dinin bu hüküm için münasib bir vasıf sayılması lazım gelir. Bulûğ çağına gelmenin illeti aklın olgunluğu değildir, çünkü bu anlaşılmaz bir haldir, onun için bulûğ, görülebilen ve aklın kemalini de gösteren bir vasıfla ta’lil edilir ki bu, kişinin 15 yaşına gelmesi veya hayız görmesi, meni gelmesi gibi ihtilam al­âmetlerinden birinin ortaya çıkmasıdır.

3- İllet munzabit bir vasıf olmalıdır. Yani şahısların ve durumun değişmesiyle büyük değişiklik göstermeyen mahdut ve muayyen bir hakikati olan bir vasıf olmalıdır. Çünkü kıyasın esası asıl ile fer’ arasındaki illet eşitliğidir. Bu da illetin durumun değişmesiye değişmeyecek mahdut ve munzabit bir vasıf olmasını gerektirir. Aksi halde kıyas olmaz.

Meselâ kati = öldürme, katilin mirastan mahrum edilmesi konusunda muayyen ve mahdut bir vasıftır.O halde vasiyet de ona kıyas edilebilir. Bir insanın başka birinin satış pazarlığının üstüne pazarlığa girmesindeki haksızlık muayyen ve mahdut bir vasıf sayılır. Bir şahsın başka birinin kiralama pazarlığının üzerine pazarlığa girmesi de buna kıyas edilir. Sarhoş edici olan, şarabın haram kılınması hususunda mahdut bir vasıftır, o halde sarhoşluk veren her şey buna kıyas edilebilir. Bu içeceklerin az veya çok sert olmasındaki basit farklılıklar dikkate alınmaz, çünkü aralarındaki fark basit bir farktır, şartların ve şahısların değişmesiyle açık farklılıklar arzeden gayri munzabit veya muzdarip (kararsız) olan vasıflarla hükmü ta’lil etmek sahih olmaz. Meselâ, “meşakkat” seferî olan kişinin ramazanda oruç tutmaması için illet kabul edilemez, çünkü meşakkat şartlar ve şahıslara göre değişir. Bilakis munzabit olan bir vasıftda ta’lil edilmelidir ki o da seferdir.

4- İlletin müteaddî (intikal edici) olup sadece asla ait bir vasıf olmamalı­dır. Yani illet çeşitli hallerde tahakkuku mümkün olan ve aslın dışında da bulunan bir vasıf olmalıdır. Eğer illet sadece asla ait bir vasıf olursa onun üzerine kıyas yapmak sahih olmaz. Çünkü illetin böyle kasır olması onun fer’de da bulunmasına mani olur. Halbuki kıyasın temeli fer’in asla hükmün illetinde ortak olmasıdır. Bu ortaklık tahakkuk etmezse kıyas sahih olmaz.

Bu sebeple şarabın haram kılınmasını onun keskinleşmiş üzüm suyu ol­ması ile ta’lil etmek sahih olmaz. Çünkü bu illet başkasında bulunmaz. Ama sarhoş edici olması ile ta’lil edilebilir çünkü bu vasıf şarapta da başkasında da , bulunur. Yine aynı sebebten, Hanefîlere göre altın ve gümüşte faizin haram olmasını bunların semen (yani eşyanın değer ölçüsü) olması ile ta’lil etmek sahih olmaz. Çünkü semen olma vasfı başkasında bulunmayan kasır bir va­sıftır. Dörtten fazla hanımla nikahlanma, vefatından sonra hanımlarının başka-larıyle evlenmesinin caiz olmaması gibi.Rasûlullah’a ait (hasâis-i nebî) hüküm­lerin ta’lili ile sahih olmaz.

Şu da unutulmamalıdır ki: Alimler nass veya icmâ ile sabit olan illetlerle kasır da olsa taiil yapılabileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Meselâ sefer ve hastalık ramazanda oruç tutmamanın cevazı için birer kasır illettir. Ama illet ic-tihad ve istinbatla tesbit edilmişse kıyas için bunu ta’lil etmenin bir faydası ol­madığından Hanefîlere göre hüküm bu illetle ta’lil edilmez. Diğer mezhebler bunda kıyastan başka faydalar bulunduğu için ta’liline cevaz vermişlerdir. Me­selâ altın ve gümüşte faizin haram olmasını bunların para veya semen olması ile taiil edilmesi bu kabildendir. Şu halde illet cumhura göre iki çeşittir:

a) Müteaddî illet: Bu, bulunduğu mahalden başka mahallere geçen, başka­larında da bulunabilen illettir.

b) Kasır illet: İster nasla ister istinbât yoluyle tesbit edilmiş olsun bulun­duğu mahalden başkasına geçmeyen illettir.

İlleti Bulma Yolları

Bundan maksad müctehidi illete ulaştıran yollardır. En önemlileri şunlar­dır[7]

1- Nass

Yani her hangi bi vasfın bir şer’î hükmün illeti olduğuna dair Kur’an-ı Kerîm’de veya sünnette varid olan nasdır. Bu nevi illete “mansus illet” denir. Nass bu illete ya açıkça veya imâ ve işaret yoluyla delâlet eder.

a) Sarih illet: Nasda “şunun için, şu sebeple, şu illete binâen” gibi Arap-çada ta’lil lafzı olarak kullanılan lafızların ifade ettiği illettir. Meselâ Haşr süre­sindeki fey’ ganimetin kime ait olduğunu beyan eden ayette olduğu gibi: “Al­lah’ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberlerine verdiği ganimet­ler, içinizden yalnız zengin olanların arasında dolaşmaması için Allah, pey­gamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir.” (Haşr:59/7) ayet-i kerimesinde sarih illet “sadece zenginler arasında dolaşan bir (mal) olma­ması için” kısmıdır.

Ve diğer misaller “İnsanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmaması için müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gön­derdik. ” (Nisa: 4/165). Adem (a.s.) in iki oğlunun kıssası nakledildikten sonra

“işte bu yüzdendir ki İsrailoğullan’na şöyle yazmıştır: Kim bir cana veya yer­yüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Maide: 5/32), “Yahudilerin zulmü sebebiyle kendilerine helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık.” (Nisa: 4/160), “Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Ayhalinde olan kadınlardan uzak durun.” (Bakara: 2/222).

Rasûlullah (s.a.) de: “İhtiyaç duyulduğu için sizi kurban etlerini beklet­mekten nehyetmiştim, şimdi bekletebilirsiniz” buyurmuştu. Yani kurban gün­lerinde sahralardan Medine’ye gelen (misafir)lere rahatlık olsun (onlara ikram edilsin) diye nehyetmişti. Yine Rasûlullah (s.a.) başkasının evine izinsiz göz atmanın haramlığını ta’lil ederken “izin istemek göz için emrolunmuştur” bu­yurmuşlardır. Ve yine Rasûlullah (s.a.) kedinin artığının temiz olduğunu ta’lil ederken: “Kedi aramızda dolaşan hayvanlardan biridir.” buyurmuştur.

Ta’lil ifade eden nas ya “Şunun için, o takdirde, bu sebeple şundan do­layı” gibi sadece ta’lil kastedilen ve bunun için tayin edilmiş kat’î lafızlar olur veya hem ta’lil hem de başka mana için kullanılabilen bir lafız olur. Bu takdirde nassın illete delâleti zannî olur.” harfleri bu kabildendir. Me-, selâ: “Ben cinni ve insi ancak bana kulluk için yarattım.” (Zariyat: 51/56), “Al­lah’tan gelen bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın” (Ali imran: 3/159) “Mal ve evlad sahibi olmak için”, (Kalem: 68/14), ye misal: “O (kedi) sizin aranızda dolaşıp duran hayvanlardan biridir.”

b) Nassın îmâ ve işaret yolu ile delâlet ettiği illet. Bu bir suâle verilen cevabın içinde bulunabilir. Meselâ: Ramazanda gündüz hanınııyla mukarenette buluna kişinin bunun hükmünü sorduğunda Rasûlullah (s.a.) m “Bir köle azad et.” demesi gibi. Hükmü bir vasıfla beraber söyleyip hükmü ona bina etme şek­linde olabilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.) in “Hakim öfkeli iken hüküm vermez.” hadisi şerifinde olduğu gibi. “Takib fası” ile hükmü bir vasfa bina etme şeklinde olabilir: “Hırsız erkek ve kadının ellerini kesin” (Maide: 5/38) ayetinde ve “Kim bir ölü araziyi ihya ederse o onundur.” hadisi şerifinde olduğu gibi. Bir vasıf (özellik) zikredilerek iki şeyin hükümde ayrı olduklarını göstermek şeklinde olabilir. Meselâ, ganimet taksiminde “yayaya birm hisse süvariye iki hisse” hadisinde olduğu gibi.

2- İcmâ

Bu icmânın muayyen bir vasfın şer’î bir hükme illet olduğuna delâlet et­mesidir. Meselâ: Velinin küçük çocuğun malı üzerindeki velayet illetinin “kü­çük olması” olduğunda âlimler icmâ etmişlerdir. O halde evlendirme konusun­daki velayeti de buna kıyas edilir. Mirasta ana-baba bir erkek kardeşin baba bir erkek kardeşten önce gelmesinin illetinin onda iki neseble ölene bağlı olma özelliğinin bulunması yani hem anne hem baba yolu ile bağlı olması olduğu üzerinde icmâ etmeleri de bu kabildendir. O halde nikah velayetinde de öz kar­deş önde gelir.

3- Sebr ve Taksim

“Sebr” lügat imtihan etmek, denemek demektir. Yaranın derinliğini ölçen alete de “misbar” denir. Taksim: İllet olması muhtemel olan vasıfları tesbit etmek demektir. Sebr ve Taksim: Asılda illet olduğu zannedilen vasıflan topla­yıp herbirini ayrı ayrı gözden geçirmek ve aralarında illet olması uygun olan vasfı seçmektir.

Burada müctehidin ameli: zahîr, munzabit, müteaddî, ve hükme münasib bir vasıf olma gibi illetin şartlarının tahakkukunu dikkate alarak, asılda mevcud valfları araştırıp illet olamayacakları ayıkladıktan sonra zannına göre “illettir” diye tercih ettiği bir vasfı illet olarak bırakmaktan ibarettir.

Bu usûl tamamen istinbat esasına dayanır, nas veya icmâdan bir delile dayanmaz. Buna şu misali verebiliriz: Müctehid, bulûğa ermemiş ehliyeti kasır (tam olmayan) bir kız çocuğunu velisinin evliliğe icbar etme velayetinin illetini araştırır. Ve burada illetin ya bakire olması veya küçük olması lazım geldiğini tesbit eder. Şafiî mezhebinden ise “Küçüklük” illet olamaz, aksi hajde velinin küçük dul olanı da icbar edebilmesi lazım gelir. Bu da “Dul, kendisi üzerinde velisinden daha çok hak sahibidir, bakirenin izni sorulur, onun da izni susmasıdır.” hadisi şerifine ters düşmektedir. Dolayısıyle burada icbar illeti “küçüklük” değil “bakire” olmalıdır der. Hanefî ise “bakire” olmasını illet ka­bul etmez, çünkü din bu vasfa her hangi bir hükümde illet olarak itibar etme­miştir. Dolayısıyle geriye “küçüklük vasfı” kalmaktadır. Çünkü din malî vela­yet konusunda bu vasfa illet olarak itibar etmiştir.

Başka bir misal: Müctehid der ki: Şarabın nasla haram kılınması, ya onun üzüm suyundan yapılmış olması veya akıcı olması ve sarhoş edici olma­sından dolayı olabilir. Sonra birinci vasıf kasırdır, müteaddî değildir, ikincisi her sıvıda bulunur, münasip değildir. Geriye sarhoş edicilik vasfı olan üçüncü vasıf kalmaktadır” der ve onun illet olduğuna karar verir.

Üçüncü bir misal: Müctehid, hadis-i şerifte zikredilen ribevî mallarda ribel-fadl ve ribennesîe’nin illetini araştırır, der ki: “Bu hükmün illeti ya bu ribevî malların miktarının ölçek ve tartı ile bilinen mallardan olmasıdır veya yenilir şey olmasıdır veya nzık olarak saklanabilir olmasıdır”. Bu noktada kişi Hanefî ise der ki yenilir şey olması illet olmaz. Çünkü altın ve gümüş yenilmediği halde onların satışında riba cereyan etmektedir. Rızık olması da değildir. Çünkü tuz (buğday gibi) bir rızık olmadığı halde tuzun tuzla takasında riba cereyan eder. Geriye ölçek veya tartı ile satılır olma vasfı illet olarak kalmış olur. Bu sebepten ölçek veya tartı ile satılan her şey, hakkında nas bulunan bu altı maddeye kıyas edilir, ve kendi cinsleriyle takas edildikleri zaman hem ribelfad hem de ribennesie cereyan eder.

4- Münâsebe

Bu, hüküm ile vasıf (illet) arasında uygunluk bulunmasıdır, tâ ki o vas­fın olduğu yerde hüküm de bulunarak ya şer’î bir maslahat elde edilsin veya bir mefsedet def edilsin. Meselâ sarhoş edici olma vasfı. Bu, şarabın haram kılın­ması hükmüne uygun bir vasıftır. Halbuki akıcı olması veya filan renkte ol­ması, tadının şöyle olması gibi vasıflar münasip olmayıp sadece sarhoş edici olma vasfı haram kılınmasına uygun bir vasıftır.

“Küçük yaşta olma” babanın küçük kızını nikahlama konusunda velayet hakkı sabit olması için münâsib bir vasıftır. Çünkü bu yaş onun kendi masla­hatını idrakten aciz olduğu bir yaştır. Velayetin sübutunda âciz kişiye gelecek zararı defetme gayesi vardır. Zararın defi de şâri’in (hüküm koyan merciin) hedeflediği bir maslahattır.

Müctehid ancak vasfın illet olduğuna dair nas veya icmâ bulunmadığı takdirde bu yola başvurur.

Münasib Vasfın Çeşitleri

Münâsebet, din ona itibar etmedikçe veya münâsip olduğuna dair delil bulunmadıkça ta’lil için bizatihi bir şey ifade etmez. Münasib vasıf, dinin onun münasip olup olmadığına delâlet etmesi açısından dört çeşittir:

1- Müessir münasib:

Bu, dinin bir nas veya icmâ ile ona itibar ettiğini gösterdiği münasib vasıftır. İttifakla bu vasıfla ta’lil yapılması sahihtir. Meselâ “Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: o bir ezadır. Hayız halinde kadınlardan uzak durun” (Bakara: 2/222) ayetindeki “hayız”, “Katil varis olmaz” hadisi şerifindeki “kati = öldürme”, “Evlilik çağına gelinceye kadar ye­timleri deneyin, eğer onlarda bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendi­lerine verin.” (Nisa: 4/63) ayet-i kerimesinde mâlî velayetin sübutu için illet kabul edilen “küçüklük”… bütün bu vasıflar münasiptir, çünkü din bu vasıflara bu hükümlerde itibar etmiştir. İşte bu münasib vasfın en yüksek derecesidir.

2- Mülayim münasib veya muteber münasib:

Bu, şâri’in üzerine herhangi bir hüküm bina ettiği, ancak bu vasfın bizzat o hükme illet olduğuna dair her hangi bir nas veya icmânın bulunmadığı, lâkin o hükmün cinsine illet olduğu sabit olan veya o vasfın cinsinin muayyen bir hükme veya o hükmün cinsine illet olmasına şâri’in itibar ettiği sabit olan vasıf­tır.

Şâri’in, müctehidin illetini araştırdığı hükmün cinsinden bir hükmün illeti olarak itibar ettiği muteber mülayim vasfa misal: Küçük yaştaki kızı evlendirme velayetinin baba hakkında sabit olmasının illeti “küçüklüktür”. Müctehid, kü­çüğün malı üzerindeki velayeti babında Şâri’in “küçüklük vasfına” itibar etti­ğini tesbit eder. Mâlî velayet ile nikah velayetinden her biri kişi üzerindeki vela­yet hallerinden biridir. İkisi de velayet cinsindendir.

Sâri’ Taâla küçüğün malı üzerindeki velayet konusunda “küçüklük” vasfını illet itibar edince sanki velayetin her çeşidinde ona illet olarak itibar etmiş demek olur. Nikah velayeti de velayet çeşitlerinden biridir. O halde bu bizzat vasfın aynına itibardır.

Sâri’in, müctehidin illetini araştırdığı hükmün illeti olarak kendi cinsin­den bir vasfa itibar ettiği münasib vasfa misal, yağmurun mukim iken de iki vakti cem etmenin cevazı için sebep sayılmasıdır. Müctehid bunun hükmünü araştırmış ve seferi halde iken meşakkat olmasın diye, dinin iki vaktin cem’ine cevaz verdiğini görmüştür. Sefer ve yağmur her ikisi de meşakkat ihtimali bu­lunması açısından aynı cinse dahildir. Din iki vaktin birleştirilmesinin cevazı için sefer haline illet olarak itibar edince sanki onun cinsinden olan her vasfa bu cevaz için illet olarak itibar etmiş demek olur. Dolayısıyle yağmur da seferi ol­mayanların iki vakti birleştirmelerinin cevazına illet olmaktadır. Bu da vasfın cinsine itibardır.

Müctehidin illetini araştırdığı hükmün cinsine illet olan vasfın cinsine iti­bar edilişine misal, hayzın, hayız günlerinde namazı iskat etmişidir. Müctehid bu iskatın illetini araştırır ve hayızlı o günlerde geçen çok sayıda namazı kaza etmekle mükellef tutulsa bunun meşakkat olacağından hayzın bu İskata müna­sip vasıf olduğunu tesbit eder, sonra hayzı bu meşakkatin yerine koyar. Çünkü hayız zahir ve münzabit bir vasıftır. Sonra fer’î hükümlerde bu görüşünü teyid edecek bir meselenin olup olmadığını araştırır, bakar ki, sâri’, meşakkate se­bep olduğu için sefer halini namazlann kısaltılmasına ve (bazı mezheplere göre) iki vaktin birleştirilmesine illet saymıştır. Sanki sâri’ böylece meşakkat ve sıkıntı getirmesi muhtemel olan her vasfa kolaylaştırma ve hafifletme yapılmak istenen her hükümde illet olarak itibar etmiştir. Hayız halinde namazı iskat etme, seferde namazlan kısaltma ve birleştirme… Bunların hepsi bir cinse da­hildir ki o da teysir (kolaylaştırma) ve meşakkati kaldırmadır. Dolayısıyle me­şakkat ihtiva eden seferi namazlann kısaltılması ve birleştirilmesinde itibar edilmesi, bu vasfın cinsine itibar edildiğinin bir şahididir ki işte bu vasıf müc­tehidin illetini araştırdığı hükmün cinsindeki meşakkattir.

3- Mürsel münasib:

Bu, sâri’in ne itibar ne de ilga ettiği bilinmeyen münsib vasıftır. Bu vasıf münasibtir yani bir maslahat getirir, lakin mürseldir yani ne itibar ne de ilgasına dair delil yoktur. “İstıslah” veya “masalih-i mürsele”den de bu kasdedilir. Kur’an-ı Kerîm’in tedvini ve benzeri amellerde dayandıkları masalih işte bu kabildendir.

Bu ihtilaflıdır; çünkü Hanefî ve Şafiîlere göre bu vasıfta ta’lil caiz olmaz ve hüküm bina edilmez. Çünkü sâri’in buna itibar ettiğine dair delil yoktur. Al­lah (c.c.) “Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme” (İsra: 17/36) buyur­maktadır.

Malikî ve Hanbelîlere göre bu vasıfta ta’lil sahih olur ve üzerine ahkam bina edilir. Çünkü sâri’ bu vasıfta amel etmeyi ilga etmemiştir. Amel etmek için

hükme münasip görmeyiş kâfidir. Bizim mükellef olduğumuz şey sadece vas­fın münasip olduğunu anlamak için gayret sarf etmektir. Zann-ı galibe göre de bu vasıf bu hükme illet olabilir. Zan ile amel etmek vacib olur.

4- Mülga münasib:

Bu, müctehidin nazarında maslahat celbedecek derecede olup lâkin fer’î hükümlerde şâri’in onu ilga ettiğine ve itibar et­mediğine dair delil bulunan vasıftır. Bununla ta’lil sahih olmayacağında âlim­lerin ittifakı vardı. Meselâ, ölenin oğlu ve kızı evlad olma vasfında müşterektirler, bu mirasta eşit olmaları için münasip bir vasıf sayılır. Ancak Allah (c.c.) “Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payının iki misli emreder” (Nisa: 4/11) ayet-i kerimesiyle miras hükümleri konusunda bu vasfın itibarını ilga etmiştir. Talak hakkının eşlerden her ikisine de verilmesi için evliliğin itibara alınması münasib bir vasıftır, zira nikâh akdi iki tarafın rızasıyla yapılmaktadır. Ancak sâri’ “Talak yalnız baldın tutanın hakkıdır.” hadisi şerifiyle bu vasfı ilga etmiştir. Ramazanda oruç bozan zengin kişiyi, keffaret olarak köle azad etmeğe değil de iki ay peşpeşe oruç tutmaya mecbur etmek, keffaretin gayesi olan caydırıcılığın gerçekleşmesi bakımından münasip bir vasıftır. Çünkü köle azad etme fakir doyurma ona göre kolaydır. Ancak sâri’ mükellefler arasında zenginliği sebebiyle rahatça köle azad edebileceği için zarar görmeyecek olanı ayırt etmeden, keffareti önce köle azadı, sonra iki ay peşpeşe oruç tutma, sonra altmış fakiri doyurma, şeklinde tertip ederek farz kılmak suretiyle bu vasfı ilga etmiştir.

5- Tenkîhu’l-Menat

Tenkîhu’l-Menat, nas veya icmâ ile sabit olan bir hükmün illet olabilecek vasıflarının içinden, hükme tesiri olmayanlarını ayıklamak suretiyle nassın mecmuunun işaret ettiği illeti tayin etmek için yapılan ictihaddır. Meselâ rama-zande bilerek hanımıyle temasta buluna bedevi hadisindeki oruç bozma keffa-retinin ta’lili bu kabildendir. Bu hadis, imâ yolu ile bu bedevinin üzerine keffa­retin farz olmasının illetinin “temas” olduğunu göstermektedir. Temasta bulu­nanın bir bedevi olması, bu hanımın onun eşi olması gibi başka vasıfların ise müctehid tarafından hükme tesiri olmadığı tesbit edilmiştir. Çünkü hükümler konulurken eğer hususî olduğuna dair bir delil yoksa fertler arasında fark gö­zetilmez. Hanımı ile temasta bulunana keffaret farz olursa yabancı ile bulunana evleviyetle (daha öncelikli ve gerekli olarak) farz olur. Çünkü yabancı gece olsun gündüz olsun mutlak haramdır. Halbuki hanımı ramazanda gündüz haram ise de gece helaldir. Bu sebeple bedevî olma, kadının onun eşi olması vasıflan mülgadır, keffaretin farz olmasında bunlann tesiri yoktur. Burada müessir olan ramazanda gündüz bilinçli ve kasden yapılan cimadır. Şafiî ve Hanbelîlere göre keffaretin vacip olmasındaki illet budur, yeme-içme gibi şâir vasıflar değildir.

Hanefî ve Malikîler yeme-içmeyi cimaya kıyas ederek her iki halde de keffaret farzdır demişlerdir. Onlara göre keffaretin farz olmasında müessir olan şey kasten oruç bozucu bir şey yapma suretiyle ramazanın hürmetini çiğnemek­tir.

Tenkîhu’l-Menat ile Sebr ve Taksim arasındaki fark:

Tenkîh, hükmün illetine bir nassın delâlet ettiği, ancak bu illetin başka vasıflarla karışmış halde bulunup illetlikle alakası olmayan şeylerden tam tem­yiz edilmemiş olduğu hallerde yapılır. Sebr ve taksim ise, hükmün illeti hak­kında herhangi bir nassın bulunmadığı hallerde yapılır. Sebr ve taksim illet olacak vasfı diğerlerinden temyiz etmek için değil illetin ne olduğunu öğrenmek için yapılır.

Doğrusu “Tenkîhu’l-Menat” başlıbaşına illeti bulma yollarından bir yol sayılmamalıdır. O hakkında nas bulunan illetlere mahsus bir yoldur. İstinbât edilen illetler hakkında bulunmaz.

Tenkîhu’l-Menat, Tahkîku’l-Menat ve Tahrîcii’l-Menât arasındaki farklar:

Tenkîhu’l-Menat: Nasda zikredilen vasıflar arasından, illet olmayacak muteber kabul edilmeyen vasıflan çıkartarak sâri’in hükmü üzerine bina ettiği illeti tayin etmektir.

Tahkîku’l-Menât: Aslın illeti ister nasla sabit olsun ister istinbât edilerek bulunmuş olsun, asıl üzerine kıyası istenen fer’î meselelerden her birinde illetin var olup olmadığını anlamaya çalışmaktadır. Meselâ: Şarabın haram kılın­masının illeti olan iskâr = sarhoş edici olma vasfının hurma veya arpadan ya­pılmış başka herhangi bir nebîz şırada bulunup bulunmadığı tahkik etmek, Nebbâş = kefen hırsızının, ceza tatbik edilmesi için hırsız sayılıp sayılmadı­ğını tahkik etmek, hayız halinde kadınlardan uzak durulmasının illeti olan “eza” nın nifas halinde mevcut olup olmadığını tahkik etmek gibi.

Tahricü’l-Ümenât ise: Münasebet veya sebr ve taksim gibi illeti bulma usûllerinden birin kullanarak, hükme illet yapmak için, hakkında nas veya icmâ bulunan hükme münasip olan vasfı istinbât etme hususunda düşünmek ve icti-had etmektir. Bu da istinbât yoluyla bulunan illetlere mahsustur. Meselâ sebr ve taksim yoluyle meşhur “riba hadisi”nde geçen altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzda faizin haram olmasının illeti olarak bunların yenilir olması veya azık olması veya ölçülür olması gibi vasıfları bulup çıkarmak, aniden öldürmenin kısasın farz olmasına illet olabilmesi için cinayetin bıçak, kılıç ve benzeri kesici şeylerle işlenmiş olmasını isbat etme konusunda ictihad edip araştırmak hep bu kabildendir.

Kıyasın Kısımları

Kıyas önce evlâ kıyas, ednâ kıyas ve müsâvî kıyas diye üçe ayrılır. Ayrıca celî kıyas ve hafî kıyas diye de ikiye ayrılır.

Birinci taksim: Kıyas illetin açıklık ve gizlilik derecesine ve bu illetin fer’de kamilen bulunup bulunmamasına göre evlâ kıyas, ednâ kıyas ve müsâvî kıyas kısımlarına ayrılır.1

1 – Evlâ Kıyas: İllet daha kuvvetli olduğu için fer’in hükme asıldan evlâ olmasıdır. Meselâ, “eza verme” vasfında müşterek olmaları sebebiyle ana-babaya vurmayı, öf demeye kıyas etme meselesinde, vurma fiilinde eza daha ağır olduğu için onun evleviyetle haram olması lazımdır. “Onlara öf deme” (İsra: 17/23) ayet-i kerimesinde öf denilmesi nehyedildiğine göre vurmak evleviyetle nehyedilmiş demektir. Buna Şafiîlerde “asıl manasında kıyas”, Hanefîlerde ise ” delaletü’n-nas” veya “mefhumü’l-muvâfaka” denilir.

2- Müsâvî kıyas: Bu, tercih edilmeksizin fer’in hükümde asla müsâvî ol­duğu kıyastır. Meselâ, her ikisinin de “itlaf” vasfında müşterek olması sebe­biyle yetimin malını yakmayı yemeye kıyas etme böyledir. Yakmak da yemek gibi haramdır. “Cariyeler bir fuhuş yaparlarsa onlara hür kadınların cezasının yarısı (uygulanır). (Nisa: 4/25) ayet-i kerimesi gereğince cezanın yarılanması konusunda haddi gerektiren bir suç irtikap ettikleri zaman erkek kölelerin, cari­yelere kıyas edilerek cezalarının yarıya indirilmesi de musavî kıyastır.

3- Ednâ kıyas: Bu da, fer’in hükmün illetinde asıldan daha zayıf olmasıdır. Yani fer’in hükümle irtibatı asıldan daha az olması, illetin asılda daha kuvvetli, fer’de daha zayıf olmasıdır. Ribe’l-fadlın haram olması meselesinde her ikisi de yenen şey olması vasfında müşterek olmaları sebebiye elmanın buğdaya kıyas edilmesi, içilmesi haram olması ve haddi icab etmesi hususunda nebîzin şaraba ilhak edilmesi bu kabil kıyastır.

İkinci taksim: Kıyas, kuvvetli ve anlaşılır olması bakımından da celî ve hafî kıyas diye iki kısma ayrılır. Şafiî ve Hanefîlere göre bunların tarifleri farklılık gösterir.

Şafiîlere göre celî kıyas: İlleti nasla sabit olan veya nasla sabit olmasa da asıl ile fer’ arasındaki farkın hükme tesirinin sâri’ tarafından ilga edildiğinde kesinlik bulunan kıyastır. Meselâ, “Kim ortak köledeki hissesini azad eder, elinde de kölenin kıymeti kadar malı olursa onun hesabına kölenin kıymeti bi­çilir (ve azad olur) hadisi şerifinde bir kısmı azad olan erkek kölenin tamamının azad olmasına cariyenin de kıyas edilmesi buna misâldir. Çünkü burdaki fark erkeklik ve dişiliktir, bu farkın da şer’an azad etme hükümlerinde bir tesiri yoktur. Yukarıda geçen ana- babaya vurmanın haramlık noktasında öf demeye kıyas edilmesi de böyledir.

Bu celî kıyas yukarıda geçen müsâvî ve evlâ kıyasa da şâmildir.

Hafî kıyas: İlletin aslın hükmünden istinbât edilmesi halinde asıl ile fer’ arasındaki farkın hükme tesirinin sâri’ tarafından ilga edildiğinde kesinlik bu­lunmayan kıyastır. Odun ve taş gibi ağır bir şeyle vurarak öldürmeyi -her iki­sinde de öldürme kastı bulunması sebebiyle- kılıç gibi keskin bir şeyle öldürmeye kıyas ederek ağır şeyle vurarak öldürmede de kısası farz kılma “kı-yas-ı hafî” ye bir misaldir. Zira burada ağır şeyle vurmakla keskin şeyle vurmak arasındaki farkın hükme tesirinin sâri’ tarafından ilga edildiğinde kesinlik yoktur, bilakis bu farkın müessir olması mümkündür. İşte bu sebepten Ebu Hanife ağır bir şeyle vurarak öldürmede kısası farz görmemiştir. Hafî kıyas sadece “ednâ kıyasa” şâmildir.

Hanefîlere göre ise celî ve hafî kıyasın manaları farklıdır. Şöyle ki:

Celî kıyas: İlletin açık olması sebebiyle hemen anlaşılan ve aklın kabul ediverdiği kıyastır.

Ednâ kıyas: Buna “istinsah” da denilir. Bu, illeti kapalı olup hemen zihne gelivermeyen kıyastır. Celî kıyasa tekabül eder.

Misâl: Kira akdinin caiz oluşu istihsan delili ile sabittir. Kıyasa göre caiz olmamalıdır. Çünkü kira akdi, akid esnasında mevcut olmayan bir şey üzerine yapılır. Zira intifa zamanının geçmesiyle peyderpey elde edilir. Selem ve is­tisna akidleri de yine kıyasa muhalif olarak istihsanen sabit olmuşlardır. Çünkü bunlarda da akid “olmayan şey” üzerine yapılır. Olmayan şeyin satışı ise bâtıl­dır. Ancak Selemin cevazına dair nass bulunmaktadır. İstisna da buna kıyas edilmiştir[8].

——————————————————————————–

[1] Keşfü’l-Esrar. 2/995. el-İhkam, Âmidî: 3/76, İrşadü’l-Fuhûl: s. 176.

[2] el-lhkam, İbni Hazm: 2/929, Mülahhasu İbtali’l-Kıyas ve’r-Re’y: s. 43, Usûlus-Serahsî: 2/119, lrşadü’l-Fühûi. s. 175.

[3] Gerçekten de bu hadis sahih değildir ve delil alınması uygun değildir.

[4] el-ihkam, Âmidî: 3/8; Şerhu’l-Adûd: 2/209; Müsellemü’s-Subût: 2/200; el-Medhal ilâ Mezhebi Alımed: s. 144.

[5] et-Takrir ve et-Tahbir: 3/126; Şerhu’l-Adûd: 2/211; Feyâtihu’r-Rahamût: 2/250; Şerhu’l-Muhallâ: 2/180; Irşadü’l-Fühûl: s. 179

[6] Müsellemü’s-Sübût, 2/222; Şerhu’l-Adûd, 2/213; el-ihkâm: 3/11; Şerhu’l-Muhallâ: 2/107; Ravzatü’n-Nazır. 2/321

[7] 1 et-Takrir ve et-Tahbir. 3/190; Şerhu’l-Adûd: 2/234; el-Ihkam: 3/31, Ravzatu’n-Nazır.2/257; Miratü’l-Usûl: 2/314; İrşadü’l-Fuhul: s. 184.

[8] Son cümlede bir hata olmalı. Çünkü âlâ hilâfılkıyas sabit olan şeye kıyas yapılmaz. Belki istisna teamüle bianen caiz görülmüştür. (el-İhtiyar:2/38) Mütercim
KAYNAK : Vehbe Zuhayli,Fıkıh Usulü

Takvim

Ağustos 2022
P S Ç P C C P
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
293031  
« May    

Add some widgets to this area!

Ulumulislam.com 2022 Sanal Medrese

WhatsApp ile görüşelim